İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2386 Okunma
İÇTİHAD VE ÜSLUP

BAŞLANGIÇ

BÖLÜMÜ

 

 

 

İÇTİHAD VE ÜSLUP

 

 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları arasında 378 No ile büyük ders boyu ve 850 sayfa olarak yayınlanan Prof. Dr. İlhan ARSEL'in bu kitabı, "TEOKRATİK DEVLET ANLAYIŞINDAN DEMOKRATİK DEVLET ANLAYIŞINA/ (ŞERİAT DEVLETİNDEN LAYİK CUMHURİYETE)" adını taşımaktadır. İlmî değeri olmayan bu kitabın ilk baskısının 1975 yılında A. Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları arasında yayınlanması büyük bir talihsizlik ve seviyesizlik. Aynı zamanda da üniversitelerimizin durumunu göstermesi açısından da ibretamiz 850 sayfalık tarihî bir belge. Kitabın ilmî bir değer taşımadığı, başından sonuna kadar içeriğindeki sövgü ve hakaretlerden bellidir. Bu tarz bir üslup, bizim benimsediğimiz ve tasvip ettiğimiz bir tarz değildir. Bu nedenle bu reddiyemizde yer alan cevaplar Prof. Arsel'in şahsına ve sövgülerine değil, ele aldığı konulara ilişkin olacaktır.

Çağımızda veya günümüzde İslâmiyet'i gerçek boyutları ile anlamada tek geçerli yol olan "içtihad" kurumundan da yararlanılmadığından, sövgülü saldırılar İslâm'ın tarihte uygulanış şekline yapılmakta ve geçmişteki uygulamalar esas alınmaktadır. Bununla, geçmişte İslâm ile ilgili yapılan uygulamaların yanlış olduğu söylenmek istenmektedir. Maalesef, bu ele alış ve anlatış, ilmî ve gerçekçi bir üsluptan uzaktır. Saptırıcı saplantılara ve safsatalara dayanmaktadır. Tarihteki o uygulamalar o dönemlerin şartları ile ilgilidir ve ancak o şartlarda geçerlidir. Çökmekte olan veya çöken her sistem ve düzende görülebilecek bozukluklardır. Aksi halde yüzyıllarca devam eden devletler neden yıkılsın?

Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar varolan Atatürk istismarcılığı ise anlaşılır ve anlatılır gibi değildir. Bugüne kadar her türlü Atatürk istismarcılığını gördük; ama bu şekline ve bu kadarına da tek kelime ile 'pes!' doğrusu. Bu kadar da istismar ve saptırma olmaz! Yazar, özellikle ilmî bir cevap bulamadığı konularda sürekli olarak Atatürk istismarcılığına sığınmış.

Biz yazarın kullandığı üslûbun aksine, 'içtihad' kurumundan yararlanarak günümüz şartlarına ve bizim anladığımız 'İslâmiyet'e göre', doğruları ve gerçekleri anlatacağız. Sövgülere ve hakaretlere ise, ilmî seviyeyi düşürmeden cevaplarımızı vereceğiz.

 

TAHRİFAT VE SAPTIRMA 'İLİM' DEĞİLDİR

 

Yazarın 1975 yılında A. Ü. Hukuk Fakültesi yayınlarının 378cisi olarak yayınlanan kitabının iç kapağında hiçbir yazı yok. Oysa yazarın 1973 yılında yine aynı fakülte tarafından No. 335 ile yayınlanan "ARAB MİLLİYETÇİLİĞİ ve TÜRKLER" kitabının iç kapağındaki şu ifade son derece dikkat çekici:

"Bu kitaptaki fikir ve görüşlerden ötürü,

Fakültemizin sorumluluğu yoktur."

Oysa aynı 'Fakülte' yazarın "ŞERİAT DEVLETİNDEN LAYİK CUMHURİYET'E" kitabına böyle bir zaruri açıklamayı koyma gereği görmemiş. Haklı olarak soruyoruz: Fakülte, ilk kitaptaki 'fikir ve görüşlere' katılmıyor da, ikinci kitaptaki sözde fikir ve görüşlere katılıyor mu?

Yazar, kitabının iç kapaktaki daha'ilk/birinci (I) sayfası'ndan tahrifat, saptırma ve Atatürk istismarcılığına başlıyor. İç kapaktaki birinci sayfada, kitabın ve yazarın isminden sonra, şu alıntılara yer verilmiş:

"... Allah mukadderatı takdir etmiştir"; "Allah dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola sokar" (Kur'ân, al-Furkan Sûresi 2, ve, al-Müddesir Sûresi 30)

"... 'Kaza ve KADER Talih ve Tesadüf' deyimleri Arapça'dır... Türkleri ilgilendirmez." (Atatürk, 1930 konuşmasından)

"Menşelerimizi hatırlayınız. Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır..." (Atatürk, 29 Ekim 1923)

Prof Dr. İlhan ARSEL isminin hemen altına yerleştirilmiş olan bu ifadelerin ne kadar bilimsel olduğu, "... 'Kaza ve KADER Talih ve Tesadüf' deyimleri Arapça'dır... Türkleri ilgilendirmez?" alıntısından anlaşılıyor. Atatürk'ten aktarılan bu sözlerin öncesi ve sonrasını araştırdığımızda, yine söylendiği dönemi gözönüne aldığımızda, gerçekler daha iyi değerlendirilecektir. Diğer dillerden aktarılan kelime ve kavramlar 'Türkleri ilgilendirmez'(!) ibaresi bilimsel ise; vay halimize! 'Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır..." ifadesi bilimsel ise; yüzyıllarca vay halimize!.. Bu alıntıların daha fazla değerlendirme ve yorumunu yapacak değiliz. Sadece 'ibret' olsun diye hatırlattık. Asıl Allah'ın Kitab'ı Kur'ân'dan yapılan alıntılar üzerinde durmak istiyoruz. Yazar, Furkan ve Müddesir sûrelerinden alıntılar yapmış. Biz de aynı şeyi yapacağız. Cevabımızı Kur'ân'dan vereceğiz. Cevabı verirken de alıntı yapılan sözkonusu sûrelerden yararlanacağız. Sadece bu sûrelerin bazı âyetlerini aktaracağız.

FURKAN SÛRESİ

Bu sûre ismini birinci âyetinde geçen 'el-Furkan' kelimesinden alır. Furkan, hakkı bâtıldan ayıran demektir ve aynı zamanda Kur'ân'ın bir adıdır. 77 âyettir.

Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla.

1 - Âlemlere uyarıcı olsun diye (Muhammed)e furkanı (hakkı bâtıldan ayırma ölçüsünü) indiren (Allah)ın hayır ve bereketi pek çoktur!

2 -  O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O'nundur. (O), bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderatını (kaabiliyetlerini, özelliklerini) tâyin etmiştir.

3 - O'nu bırakıp hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan, ve kendilerine dahi ne zarar ne de fayda veremeyen; öldüremeyen, yaşatamayan, (ölüleri diriltip kabirden) çıkaramayan birtakım tanrılar edindiler.

4 - İnkâr edenler: "Bu (Kur'ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uydurdu, başka bir topluluk (yahudiler veya başkaları) da kendisine yardım etti." dediler de muhakkak bir haksızlığa ve iftirâya vardılar.

5 - Dediler: "Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.

6 - De ki: "(Hayır), onu, göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen (Allâh) indirdi. O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

43 - Arzusunu tanrı edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi vekîl olacaksın (onu sen mi savunacaksın)?

44 - Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar, yolca (hayvanlardan) daha sapıktır.

56 - Biz seni ancak MÜJDELEYİCİ ve UYARICI olarak gönderdik.

57 - "Buna karşı sizden bir ücret değil, Rabb'ine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler istiyorum" de.

63 - Rahmân'ın kulları ki yeryüzünde mütevazi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarsa "selâm" derler.

 

MÜDDESİR SÛRESİ

1 - Ey elbisesine bürünen,

2 - Kalk. UYAR.

31 - Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için bir imtihan kıldık ki kendilerine Kitâb verilmiş olanlar iyice inansın, inananların îmânını artırsın. Kitâb verilmiş olanlar ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allâh bu misâlle ne demek istedi?" desinler. Böylece Allah, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu (sekar, yahut cehennem muhâfızlığının sayısı veya bu sûre), inananlara bir tebliğdir.

 

PEYGAMBER 'KORKUTUCU' DEĞİL;

'UYARICI' VE 'MÜJDELEYİCİ'DİR.

 

Yazar, kitabının daha ilk ilk sayfalarından itibaren tahrifat ve saptırmalara başlıyor. Daha başlangıçtaki III. sayfada yer alan alıntılar, bu alıntıların 'başlangıç' ve 'sonu'nu zikretmemesi, ardniyetli anlam vermeler.. vs. apaçık sırıtıyor.

Tahrifatın en büyüğü ve en korkusuzu / korkuncu ise, Allah'ın âyetlerinde yapılıyor. 'MÜJDELEYİCİ' ve 'UYARICI' olarak gönderilen Peygamber, yazarın ardniyetli anlayış ve tahrifatı ile 'KORKUTUCU' oluveriyor. Halbuki bu âyette, ayrıca daha başka birçok âyette ve hadislerde zikredildiği üzere, Hz. Peygamber ve gelmiş geçmiş bütün peygamberler 'korkutucu' değil 'uyarıcı' ve 'müjdeleyici'dirler. Yazarın sözkonusu âyette 'uyarıcı' kelimesini 'korkutucu' şeklinde tahrif ederken, hemen bir önceki kelime olan 'MÜJDELEYİCİ' kelimesini almamaya özen göstermesi son derece dikkat çekicidir. Zihniyetini ve ilim anlayışını ortaya koymaktadır. İlmî açıdan daha başta açık vermektedir.

Elbette âyetlerde 'korkulu' tahrifatlarda bulunduktan sonra, 'Atatürk istismarcılığı' gereği 'korkusuz' alıntılarına devam etmektedir. Bu usûl ve üslup kitabın sonuna kadar, tam 850 (sekizyüzelli) sayfa sürüp gitmektedir. Allah'ın âyetlerini böylesine tahrif etmekten ve saptırmaktan çekinmeyen bu 'Prof. Dr.' ünvanlı ilim adamı(!), bütün dünyadaki değişik insanların yazdıklarından yaptığı alıntılarda kim bilir ne maksatlı ve ardniyetli tahrifat ve saptırmalar yapmıştır. Dünyada ilk 'üniversite' kurucusu olan Nizamül Mülk de, bu 'üniversite mensubu(!)ndan nasibini alıyor. Âyet tahrifatında yaptığı gibi burada da nokta nokta (...) ile geçiştirdiği kısımlarda kim bilir neler vardır? Kaynak vermediği için araştırmamız mümkün değildir.

Daha çok yazarın ilmî seviye ve anlayışı, konulara bakış ve yaklaşımının iyi anlaşılması açısından, kitabının III. sayfasındaki alıntılarını da aynen -ve özellikle imlâ yanlışlarına da dokunmadan- aktarıyoruz:

"... Biz seni dosdoğru bir... KORKUTUCU olarak gönderdik" (Bakara Sûresi 119); "... Eğer (Halk'a) şiddet gösterilmez ise... fesad ve ihtilâl zuhur eder..." (Nizam-ül Mülk); "Sultanım (Halk ile) başa çıkmanın yolları akıl ve mantık ile davranmak değil fakat şiddet kullanmaktır." (Hoca Bey'in IVcü Murad'a öğütü)

"...KORKU üzerine hâkimiyet bina edilmez" (Atatürk, 21 /24 Mart 1930 konuşmasından)

 

*  *  *

 

"... Arslan aç kalmadıkça avlanmaz, ve hiçbir hayvana saldırmaz.., Köpeğini (Halk'ı) aç tut ki seni takip etsin" (Ata Malik Cuvayni); "Biz çobanız, halk bizim sürümüzdür" (İmam Gazâlî); "Reayamız bizim sürümüzdür, vergimiz bizim güvenliğimiz..." (Nizam-ül Mülk)

 

"Millete efendilik yoktur, HADİMLİK vardır.." (Atatürk, 1 Aralık 1921 konuşmasından)

 

*  *  *

 

Yazarın, Kur'ân âyetlerini tahrif ederek yaptığı bu alıntılara, fazla uzaklara gitmeden yine aynı Bakara Sûresi'nden cevap vermek istiyoruz. Elbette yazarın, öncesinde ve sonrasındaki kelimeleri özenle örtmeye, gizlemeye ve saptırmaya çabaladığı 119. âyetin tamamının anlamını da vererek. Burada (k-f-r) kökünden gelen 'kâfir' kelimesinin, 'gizleyen, örten, saklayan' anlamına geldiğini hatırlatmamızda yarar vardır. Ve Allah, Bakara sûresinin 98. âyetinde belirtildiğine göre, o inkâr eden kâfirlerin düşmanıdır.

 

BAKARA SÛRESİ

97 - De ki: "Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeleyici olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrâil'e düşman olursa,

98 - "(Evet) kim Allâh'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e ve Mîkâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkâr edenlerin düşmanıdır."

99 - Andolsun, sana apaçık âyetler indirdik, onları yoldan çıkmışlardan başkası inkâr etmez.

119 - Doğrusu biz seni, HAK ile MÜJDELEYİCİ ve UYARICI olarak gönderdik. CEHENNEMLİKLERDEN sen sorumlu değilsin.

120 - Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden râzı olmazlar. "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur." de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olsan, andolsun ki, Allâh'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz.

121 - Kendilerine verdiğimiz Kitabı, gereğince okuyanlar var ya, işte onlar, ona inanırlar. Onu inkâr edenler ise ziyana uğrarlar.

130 - Nefsini aşağılık yapan (beyinsiz)den başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik, âhirette de, o iyilerdendir.

131 - Rabb'i ona: "İslâm ol!" demişti; "Âlemlerin Rabb'ine teslim oldum." dedi.

138 - Allah'ın boyası (ile boyan). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz.

139 - Söyle (onlar): "Allah, bizim ve sizin Rabb'iniz iken, O'nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız."

 

Evet, bizler O'na ve Kitab'ına gönülden bağlananlardanız.

'İçtihad' metodundan yola çıkarak O'nun Kitabı'ndan yararlanıyor ve dünya düzenimizi düzenleyip takdim ediyoruz. İnkâr eden kâfirlere de, yine aynı metodoloji ile cevaplarımızı veriyoruz.

Şüphesiz her şeyin en iyisini ve doğrusunu bilen,

sadece ve sadece Allah'tır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

G İ R İ Ş

 

 

 

 

İlhan ARSEL, "Başımıza gelen her kötülük şeriattandır. Oysa biz hep şeriattan uzaklaştığımızdan dolayı bu haldeyiz sanmışızdır." demekte ve bu görüşlerinin ardından 'şeriat'a -dolayısıyla İslâmiyet'e- saldırıp sövmeye başlamaktadır. Kitabının 'giriş' bölümündeki ilk iki paragrafta, tam 14 (ondört) defa 'şeriat' kelimesini diline/kalemine dolamakta ve saldırılarına başlamaktadır. Nokta ve virgülüne dokunmaksızın, sadece bazı dikkat çekici yerlerde altını çizerek vurgulamak suretiyle, yazarın görüş-lerini aynen aktarıyoruz:

 

"Gerek toplum ve gerek aydın sınıflar olarak ŞERİAT ile ilgili her konuda gerçekten çok habersiz ve bilgisiz kalmışızdır. Yüzyıllar boyunca bütün çektiklerimiz, ve sonu gelmez geriliklerimiz, ve bugünkü mutsuzluklarımız ve geleceği karanlıklar içerisinde görmemiz hep bu bilgisizliktendir. Yüzyıllar süresince hep Şeriat yalanları ve masalları ile aldatılmış ve avutulmuşuzdur. Şeriat'ın her konuda ve her şeyde en güzeli ve mükemmeli getirdiği ve yerleştirdiği sözlerine kanmışızdır. Şeriat'ın uygarlık yarattığını, Şeriat'ın en üstün ahlâk koyduğunu, Şeriat'ın her ilmi kapsadığını, Şeriat'ın en ideal ve ileri devlet ve hükümet sistemlerini getirdiğini duymuş ve bu hikayelere inanmışızdır. Her kötülüğün, her musibetin, her yenilgi'nin ve başarısızlığın, her kötü yönetimin Şeriat'tan uzaklaşma ve Şeriat'ı ihmâl etme ve Şeriat'ın öz'ünden ayrılma sonucu olduğunu sanmış veya buna inandırılmışızdır.

Oysa ki her kötülüğün, her geriliğin, her ahlâk yoksulluğunun, her kötü yönetimin ve müstebid devlet ve hükûmet uygulamasının ve kısacası felâket ve sefâlet sayılabilecek ne varsa her şey'in Şeriat'tan doğma olduğunu öğrenememiş ve düşünememişizdir. Şeriat'ın öz'ünü ve yüzyıllar içindeki uygulanışını ve Şeriat toplumları tarihini eleştirmekle bunun böyle olduğunu anlamak mümkün iken bunu yapamamış, daha doğrusu yapamamışızdır. Medrese eğitimiyle yoğrulmuş kafalarımız için Şeriat dışında hiç bir gerçeği görme olanağı bulunmamıştır..."(s. XV)

 

Gerek yukarıda yazılan iddiaların, gerekse bundan sonra sık sık benzer bir anlayış ve üslûpla gelecek olan bölümlerin daha iyi anlaşılabilmesi açısından, öncelikle Prof. İlhan Arsel ve benzeri bazı bilim adamlarınca saptırılan bazı 'kavramlar'ın tarafımızca tanımlanarak ortaya konulması gerekmektedir.

 

1) KEYFÎ YÖNETİM VEYA HUKUK DÜZENİ

 

Bir kişi veya topluluk nasıl davranacağına dair kurallar koyar ve o kurallara göre hareket ederse, kurulan bu sisteme 'Hukuk Düzeni' diyoruz. Bu kuralların kimler tarafından konulduğu önemli değildir. Önemli olan kişilerin ve dolayısıyla topluluğun bu kurallara göre davranmasıdır. 'Keyfî Yönetim' ise, bir kural konulmadan fertlerin ve özellikle yöneticilerin dilediği gibi ve o andaki isteklerine göre veya başkalarının isteklerine göre davranmaları olarak tanımlanabilir. Bu açıdan bakıldığında ve ele alındığında 'Devlet' kavramı, yönetimde keyfî davranışların yerini daha önce belirlenmiş kuralların almış olması şeklinde karşımıza çıkar.

Bu tanımlar ışığında bakıldığında, tarihte yer alan İslâm devletleri, başlangıçtan Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar hep 'Hukuk Düzeni' içinde kalmışlardır. Hükümdarlar dahi, aldıkları keyfî kararlara sonradan uymuşlardır. Tarihte sadece totaliter devletler kuralları keyfî olarak yorumlamak suretiyle hukuk düzeninden ayrılmışlardır. Yoksa Mezopotam-ya'da ilk defa 'Hak merkezli dünya görüşü'ne göre kurulmuş olan ve çağımıza kadar gelişerek gelen bütün 'İslâm Devletleri' daima 'Hukuk Düzeni' içinde olmuşlardır.

 

2) SAVAŞ VEYA BARIŞ DÜZENİ

 

Dünyada kurulan düzenlerin bir kısmı, 'uzlaşmaya dayanarak' ve 'Hakkı ve haklıyı üstün kılmak' prensiplerine istinaden oluşmuşlardır. Bu düzenlerde 'hak' kuvvetlidir. Kurallar öndedir ve kişisel sorumluluk sözkonusudur. Davranış önemli olup sonuç önemli değildir.

Diğer bazı dünya düzenleri ise 'korkutma esasına dayalı' ve 'kuvveti ve kuvvetliyi üstün kılma'ya yöneliktir. Bu sistem ve düzenlerde, 'kuvvetli' olan haklıdır. Emirler öndedir. Sorumluluk kollektiftir ve sonuç önemli olup davranış önemli değildir.

Bu açıdan ele alındığında İslâm, Arapça karşılığından da anlaşılacağı üzere 'Barış Düzeni'dir. İslâmî düzende savaş, haklıyı kuvvetli kılmak için olup; kuvvetliyi haklı ve egemen kılmak için değildir. Bundan dolayı 'İslâm = silm = barış' adını almıştır.

 

3) KANUN VEYA ŞERİAT DÜZENİ

 

'Hukuk Düzeni'nin kurallar düzeni demek olduğunu söylemiştik. Bu kuralları kim koyacaktır? Bu konuda iki görüş vardır:

a) 'Kuvvet' koysun, 'kuvvetli olan' koysun ve diğerlerine zorla kabul ettirsin. Bu görüş çıkar, çatışma, mücadele ve savaş sistemlerinin bir sonucudur. Bu sistemlerde göstermelik olarak kişilerin vekâletleri alınabilir ve görünüşte kuralları koyanın halk olduğu sanılabilir. Ancak konulan kurallara bakıldığında, kişilerin ve halkın tek taraflı uygulamalarla köleleştirildiği ve ezildiği görülür.

b) Diğer görüşe göre ise; her fert kendisi ile ilgili kural veya kuralları kendisi koysun. Kişi bizzat kendi koyduğu kurallara uymak zorunda kalsın. Kimse kimsenin uymak mecburiyetinde olacağı kuralları koymada zorlama ve/ya dayatma yapmasın. Toplumdaki ortak kurallar, 'anlaşmak' ve 'uzlaşmak' suretiyle doğsun, diyorlar.

İşte, bir toplumdaki herkesin 'kuvvet' tarafından konan tek tip kurallara uymaya mecbur edildiği dayatmacı sisteme, 'kanun (tek ve dar yol) düzeni'; herkesin anlaşarak kendi kendine koyduğu kurallara uymasına mecbur edildiği uzlaşmacı sisteme 'Şeriat (çok şeritli bulvar ve yol) düzeni' denir.

Kanun sisteminde akit serbestliği yoktur;

Şeriat sisteminde akit serbestliği vardır.

İslâmiyet, 'kanun sistemi'ni değil 'şeriat sistemi'ni getirmiştir.

Herkes 'kendi içtihadı'na veya bizzat kendi iradesiyle bizzat kendisinin 'seçtiği müçtehidin içtihadı'na göre hareket etmekle mükelleftir.

Herkes dilediği dini yani istediği hukuk sistemini seçmekte serbesttir. Hür iradesiyle seçtiği dinin şeriatına göre ilzam ve iltizam olunacaktır.

Topluluk, ittifakla alınan kararlara dayanır ve bu kurallar bütününe 'icmâ' denir.

İslâmî düzende, ne din adamlarının ne de hükümdarların yani siyasi-lerin kanun yapma yetkisi vardır. Din ve siyaset adamları kanun yapamazlar. Bu yetki sadece ilim adamlarına aittir. Ekseriyet kararları da geçersizdir.

Herkesin kendi içtihadı kendisi için geçerlidir ve sadece kendisini bağlar. İttifak edilen hususlar, topluluğun ortak davranış kurallarını oluşturur.

 

4) MERKEZÎ VEYA YERİNDEN YÖNETİM

 

Merkezî Yönetim Sistemi

Topluluklar iç içe oluşurlar. Kişiler aşiretleri, aşiretler kabileleri, kabileler boyları, boylar ulusları, uluslar da insanlığı oluşturur. Her alt kademe bir üst kademenin üyesidir. Yönetimde iki kural vardır. Alt kademeler üst kademelerin izin verdiği konularda serbesttir. Diğer hususlarda tüm kararlar merkez tarafından alınır veya onaylanır. Bu yönetim biçimine 'Merkezî Yönetim Sistemi' diyoruz.

Yerinden Yönetim Sistemi

İkinci sistemde ise, kişiden başlayarak aşağıdan yukarıya doğru sıralanan kuruluşlar tamamen bağımsızdır. Ancak anlaşma ile ortak işlerin yürütülmesi için ortak kararlarda alt kuruluşlar üst kuruluşlara uyar ve onların denetimindedirler. Yani 'Merkezî Sistem'de bağımlılık esas olup bağımsızlık istisnaîdir; 'Yerinden Yönetim Sistemi'nde ise bağımsızlık esastır ve bağımlılık istisnaî olarak sözkonusudur.

İslâmiyet;

Toplumsal kuruluşlarda yerinden yönetim sistemini benimsemiştir.

Ekonomik kuruluşlarda da merkeze sadece azil ve tayin yetkisini verip müdahale yetkisini vermemiştir. Görevli amirine karşı değil hukuka karşı sorumludur.

Burada 'keyfî yönetim veya hukukî düzen', 'savaş veya barış düzeni', 'kanun veya şeriat düzeni' ile 'merkezî veya yerinden yönetim' kavramları tanımlanmıştır.

İslâmiyet'in bunlardan hukuk, barış ve şeriat düzeni ile yerinden yönetim sistemini seçtiği ve benimsediği belirtilmiştir.

Hangisinin daha iyi olduğuna karar verme konusu, değerli okuyuculara bırakılmıştır.

Tarihteki İslâm devletlerinde elbette İslâmiyet'ten sapmalar olmuştur. Ama bu sapmalar iyi mi olmuş kötü mü olmuştur konusu, bunun takdirinde benimsenecek rejim kriterlerine göre durum değişir.

 

ŞERİAT NEDİR?

 

Bu vesileyle burada kısaca "şeriat" kelimesi üzerinde durmak istiyoruz.

Bu kelime, halk nezdinde değişik manalara gelmektedir. Özellikle Anadolu'nun Doğu ve Güneydoğu yörelerinde 'Şeriat' kelimesi 'İslâm' kelimesi ile eşdeğerde kabul edilmektedir. Meselâ, Erzurum'da yaşayan bir vatandaşımıza "Sen şeriatçı mısın?" diye sorduğumuzda, hiç tereddüt etmeden "Evet şeriatçıyım" der. Bu ifade ile aslında o "Ben Müslümanım" demeyi kasteder.

Bu kelime, özellikle Batı Anadolu ve Ege Bölgesi ile bazı büyük şehirlerimizde ise "gericilik" ve "yobazlık" anlamına gelir. Günümüzde bu yörede yaşayan insanlara "Sen şeriatçı mısın?" diye sorulduğunda, genel olarak alınacak olan cevap "Hayır, şeriatçı değilim!" olmaktadır. Çünkü bu yöredeki insanlarımız bu kavramdan gericilik ve yobazlığı anlarlar ve onu kastederler.

Bir de bu kelimenin teknik ve teorik manası vardır. Uzmanına sorulduğunda, bu kelimenin "hukuk" anlamına geldiğini ifade eder. Ancak bu hukuk ile bir ülkede farklı hukuk sistemlerinin uygulanabildiği 'çoklu hukuk sistemi'ni ifade eder. Örneğin, 'Osmanlı Devleti şeriat sistemiyle idare edilirdi' demek; 'Osmanlı Devleti hukuk sistemiyle idare edilirdi' demektir.

Biz, burada İlhan Arsel'in 'Şeriat Sistemi' ile teknik ve uzman anlamını ele alması gerektiğini kabul ediyoruz ve öyle olması gerektiğini öngörüyoruz. Diğer anlamlar, bilgisizlik veya ardniyet olarak değerlendirilebilir. Özellikle  Arsel için bu yakıştırmaları üzülerek kullanıyoruz.

Burada, bu vesileyle bir başka üzücü hususa daha işaret etmek istiyoruz. O da, "Şeriat" sözcüğü ile birçok kimsenin töhmet altına alınması ve mahkum edilmesidir. Prof. Arsel ve benzerleri, şeriat sözcüğünü kullananları töhmet altında bırakınca, ülkemizde eski TCK 163. madde uygulamaları ile birçok insan sadece bu sözü kullandığından dolayı mahkum edilmişlerdir. Yargıtay kararlarında, 'şeriat' ve 'şeriatçı' kelimeleri, suçlu olmak için yeterli kabul edilmiştir. Son yıllardaki Türk hukuk tarihine bakıldığında, bunun sayısız örneği ile karşılaşmaktayız.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Çekilen bütün sıkıntılar,

davranışların aklî değil de

dinî olmasından ileri gelmiştir.

 

"Şüphesiz ki kendi geçmişinden ve geçmişteki felaketlerden ders almamış milletler çoktur. Fakat biz (Özellikle Osmanlı Devleti olarak) bu milletlerin başında gelmişizdir. Bizi uçurumlara sürükleyen olaylar girdabına girdiğimiz ve kötüye gidişi gözlerimizle görür olduğumuz anlarda dahi her şeyi din açısından değerlendirmişizdir; akıl yolu ile kurtuluş çaresi arayacak yerde her şeyi kader felsefesiyle savunur ve çocuk zekâsından ileri gidemeyen buluşlarla avunur olmuşuzdur."(s.XV-XVI)

"Ne Arap Peygamberi Muhammed'in kurduğu devlet ve hükûmet sisteminde, ne de ondan sonraki Hulefayı Raşidun devrinde, ne Emevî'ler ve sonra Abbasî'ler ve diğer İslâm devletlerinde (Gaznevî'ler, Selçuklular ve nihayet Osmanlılarda), anayasalcı, cumhurî ve demokratik diyebileceğimiz bir gelişme görülmemiştir. Aksine sadece istibdat, sadece mutlak hükümdarlık, sadece teokrasi (hem de en olumsuz şekliyle), sadece anarşi ve huzursuzluk, sadece eşitsizlik ve hürriyetsizlik, sadece kölelik, sadece gerilik ve ilkellik ve mutsuzluk görülmüştür. Şeriat'ın var kıldığı siyasal rejimler kişi'nin bin dört yüz yıl boyunca koyun sürüsü örneği yönetilmesi, ve baskılar, zulümler, akılsızlıklar şeklinde yaşatılması sonucunu doğurmuştur." (s.XVII)

"C- Akıl Dışı verilere ve yalan temeline Dayanan devlet

İlerdeki bölümlerde göreceğiz ki Şeriat devleti demek devletin bütün tutum ve davranışlarının AKIL dışı verilere ve daha doğrusu Şeriat esaslarına (özellikle Kur'an hükümlerine) dayatılması demektir. Toplumun yönetimiyle ilgili hiç bir iş yoktur ki hür ve serbest akıl ve muhakeme usulleriyle görülmüş ya da çözümlenmiş olsun... YALAN mekanizması devletin bütün çarklarını döndürmeğe yeterli olmuştur... Her şey akıl dışı ve her şey yalan yolu ile yapılmak, uygulanmak ve çözümlenmek istenmiştir..."(s.18-19)

 

1) TEOKRATİK VEYA BEŞERÎ YÖNETİM

 

Yönetim iki şekilde gerçekleşir:

1- Birincisinde; yönetimin başını insanüstü bir varlık alır. Bu insanüstü varlık istediği kuralları koyar veya kaldırır ve hukuk düzeni içinde ülkeyi yönetir.

2- İkincisi olan diğer yönetim şeklinde ise; her fert Tanrı ile olan ilişkilerini kendisi kurar ve kendi davranışlarını kendi inançlarına göre düzenler. Ortak davranışlar ise anlaşma ve uzlaşma ile doğar. Burada düzeni yönlendiren insan üstü güç değil, insanın kendisidir. Kendisini yaratan Tanrı ise topluluk aracılığı ile fertlere değil; fertler aracılığı ile topluluğa buyurur.

İslâmiyet'e göre;

İnsanlık Hz. Peygamber (s.a.v)'e kadar teokratik usullerle yönetildi. Son Peygamber'den sonra, Allah artık insanlara kendi kendilerini yönetmelerini buyurdu, peygamberliğe son verdi ve 'vahiy' de kesilerek son buldu.

Vahyin yerini 'içtihad ve icmalar' aldı.

Artık Allah, güçlerini sonuna kadar sarfederek araştırma yapan fertlere 'ilham' edecek, fertler de uzlaştıkları ortak noktalarda anlaşarak dünya düzenlerini kuracaklardır.

Demek ki, İslâmiyet'te teokratik yönetim yok, 'beşerî yönetim' vardır.

Teokratik yönetim biçimi İslâmiyet ile nesholmuştur;

yürürlükten kaldırılmıştır.

 

2) TANRI VEYA ELÇİ YÖNETİMİ

 

İslâmiyet'ten önce insanlığın Tanrı adına yönetildiğini söylemiştik.

Bu yönetim biçimini de ikiye ayırabiliriz:

1- Bunlardan bir kısmı kendilerinin Tanrı Elçisi olduklarını söylemişler ve O'nun adına toplulukları yönetmişlerdir. İlâhî kaynaklı medeniyetler olan Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm medeniyetlerinde, inanan mü'minler bunun böyle olduğuna inanmaktadırlar.

2- Buna karşı Eski Mısır, Yunan, Roma ve Batı medeniyetlerinde ise bizzat insanların tanrı veya tanrının oğulları olduklarına inanmış veya inandırılmışlar, böylece doğrudan doğruya tanrı gibi davranarak insanları yönetmişlerdir. Çağımızdaki diktatörler de kendilerini insanüstü güç sahibi gibi göstererek insanları yönetmektedirler.

İslâmiyet;

teokratik yönetim biçimini yürürlükten kaldırmış ve onun yerine 'beşerî yönetim sistemi'ni koymuştur.

Aynı zamanda daha önceki Allah elçilerinin yönetimlerini gerçek boyutları ile takdim etmiş, yöneticilerin insanüstü varlıklar olduğuna dair olan inanca şiddetle savaş açmış ve putperestliği tarihe gömmüştür. O kadar ki, çağımızdaki bazı diktatörler de insanüstü olarak takdim ediliyorlar ama artık hiç kimse onların tanrı olduğunu söylemiyor veya söyliyemiyor.

İslâmiyet'in vurduğu darbe sayesinde, böyle ilkel inanç ve düşünceler artık hiçbir toplumda varlıklarını sürdüremiyor.

 

3) ÇOĞUNLUK YÖNETİMİ VEYA UZLAŞMACI YÖNETİM

 

Beşerî yönetim biçimini kabul edenler de

ikiye ayrılmaktadırlar:

1- Bir kısmı diyor ki; kuvvetli kim ise kanun yapma yetkisine o sahip olsun. Ama kuvvet çoğunlukla yani ekseriyetle temin edilsin. Çoğunluk nerede ise kuvvetli o olsun. Bu sistemi benimseyenlerden bir kısmı çok partili sistemi kabul ediyor ve ekonomik baskılarla sağlanan çoğunluğa inanıyorlar; bir diğer kısmı ise askerî baskı ve dayatma ile sağlanan çoğunluğa inanıyorlar. Yani verilen oylar halkın isteğini değil, kimin kuvvetli olduğunu gösteriyor ve halkın oylarını alanlar iktidar oluyor.

2- Diğer bir görüşe göre ise seçim kimin kuvvetli olduğunu göstermek için değil, halkın isteğini ortaya koymak ve halkı kuvvetli kılmak için yapılmaktadır.

Birine 'çoğunluk sistemi'; diğerine 'çoğulcu sistem' veya 'uzlaşmacı nisbî sistem' denmektedir.

İslâmiyet;

Çoğunluk yani ekseriyet sistemini reddeder ve 'uzlaşmacı nisbî sistem / hak sistemi'ni yani 'çoğulcu sistem'i benimseyip kabul eder.

Bundan dolayıdır ki, çoğunluk kararları yerine 'içtihadlar ve icmalar'ı esas almıştır.

Hükümdarlar yani yöneticiler ve siyasiler, şeriatı uygulamakla yükümlü olup asla kanun yapma yetkisine sahip değildirler.

 

 

4) ZORLAMACI VEYA SERBEST SİSTEM

 

Bir insan düşünün, kendi çıkarını düşünmemekte ve yanlış yollardan hareket etmektedir. Devletin bu duruma müdahale etme hakkı var mıdır?

1- Bazılarına göre devlet polis teşkilatını kurar ve halkı doğru hareket etme yönünde zorlar.

2- Diğer bazılarına göre ise kişi tamamen serbesttir. Devletin polisi yoktur ve kişilere müdahale edemez. Polis ancak suç işleyeni yakalar ve daha önce belirlenmiş cezalara çarptırılması için mahkeme huzuruna çıkarır. Yoksa suçu önleme faaliyetlerine geçemez. Meselâ, silâh yasağı konamaz. Kimseye sen suç işliyeceksin diye o kimsenin hürriyetlerini kısma ve kısıtlama tedbiri uygulayamaz.

 

İslâmiyet'te serbest sistem vardır.

Her vatandaş istediği her hareketi serbestçe ve hür bir ortamda yapar. Yaptığı hareket suç ise ve cezayı gerektiriyorsa, o fiili yaptıktan sonra cezalandırılır.

Hiç kimsenin cüz'î iradesi kısıtlanamaz.

Devletin caydırıcı polisi yoktur; uyarıcıları vardır. Sadece kötülükleri hatırlatırlar, asla müdahale edemezler.

Kişi hukuka teslim olmazsa, o zaman o kimseye savaş hukuku yani askerî ceza sistemi uygulanır.

Sivil hukukta tutuklama ve göz altına alma sistemi yoktur.

İslâmiyet'teki polis teşkilâtı tahkikat müessesesidir; takibat müessesesi değildir.

 

SONUÇ olarak;

Teokratik veya beşerî yönetim, tanrı veya elçi yönetimi, çoğunluk yönetimi veya uzlaşmacı nisbî sistem, zorlamacı veya serbest sistem konularını, aralarındaki farkları vurgulayarak anlatmış olduk.

İslâmiyet, Hz. Peygamber (s)'den önce 'teokratik elçi sistemi'; Son Peygamber'den sonra 'uzlaşmacı beşerî sistem'dir. Bu durumda Son Peygamber'in yaşadığı devir 'geçiş dönemi' olarak isimlendirilebilir.

Burada önemli bir hususu daha hatırlatalım. 'Din' ve 'düzen' olarak 'İslâmiyet'in iyi öğrenilmesi ve anlaşılması gerekir. Ancak bu gerçek ve sağlıklı bilgiye ulaştıktan sonra İslâmiyet hakkında hüküm verebiliriz. Onun iyi veya kötü, faydalı veya zararlı, doğru veya yanlış olduğunu anlayıp kavrayabiliriz.

Aslında her okuyucu ve her insan, ne bize ne de Arsel'e inanmak mecburiyetindedir; ama her yerde her türlü söz ve görüşe kulak vermek ve en iyisine uymakla yükümlüdür. Gerçeği yani ilmi aramak, kadın erkek bütün insanlara farzdır.

İslâmiyet bunu emrediyor.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Türkler İslâmiyet'i bozmamış,

aksine İslâmiyet Türkleri despotik yönetime sevketmiştir.

 

"Her hususta bu böyle olduğu gibi siyasî hukuk açısından da ayni akılsız gidişi görmekteyiz. Osmanlı devletinin Anayasalcı ve demokratik bir sisteme girmeyip "Mutlak ve müstebid hükümdarlık" şeklinde kalışı da Şeriat'a saplanmışlıktan değil midir?."-(s.XVI)

"Daha ilk ortaya çıktığı tarihten bugüne gelinceye kadar Şeriat devleti uygulama-larında "Despotizm'den", "Mutlakçılık'tan", "Keyfi'likten", "Totalitarizm'den" ve "Hürriyetler dışı rejim'lerden" başka şey görülmediği halde Şeriat devleti sistemine özlem huyundan vazgeçememişizdir..."(s.XVII)

"Bu kitabımızda biz Islâm ülkelerinde Anayasalcı ve demokratik gelişmenin olamayışı nedenlerini eleştirecek ve bu nedenlerin tabanında yatan kusurların ve kötülüklerin Şeriat'tan doğma olduğunu göreceğiz; ve şunu anlatmağa çalışacağız ki Islâm'da ve Islâm ülkelerinde iyi ve mutlu bir devlet yönetimini ve anayasalcı ve demokratik gelişmeleri engelleyen ve yok eden NEDEN Türkler'den ziyade Türkleri kötü yönetici ve mutlakiyetci ve despotik yapan Şeriat düzeni ve zihniyeti olmuştur. Osmanlı Devleti, Diktatorya veya "Mutlak Monarşi" diye nitelendirebileceğimiz bir devlet değil ve fakat onun da ötesinde "Istibdat" (Tirani /tyrannie) deyimiyle tanımlayabileceğimiz bir devlet idi...

(Diktatorya ile İstibdat rejimleri arasındaki farkları Raymond Aron, "Democratie et Totalitarisme" Paris 1965, adlı kitabında inceler. Bk. Sh. 373 ve d.)"(s.XX)

 

 

1) İRSÎ VEYA ÇEVRE ETKİLERİ

 

Hiçbir insan veya topluluk yoktur ki atalarından kendilerine bir özellik geçmesin. Yine hiçbir canlı, insan veya topluluk yoktur ki, çevrenin etkisinde kalmasın.

Elbette Türkler de kendi irsî özellikleri ile İslâm Medeniyeti'nin oluşmasında etkili oldular ve katkılarda bulundular. İslâmiyet de onlar üzerinde çeşitli boyutları ve yönleri ile etkili oldu. Zaten Selçuklu ve Osmanlı devlet ve medeniyetleri bu etkilerin tesiriyle doğdu. Bu etkileşim karşılıklı olarak müsbet ve iyi yönlerde olmuştur. Aksi halde yakın çağın bu en güçlü devletleri doğmaz ve var olamazlardı.

İslâmiyet;

Kavimlere hayırda yarışmalarını emreder ve iyi yolda olanların başarılı olacaklarını söyler.

Türkler de başarılı ve büyük devletler kurup medeniyetler oluşturduklarına göre; İslâmiyet Türkler'e iyi gözle bakar ve müsbet karşılar.

 

2) ÜSTÜNLÜK VE EŞİTLİK

 

Bazı görüşlere göre esas olan uluslardır ve üstün uluslar vardır. Üstün uluslar diğer ulusları yönetme hakkına sahiptirler. Onlar açısından diğer insanlar, hayvan mesabesindedirler. Nasıl insan ile inek eşit değilse; üstün ırkla diğer ırklar da eşit değildir.

Buna karşı, insanların uluslar halinde bölündüğünü kabul etmekle beraber, üstün ırkların varlığını reddeden görüş sahipleri de vardır. Her ulus gösterdiği çaba sonucunda yaptığı iyiliklerde ve iyiniyetlerde üstün olabilir. Üstünlük takvadadır.

İslâmiyet;

Üstün ırk nazariyesini ve görüşlerini kesinlikle reddeder.

Ulusların varlığını kabul eder ve onların hayırda yarışmalarını ister.

Yeryüzündeki hangi ulus insanlığa daha çok hizmet edersee;

İslâmiyet açısından o ulus beğenilir ve takdir edilir.

Hizmeti ve hayırda yarışı bırakan ulus da helâk olur.

Hele şer yarışına girerse tamamen yok olup gider.

 

3) TÜRK - ARAP AYIRIMI

 

İslâmiyet, Arap Yarımadası'nda doğdu.

Başlangıçta Araplar ve İranlılar arasında yayıldı. Sonra Türkler de Müslüman oldular. Türkler özellikle 'Haçlı Seferleri' döneminde Avrupalılar ile çetin savaşlara ve çatışmalara giriştiler. Bu çatışmalar çağımızda da hâlâ devam ediyor...

İslâmiyet'in yeryüzünde yayılmasında birçok kavmin katkısı vardır; kiminin az kiminin çok, kiminin iyi kiminin kötü. Ancak katkıların toplamı iyi ve müsbettir.

Bugün bunları sözkonusu etmek ve bazı olumsuzlukları saptırmaya çalışmak; kanaatimizce başka hiçbir sebepten değil ama sadece ve sadece Batı emperyalizminin ajanı olmaktan ileri gelir.

İslâmiyet ve Kur'ân;

Herhangi bir kavme 'siz iyilik yapmazsanız ve hayırda yarışmazsanız Allah sizin yerinize başka bir kavmi getirir ve o hayırlı hizmetleri onlara yaptırır' diyor.

Araplar yapmayınca İranlılar İslâm sistem ve medeniyetine hâdim ve hâkim oldular; onlar da yapmayınca Türkler o çağın İslâm sistem ve medeniyetine hâkim ve hâdim oldular.

Çağımızda da Türkler bu hizmetleri yapmamakta ısrar ederlerse, başka bir kavim hizmet bayrağını devralır ve 'Yeni İslâm Medeniye-ti'ni oluşturur. Kim bilir, belki Afrikalı Zenciler, belki kutuplardaki Eskimolar veya hiç akla gelmeyecek bir ulus bu şerefe erişebilir.

 

4) İSLÂMİYET VE MEDENİYET

 

İslâmiyet Allah'ın insanlara bir öğretisidir.

Adam (a.s)'dan Son Peygamber (s)'e gelinceye kadar aynı öğreti getirilmiştir. Son Elçi Muhammed, insanlığa en son kitap olan Kur'ân'ı tebliğ etmiş ve 'Birinci İslâm Medeniyeti'ni kurmuştur. O medeniyeti Araplar, Farisiler ve Türkler yaşatıp geliştirmişlerdir. İslâmiyet'e ve sistemine uyabildikleri kadar uymuşlar ve günümüze kadar getirmişlerdir. Birkaç asır sonra 'Birinci İslâm Medeniyeti' yaşlanmış ve tarihteki yerini almıştır. Bu durum her topluluk, ulus ve medeniyet için mukadder bir sonuçtur. Her canlı ölümlüdür.

Din ve düzen olarak İslâmiyet, bütün varlığı ve olanca dinamizmi ile onu anlayıp uygulayacak, kavrayıp tatbik edecek insanları beklemektedir. Yeni ve 'İkinci İslâm Medeniyeti' Kur'ân'a dayanacak ama 'Birinci İslâm Medeniyeti'nin bir uzantısı olmayacaktır. Yeni medeniyeti yeni insan ve uluslar, değişik görüş ve içtihatlara göre kuracaklardır. Çağdaş yeni içtihatlar ve yeni icmalar oluşacaktır.

Bizim size anlatmak istediğimiz, Allah'ın Son Elçisi ile insanlara tebliğ ettiği İslâmiyet'tir. Prensibimiz budur. Bunun gayret ve çabası içinde olacağız. Yoksa bizler bazılarının yaptığı gibi 'Birinci İslâm Medeniyeti'ni ele almayacağız. Geçmişten ilham alacaksak alalım. Buna bir sözümüz yok. Ama artık bırakalım da biz geçmişte değil; yenilenmiş ve çağdaş yani olması gereken şekliyle geçmiş bizde yaşasın.

Bizler, geçmişteki o medeniyeti kuranları ve devam ettirenleri kesinlikle kötülemeyeceğiz; ama din ve düzen olarak İslâmiyet'ten uzaklaştıkları noktalar ve yerler olmamıştır da demiyeceğiz.

İslâmiyet,

Medeniyetleri doğuran ve yaşatan bir kaynaktır;

bizzat medeniyetlerin kendisi değildir.

Medeniyet, çevrenin ve insanların etkisiyle oluşur.

Çağdaş ve Yeni İslâm Medeniyeti,

eski İslâm Medeniyeti'nin irsî özelliklerini taşıyacak,

ama onun çevre özelliklerini taşımayacaktır.

SONUÇ olarak;

Daha önce irsî ve çevre özelliklerini anlatmış ve İslâm Medeni-yeti'nin Arap, Fars ve Türk çevresinde oluştuğunu, ona göre şekillendiğini söylemiştik. İslâmiyet‘in kendi başına bir medeniyet olmayıp değişik medeniyetlere ortak irsî özellikler veren bir düzen ve kaynak olduğunu belirtmiştik.

İslâmiyet'in bu özelliklerini öğrenmek ve bilmek gerekir. Bunu kabul etmek veya reddetmek ayrı bir şeydir. Bu durum iman ve küfür konusuna girer.

Ama çevre etkilerini İslâmiyet diye takdim etmek, ilmî gerçeklere ve mantığa uymayan çok büyük bir yanlıştır. Açık bir sapıklık ve saptırmadır.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet savaş dinidir.

 

"Yeryüzünde "Dar-ül İslâm" (yani Müslümanların yaşadıkları yerler) ve "Dar-ül Harb" (yani Müslüman olmayanların diyarı) diye ikiye bölen ve "Dar-ül İslâm"da yaşayanları "Dar-ül Harp"te yaşayanlara karşı savaşlar açmaya ve "Dar-ül Harp" tüm olarak ele geçirilinceye kadar savaş halinde kalmaya zorlayan emirleri din emirleri olarak gösteren İslâm, ölümlere gözü kapalı katılan insan tipi yaratmasını bilmiştir. "Cihad" unsurunu din ve iman'ın gereği gibi görmek yanında bir de Müslüman erkeğine en güzel "cennetleri", Cennetlerdeki "Siyah gözlü hürileri", ve "Memeleri yeni sertleşmiş genç kızları", "Hurma ağaçlarını", "Yeşil Irmakları" "genç delikanlıları", v.s.. vaad suretiyle (Cennet'in bu şekilde tanımı al - Naba Süresinde (ayet 33) yapılır. (A. Gölpınarlı çevirisine bakınız) Askerî meziyeti ve cesareti olmayan Arapları bile savaş gücüne sahip insanlar haline getirebilmiştir. Kafa ve zekâ gücünün henüz gelişmediği çağlarda ve silah tekniğinin henüz oluşmadığı dönemlerde kol ve kılıç ve kuru cesaret sayesinde İslam orduları, bu belirttiğimiz cennet vaadlerine ve Tanrı magrifetine kavuşabilmek için "Şehid" olmayı en büyük mutluluk saymış ve bu nedenle oldukça büyük başarılar sağlamışlardır. Askerî meziyetleri zaten ötedenberi çok yüksek olan Türkler İslâm'ın savaşı yücelten ve kişilere hem maddî ve hem de manevî çıkarlar (yani bir yandan ganimetler diğer yandan cennetler, v.s.) sağlayan yönleri sayesinde daha da güçlü hale gelmişler ve askerî zaferler tarihinde ün yapmışlardır.

Ancak ne var ki askerî meziyetlere yönelmişlik ve savaşı kutsal bir meşgale olarak görmüşlük İslâm toplumlarını ve özellikle Türkleri her alanda ve daha doğrusu uygar yaşamlar ve demokratik gelişme konularında pek geri ve pek zavallı bırakmıştır."(s.XXVI)

 

1) DÂR-I HARB VE DÂR-I İSLÂM

 

Kavimler yeryüzünü parsellemiş ve kendilerine devletler kurmuşlardır. Bu devletler ülkelerinin iç ve dış güvenliğini sağlamışlardır. O ülkede yaşayanların uymaları için mevzuat geliştirmişlerdir. O topraklara girenler, o ülkenin mevzuatına, yani şeriat veya kanunlarına uyacaklardır.

Devletler genel olarak hakkı üstün tutan mevzuatı uygularlar. Sonuçları değil de fiilleri cezalandırır ve kişiyi sorumlu tutarlar. Ancak bazı zamanlarda bu sivil veya medeni hukuk işe yaramaz olur ve devlet tehlikeye girer. İşte o zaman kısmen veya tamamen seferberlik için karar alır ve harb hükümlerini uygular.

Savaş hukukunun uygulandığı yerlere 'Dâr-ı Harb', barış hukukunun uygulandığı yerlere de 'Dâr-ı İslâm' denir. Yazar, müslümanların yaşadığı yere 'Dâr-ı İslâm', diğerlerinin yaşadığı yere 'Dâr-ı Harb' denir, diyor. Bu fahiş bir hata ve cehalettir. Tam tersine, 'Dâr-ı İslâm'da tarih boyunca her dinden insanlar yaşamıştır.

 

İslâmiyet'te asıl hedef barıştır.

Dünyanın her tarafının barış içinde olması ve barış hukukunun uygulan-ması istenir.

Ancak bir yerde barış hukuku uygulanmıyorsa, orada barış hukukunu tesis etmek de farz olabilir. Bunu gerçekleştirmek için yapılacak olan mücadeleye de 'cihad' denir.

Cihad, yeryüzündeki bir yeri 'Dâr- Harp'ten çıkarmak için yapılan cehd ve gayrettir. Bunun gerçekleştirilmesi için de savaş en son başvurulacak bir araçtır.

 

2) DÂR-I İSLÂM VE DÂR-I TERK

 

Yeryüzünde üç çeşit devlet vardır:

1- Pasaport ve vize olmaksızın herkesin o ülkeye serbestçe girebildiği, normal vergi dışında gümrük vergisinin olmadığı, her türlü malların giriş ve çıkışının serbest olduğu ülkeler vardır. Bu ülkelere 'Dâr-ı İslâm' denir. Bu ülkelerde halkın ve yöneticilerin tamamının Müslüman olup olmaması asla önemli değildir. Önemli olan mesele, ülkeye giriş ve çıkışların serbest olup olmamasıdır.

2- İkinci tip ülkelerde ise giriş ve çıkışlar izne tâbidir. Pasaport, vize ve gümrük vergisi mecburiyeti konmuştur. Bu ülkelere 'Dâr-ı Harb' denir. Çünkü bu ülkelerdeki insanlar fiilen esirdirler.

3- Bir de bu ikisinin dışında kalan üçüncü tip devletler vardır. Ülke içine girmek izne tâbidir. Giriş için vize istiyor ama çıkış tamamen serbesttir. Böyle ülkelerin vatandaşları istedikleri zaman dışarı çıkabildikleri için bu ülke dâr-ı harb değildir ama ülkeye girme yasağı olduğundan dâr-ı İslâm da değildir; bu tür ülkelere de 'Dâr-ı Terk' denir.

İslâmiyet'e göre;

Eğer bir ülke İslâm ülkesi ise orada hiç Müslüman olmasa da, halkı ve yöneticileri Müslüman olmasa da, o ülke ile asla dinî savaş yapılamaz. Sadece o ülkeye girilir, İslâmiyet anlatılır ve tebliğ edilir.

Eğer bir ülke dâr-ı harb ise oradaki esirleri kurtarmak amacıyla o ülke ile savaş yapılabilir ve orası dâr-ı İslâm hâline getirilir. İslâm devletinin gücü yetiyorsa bunu yapmak başlıca görevidir.

Dâr-ı terk ile ekonomik ilişkiler kesilir ama harb edilmez. Onlar saldırmadıkça onlara saldırılmaz.

 

3) UZLAŞMA VE ÇATIŞMA

 

Bir devleti nasıl kurarız?

Ya oturur anlaşma yaparız ve uzlaşırız. Bu durumda neye göre uzlaşa-cağız? Şüphesiz aramızdaki hakem akıl ve ilim olacaktır. Din veya felsefe olamaz. Çünkü karşımızdakilerin bir dünya görüşleri vardır ve bundan taviz veremezler. Ama akıl ve ilim orta yolu bulur ve anlaşırız.

Yahut elimize silâh alır ve savaşırız. Kim galip gelirse, devleti o kurar ve ülkeyi yönetir.

Biz Türkiye'yi savaşarak kurmadık. Tam tersine düşmana karşı uzlaştık ve kurduk. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu kuruluş şekli unutuldu ve iktidarda olanlar zor kullanarak bizi yönettiler. Sonra tekrar uzlaşma yolları aranmaya başlandı ve hâlâ da aranıyor.

İslâmiyet diyor ki;

Eğer bir ülkede kuvvet hâkim olmuşsa, uzlaşarak o ülkede yaşamaya devam edebilirsiniz; ama uyarma ve çağrıda bulunma yani tebliğ görevini bırakamazsınız.

Şayet o ülkede fikir hürriyeti de ortadan kalkmışsa, artık o ülkede durmayın ve göç edin. Ama her ne suretle olursa olsun, göç etmeden idari otoriteye karşı çıkmayın. Anarşi çıkarmayın.

Biz her zaman uzlaşmaya hazırız. Biz, eğer bizimle birlikte yaşamak istemiyorsanız, göç etmeye de hazırız. Ama kuvvete boyun eğip inançlarımızdan vazgeçeceğimizi düşünüyorzanız, yanılıyorsunuz. Biz, birçok şeyden vazgeçeriz ama inançlarımızdan asla vazgeçmeyiz.

 

4) AKILCILIK VE AKILSIZLIK

 

Dünyada herkes kendisinin en akıllı insan olduğunu zanneder. Akıllılar zaten akıllı oldukları; akılsızlar da akılsız oldukları için kendilerini akıllı zannederler.

Biz diyoruz ki; bu kâinatı Allah yarattı, onun kanunlarını en iyi O bilir ve Kur'ân da O'nun kitabıdır; ona uymalıyız.

Siz de diyorsunuz ki; Allah yoktur, olsa bile Kur'ân Allah'ın kitabı değildir, ona uymayalım; Atatürk'e uyalım. Niçin? diye sorduğumuzda da, o mucize yarattı, o 'tanrı'dır diyorsunuz. Kâinatı vareden, insanı ve Mustafa Kemal'i yaratan bir varlık yoktur, diyorsunuz. Aksini iddia edenler yalancıdır, diyorsunuz. Önce bizler gibi yaratılan ve varedilen; daha sonra da yok edilen Mustafa Kemal daha iyi biliyor, diyorsunuz.

Acaba hangimiz daha akıllıyız? Kim akılcı, kim akıl dışı? Biz diyoruz ki; Mustafa Kemal "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" demedi mi? "Elimizde tuttuğumuz meş'ale müsbet ilimdir" demedi mi? Öyleyse geliniz sizinle ilim ve akıl çerçevesinde tartışalım. Ne biz Kur'ân'dan ve Allah'tan bahsedelim, ne de siz Mustafa Kemal'den ve Batı'dan bahsedin. Her mes'eleyi ve maddeyi ayrı ayrı ilim ve akıl çerçevesinde tartışalım; uzlaştığımız noktalarda birlikte hareket edelim; uzlaşamadığımız noktalarda siz sizin yolunuza biz de kendi yolumuza gidelim, diyebilelim.

Ne siz bizlere saldırın, ne de biz sizlere saldıralım.

İslâmiyet;

Dinde zorlamayı ortadan kaldırmış ve

sadece din hürriyeti için yapılan savaşları meşru görmüştür.

Savaş, hürriyet ve barışın sağlanması için yapılır.

Bunun dışındaki savaş gerekçeleri geçersizdir.

İslâmiyet savaş değil barış dinidir.

SONUÇ olarak diyebiliriz ki;

İslâmiyet'te savaş durumlarında savaş hukukunun uygulandığı yerler vardır ve bu durumda olan yerlere 'Dâr-ı Harb' denir. Giriş ve çıkışın serbest olduğu ve barış hukukunun uygulandığı yerlere 'Dâr-ı İslâm' denir. Çıkışın serbest ama girişin yasak olduğu yerlere de 'Dâr-ı Terk' denir.

Dâr-ı İslâm ile ekonomik ilişkiler kurulur.

Dâr-ı Harb'e ise savaş yani cihad ilân edilir.

Dâr-ı Terk'e ekonomik boykot ve ambargo uygulanır.

İslâmiyet'te isyan ve anarşi yoktur.

Yönetimle uzlaşamayanların 'hicret' etme hakları vardır.

Bizim görüşümüze göre, İslâmiyet budur.

İslâmiyet'te savaş veya cihad, din ve vicdan hürriyetinin olmadığı Dâr-ı Harb olan bir ülkeyi Dâr-ı İslâm yapmak için yapılır. Yoksa orada yaşayanları Müslüman yapmak için değil.

Kur'ân'ın getirmiş ve bize öğretmiş olduğu İslâmiyet budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

İslâmiyet her hususta hüküm koymuştur,

İslâmiyet'te aklın yeri yoktur ve

siyasetçilerimiz yanlış hareket etmektedirler.

 

"Böyle olduğu halde bugün hâlâ ülkemizde Şeriat devleti sistemine ve düzenine özlem duyanlar ve bunun propagandasını yapanlar çoktur ve gittikçe de çoğalmaktadır.

Siyasetçilerimizin büyük çoğunluğu, oy koparmak hırsiyle, halk yığınlarını, açık ya da gizli şekillerde, Şeriat devleti ortamına hazırlamaktan geri kalmamaktadırlar. Atatürk'ün büyük bir mucize eseri olmak üzere Şeriat karanlıklarından kurtardığı bu milleti, belki de hiç eleştirmedikleri ve gözden geçirmedikleri bir orta Çağ yaşamına sürüklemektedirler. Bazı partiler, Şeriat devletini geri getirme niyetlerini acıkca belirtmekte, bazıları ise bu takdiğe başvurmadan Şeriat devleti uygulamasına yönelmektedirler; ellerine iktidar zerresi geçirdikleri an Şeriat kurallarını uygulamanın çarelerini aramakta ve bulmaktadırlar. 1974 yılı başlarında Türkiye'de iş görmekte olan Koalisyon hükûmetinin sağcı kanadına mensup Bakanların (ve Başkan yardımcısının) Cumhuriyet Anayasasını bir kenara atıp Kur'ân'ı devlet Anayasası şeklinde görür oldukları ve hükûmet icraatını Şeriat hükümlerine ve esaslarına oturtmağa çalıştıkları ve örneğin Türk Ceza kanunundaki uygar ceza usullerini değiştirip yerine 1400 yılı önceki ilkel ceza sistemlerini (hırsızlık cezası olarak bilek kesme gibi) yerleştirmek istedikleri görülmüştür. Devlet bütçesinin milyarları aşan bölümleri din eğitimine, ibadete ve cami'lere ayrılır olmuştur. Bütün bu karanlığa gidiş cabaları Şeriat yaşamlarının ve Şeriat devleti uygulamasının ne demek olduğunun AKIL sahibi insanlarımız tarafından bilinmemesinden doğmaktadır. İki şey'den biri, ya Atatürk'ün bu milleti sürüklemeğe çalıştığı AKILCILIĞI benimseyeceğiz ve bu suretle demokrasi ve uygarlık doğrultusunda yürüyeceğiz, ya da bütün yaşamlarımızı Orta çağ usulu gökten inme kurallara uydurarak yok olup gideceğiz."(s.XXVII-XXVIII)

 

1) DİNÎ VE KAZAÎ HÜKÜMLER

 

İslâmiyet'te iki çeşit hüküm vardır:

1- Bunların bir kısmı dinîdir. Yani kişinin kendi başına yaşarken, nasıl yaşaması ve davranması gerektiğini öğreten hükümler vardır. Bu hükümler, başka insanlarla olan ilişkilerde nasıl davranılacağını da içerir.

2- Diğer kısmı ise kazaî hükümlerdir. Bunlar topluluk içinde uygulanacak kaideler bütününü içerir. Bu kaideler, sonunda mahkemelerin bağlayacağı hükümlere uymaktır.

Kişi dinî hükümlerde diğer insanlara karşı hürdür; ancak Allah'a karşı hür değildir. Tayyibâtı (iyilikleri) işlerse mükâfat görecek; habisâtı (kötülükleri) işlerse cezalandırılacaktır. Ancak insan bu konudaki hesabı doğrudan doğruya Allah'a verir ve bu hesabı görmek için Allah'ın yeryüzünde yetkili bir halifesi yoktur. Bu kural peygamberler için de geçerlidir.

Diğeri ise topluluğun anlaşarak ve uzlaşarak oluşturduğu kurallar bütünüdür. Uzlaşırken, herkes kendi inanç ve içtihatlarına göre öneriler getirecektir. Kur'ân, burada ve bu konuda da pek çok hükümler ihtiva eder. Bunlar düzenle ilgili hükümlerdir. Ancak uzlaşma olduktan sonra, artık dört delil değil de uzlaşmada kabul edilen hükümler geçerli hâle gelir. Buna 'maruf' ve 'münker' denmektedir.

İslâmiyet;

İnsanların Allah'ın emirlerine göre hareket etmelerini emreder.

Aynı zamanda uzlaşmayı ve bu uzlaşmada sözünde durmayı emreder.

Allah'ın emirlerine karşı gelmek kadar, sözde durmamak da günahtır.

Çünkü bu da Allah'ın emridir.

 

2) AKLÎ VE NAKLÎ DELİLLER

 

Ateşin yakması delildir. Bunu her insan her zaman deneyerek araştırabilir. Ancak birçok olay vardır ki, bunun tahkiki mümkün değildir. Meselâ, İstanbul'u Fatih fethetmiştir. Bunu başkalarından duyup öğrenebilirsiniz.

Böylece şunu anlıyoruz ki, deliller 'naklî' ve 'aklî' olmak üzere iki çeşittir. Deney dışındaki herhangi bir şeye inanmayan düşünürler olduğu gibi; güvenilir kimselerin nakillerinden başka bir şeye inanmayan skolastikler de vardır.

Nakil sağlam bir delil değildir, ancak en çok yararlanılan bir delildir. Akıl çok sağlam bir delildir, ama en az yararlanılan bir delildir. Çünkü ateş yakar, bunu aynı zamanda araştırabilirsiniz de; ama oraya kadar gidemiyorsanız Nil'in denize doğru aktığını yine başkalarından duymak zorundasınız.

İslâmiyet;

Aklı da nakli de delil olarak kabul etmiştir.

Akla 'ilmî delil', nakle ise 'amelî delil' denilmiştir.

İmanı akla dayandırmış, ameli ise

akılla kontrol edilen nakle dayandırmıştır.

İslâmiyet'te akıl nakilden daha çok güvenilir bir delildir.

Nakil ise kendisinden daha çok yararlanılan bir delildir.

Kitap nakildir; hikmet ise akıldır.

Kitap ve hikmetin uyuşması ise gerçekleri ortaya koyar.

Bundan dolayıdır ki nakil ile akıl çeliştiğinde,

nakil akla göre tevil edilir, kuralı vardır.

 

3) YÖNETİLEN VE YÖNETENLER

 

Topluluklarda yöneten ve yönetilen sınıf vardır. Bugün, bürokratlar ve onların başındaki hükümet yöneten sınıf, halk ise yönetilen sınıftır. Meclis de, yönetilenlerin yönetenler nezdindeki temsilcileridir. Ne yönetir ne de yönetilirler.

Bu hususta iki görüş vardır:

1) Birinci görüş, kuvvetlinin yönetmesi, zayıfın yönetilmesi görüşü.

2) İkinci görüş, halkın kendi kendisini yönetmesi görüşüdür. İç ve dış güvenliği sağlayan yönetici olacaktır.

Bir diğer görüşe göre, herkes zorunlu olarak yönetici olmalıdır. Bugünkü uygulamada ise memur olabilen kimse yönetici olmalıdır.

İslâmiyet;

İnsanlara ilmî, dinî ve medenî haklarla birlikte

bir de siyasî haklar tanımıştır.

Siyasî haklar yönetme hakkıdır.

İlmî, dinî ve medenî haklar herkesin tabiî haklarıdır.

Vazgeçilemez ve başkalarına da devredilemezler.

Siyasî haklar ise savaşma külfetini getirmiştir. İnsanları zorunlu olarak savaştırmamak için, kişiler siyasî haklardan vazgeçmek şartıyla askerlik hizmetinden muaf tutulmuştur. Bunlara 'zımmî' denmektedir. Diğerlerine de fıkıhta 'müslim'; Kur'ân'da 'mü'min' denmektedir.

İsteyen zımmîler her zaman muharip sınıfa geçebilir ve siyasî haklara sahip olabilirler. Zımmî ve müslim ayırımında din ayrılığının rolü yoktur. Bu ayrılık uygulamada olmuştur.

 

4) ATEİZM VE LÂİKLİK

 

Bir devletin yönetimine eğer bir dünya görüşü hâkim olur ve o uygulanır, diğerlerine de hayat hakkı tanımazsa, bu yönetim biçimine 'ateizm' denir.

Eğer bir devletin yönetiminde değişik dünya görüşlerinin uzlaşması sonunda ortaya çıkan bir yönetim uygulanır ve her dünya görüşüne hayat hakkı tanınırsa, bu yönetim modeline de 'lâiklik' denir.

Çoğunluk demokrasisinde uzlaşma olmadığı için lâiklik korunamaz. Bu sebeple lâikliği ateizm olarak anlayıp hiç kimsenin bir dünya görüşü olmasın diyerek görüşsüz veya hâkim kuvvetin görüşüne göre ülkeyi yönetmek isteyen görüşlere de bir zamanlar lâiklik denmiştir. Ama artık o görüş tarihe karışmıştır.

İslâmiyet'e göre;

Bir toplulukta her görüşe hayat hakkı tanınır ve

yönetim bu ortak görüşlerin uzlaşması ile oluşur.

Bu anlamda alınmak ve anlaşılmak şartıyla, İslâmiyet de lâikdir.

Ama ateizm şeklinde anlaşılan, dinin devre dışı bırakıldığı ve devlet düzeni dışına çıkarıldığı bir lâiklik anlayışının ise İslâmiyet amansız ve ebedî düşmanıdır.

SONUÇ olarak görülüyor ki;

Dinî ve kazaî hükümler vardır ve

devlet yalnız kazaî hükümlerle ilgilenir.

Aklî ve naklî deliller vardır ve

dünya düzeni ikisini bir arada kullanmakla olur ve oluşur.

Savaşan sınıf yöneticidir ve

nihayet devlet ateist veya lâik olabilmektedir.

İslâmiyet bütün dinî ve kazaî hükümleri insanlara öğretmiştir; ancak kazaî hükümlerin yürürlüğe girebilmesi için aynı yerde yaşayanların da uzlaşarak bu hükümleri kabul etmesi gerekir.

İmanda akıl, amelde nakil esas delil olmakla beraber,

her iki delilin terkibi en sağlam sonuca götürür.

Dinde zorlama yoktur.

Bütün dünya görüşlerine hayat hakkı tanıyan bir düzeni benimser ve bu anlamda İslâmiyet lâik bir düzendir.

 

 

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler