ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
Sam Adian
1173 Okunma
IKTISADI BUYUME VE TOPLUMSAL ETKILER

İktisadi Büyüme

Ve Toplumsal Etkiler

 

 

 

 

 

 

Klasik, Neo-klasik Teoriler:

İktisadi büyüme, hiç şüphesiz bütün ekonomik modellerin ve toplumların en önemli meselelerinden birisidir. Genel olarak üretilen mal ve hizmet kapasitesinde meydana gelen artış olarak tanımlanır. Yani bir ülkenin iktisadi büyümesi, ülkede kişi başına düşen gelirin sürekli olarak artması demektir. Hesaplama yöntemlerini bir kenara bırakılıp gelirdeki artışın üretilen mal ve hizmet miktarındaki artışa endeksli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Klasik ve modern uygulamalarda, pek çok büyüme modeli veya teorisi ortaya atılmıştır. Geliştirilen iktisadi büyüme modelleri, içinde bulunulan sosyal ve ekonomik koşullara göre devlete çeşitli görevler yüklemektedir. Devletin ekonomiye müdahalede bulunmaması öngörülüyor olmasına rağmen, bütün teoriler, devlete aktif veya pasif roller vermiştir. Yani devlet, bir şekilde mutlaka müdahaleci hâle getirilmiştir. Tarihsel süreçte ortaya atılan teoriler, kısaca şöyledir:

Merkantilist Dönem (1450-1750): Merkantilizmin esası devlet yönetimine dayanır. Ekonominin ve devletin birlikte büyümesi ve güçlenmesi esas alınmaktadır. Bu görüş üç temel faktöre dayandırılabilir:

a.    Güçlü devlet hedefi.

b.    Değerli madenlere sahip olma arzusu.

c.     Hazinenin büyüyebilmesi için gerekli görülen dış ticaretin önündeki engellerin kaldırılması.

Fizyokratik Dönem (1750-1776): Fizyokrasi, merkantalist düşünceye tepki olarak doğmuştur. Temelde devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini savunur. Fizyokrasi kelimesinin Yunanca anlamı ‘doğa yasası’dır. Fizyokratlar ilahi bir iradenin evrensel ve aslında mükemmel olan bir doğal düzen ortaya koyduğu düşüncesini benimsemektedirler. John Locke, fizyokrat felsefenin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Fizyokratlara göre ekonomik sistemin temelini kişisel çıkar (self interest) oluşturur. İnsan ve dolayısıyla devlet, her hareketin yararını ve zararını hesaplar ve işbirliği yapmanın gereğini kabul eder. Ünlü sloganları ‘‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’’(laissez faire, laissez passer), bu düşüncenin veciz bir ifadesi olmuştur.

Ekonomide temel sektör olan tarım, harcanandan fazlasını verdiği için büyümenin tek yolu olarak kabul edilir. Sanayinin yararını kısmen kabul eden fizyokratlar, ticarete önem vermemişlerdir.

Klasik Büyüme Teorileri: Fizyokratların savunduğu fikirler, klasik görüşün doğuşuna zemin hazırlamıştır. Liberal akımın doğuşundaki en önemli etken ise sanayi devrimi olmuştur.

Adam Smith’in 1776 yılında hazırlamış olduğu ‘Ulusların Zenginliği’ adlı çalışmasında, bir ülkenin ekonomik büyüme sürecinde sadece sermaye akımlarının değil; aynı zamanda teknolojik süreç, endüstri ve sosyal faktörlerin de hayati rol oynadığı belirtilmiştir. Smith, diğer klasiklerde de olduğu gibi ekonominin sürekli olarak büyümeyeceğini, bir durgunluk sürecine gireceğini kabul etmektedir. Ancak bu sürecin olumsuz bir durum olmadığını savunmaktadır. İyimserdir.

Malthus ve David Ricardo, büyüme sürecinde yaşanacak olan durgunluğu oldukça olumsuz bir durum olarak nitelendirmektedir. Kötümserdirler. Malthus, büyümede en önemli faktör olarak nüfus teorisini geliştirmiştir. Malthus’a göre toplumdaki fakirliğin nedeni, besin maddelerinin üretiminin gittikçe artan nüfusa yetişememesidir. 

Ricardo ise milli gelirin kaynaklarını ortaya koymamış; milli gelirin üretim faktörleri arasında nasıl dağıtıldığını incelemiştir. O, ülkelerin yaşayacağı büyüme ve durgunluk aşamalarını uzun dönemde üretim faktörlerinin milli gelirden alacakları payların belirlediğini ileri sümektedir.

Schumpeter, teknolojik gelişmeleri ekonomik konjonktür içerisinde ele almış; teknolojik gelişme kavramını firmalar arası rekabetin bir aracı ve “yaratıcı yıkım” kavramını tetikleyen bir unsur olarak görmüştür. Yaratıcı yıkım; zayıflayan sektörlerin yıkımı ile ortaya çıkan, söz konusu ekonomilerde yeni teknolojilerin ve endüstrilerin ortaya çıkmasını sağlayan evrimsel bir süreç olarak ifade edilmiş; ekonomik büyüme ve yapısal değişme ile tanımlanan süreç, teknolojik gelişmelerin bir sonucu olarak görülmüştür. Schumpeter’in yaklaşımında teknoloji, aynı neoklasik yaklaşımda olduğu gibi dışsal bir kavramdır ve söz konusu firmalar, teknolojik yenilikleri takip ederek kendilerine uygun olan teknolojileri satın alırlar. 

Sosyalist Büyüme Teorisi: Sosyalist sistemde üretimde kullanılan üretim araçlarının büyük bir kısmı, devlet mülkiyetindedir ve büyüme düşüncesi Marks’a dayanmaktadır. Marks’a göre emek, üretimin değerini belirlediği gibi aynı zamanda büyümenin motorunu da oluşturmaktadır. Marks, büyüme sürecini tam bir dengesizlik olarak görmektedir. Önemli bir sosyalist olan Grigori Aleksandrovic Feldman’ın iki sektörlü büyüme modeli, Alex-ander Erlich ile Evsey Domar tarafından desteklenmiş ve geliştirilmiştir. 

Dışsal Büyüme Teorileri: Bu teoriler, büyümeyi ekonominin iç dinamiklerinden bağımsız olan değişkenler aracılığıyla açıklamaya çalışmışlardır. Buna göre, gelişmekte olan ülkelerde dış borçlanmanın ekonomik büyümeyi arttıracağı savunulmaktadır.

Harrod-Domar (Post-Keynesyen) Büyüme Teorisi: Harrod-Domar modeli, kısa dönemli Keynesyen yaklaşımların uzun dönemli büyüme sürecine uyarlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Harrod ve Keynes arasındaki temel fark, büyüme alanındadır. Harrod’a göre ekonomi sabit bir büyüme oranında dengeli bir şekilde büyüyebilir. Keynes’e göre bu bir mucizedir veya ancak çok ciddi düzenlemeler sonucu ortaya çıkabilecek bir durumdur.

Rosenstein-Rodan’ın Büyük İtiş Teorisi: Dış kaynaklı kalkınmadan bahseden diğer önemli kalkınma teorilerinden biri de Rodan tarafından ortaya atılan “büyük itiş” (big push) teorisidir. Rodan’a göre sanayileşmenin iki yolu vardır:

a.    Herhangi bir uluslararası ilişkiye girmeden dışa kapalı sanayileşme modelidir. Bu modelde uluslararası işbölümüne gidilmediğinden dünyanın bir bölümünde kaynak israfı, diğer bir bölümünde ise kaynak sıkıntısıyla sonuçlanacaktır.

b.    Uluslararası işbölümünün hâkim olduğu dışa açık sanayileşme modelidir. Planlı bir sanayileşmenin başlayabilmesi için yatırımlarda büyük itişin ortaya çıkması gerekmektedir. Bunun için ise yeterli sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Yatırımlarını tasarruflarıyla karşılayamayan azgelişmiş ülkeler için dış yardımların gerekliliğini ortaya koymaktadır. Halkın çabasına karşın dış borçlanma gereklidir.

Rostow’un Büyüme Teorisi: Rostow, gelişmiş ülkelerin deneyimlerini değerlendirerek, endüstrileşme yolunda izledikleri süreci çeşitli aşamalara ayırmıştır ve bu aşamaları gelişmekte olan ülkelerin de geçmesi gerektiğini belirtmektedir. Rostow’a göre büyüme aşamaları şunlardır:

a.    Geleneksel Toplum Aşaması: Ülke ekonomisine tarım sektörünün hâkim olduğu ve teknolojik değişimin olmaması nedeniyle büyümenin durgun olduğu aşamadır. Bu aşamada ekonomi, düşük gelir dengesine oturmuştur ve bu sebeple de tasarruflar yok denecek kadar azdır. Ekonomideki durgunluk, süreklilik kazanmaktadır.

b.    Hazırlık aşaması: Büyümenin belirleyicilerinin ülkede hâkim olmaya başladığı aşamadır. Bu aşamada büyümenin başlaması için gerekli şartlar hazırlanmaktadır. Ekonominin temeli, tarım sektörüne dayalı olmakla beraber artık modernleşme sürecine girilmiştir. Para yatırımı ve tasarruf hızı, milli gelirin yüzde onuna ve daha fazlasına kadar yükselebilmiştir.

c.     Harekete geçiş aşaması: Bu aşamada, harekete geçişi sağlayan temel fakat tek olmayan itici güç, teknolojidir. Bu aşama, özellikle sanayi sektörünün canlandığı ve ziraatta yeni tekniklerin kullanıldığı bir dönemi kapsamaktadır.  Tasarruflar, milli gelirin en az %5 ile %10’u arasında gerçekleşmesi, zirai ürünleri veya hammaddeleri modern metotlarla işleyecek bir veya birkaç imalat sektörünün kurulması, modern ekonomilerde olduğu gibi bir sosyal, siyasi ve hukuki yapının sağlanması gerekmektedir.

d.    İktisadi Olgunluk Aşaması: Artık tasarrufların yatırıma dönüştürüldüğü aşamadır. Bu aşamada gelir artışı, nüfus artışından daha fazladır. Gelirin önemli bir kısmı, sürekli olarak yatırıma aktarılır.

e.    Kitle Tüketimi Aşaması: Bu aşama ise, artık ülkenin büyümede sürekliliği sağladığı aşamadır.

Neo-Klasik (Solow) Büyüme Teorisi: Solow’a göre Harrod-Domar modelinin en dikkat çekici özelliği, modelin uzun dönemde sermaye ve tasarruflar üzerine yoğunlaşmasıdır. Harrod-Domar büyüme modeline göre ekonomi, bıçak sırtı noktasında dengededir. Bunu sağlayan en önemli değişkenler; tasarruf oranı, sermaye-çıktı oranı ve emeğin artış oranıdır. Şayet bu noktadan çok az da olsa bir kayma olursa, ekonomik denge bozulacaktır.

İçsel Büyüme Modeli: Neo-klasik büyüme modeli ekonomiyi, bıçak sırtı denge şartından ve devletin ekonomiye müdahalesinden kurtarmaktadır. Ancak bu kez de bilgi birikimi, teknoloji, beşeri sermaye gibi büyümenin temel aktörlerinin dışsal sayılması gibi yeni bir problem ortaya çıkmaktadır. İçsel büyüme modelleri ise devletin ekonomideki önemini ortaya koymakta ve gelişmiş ekonomilerde durgun duruma girmeden kesintisiz bir büyüme mekanizması geliştirmektedir. Devlet, daha kaliteli sağlık ve eğitim hizmeti sunarak, Ar-Ge ve teknoloji transferlerini teşvik ederek, mülkiyet haklarını koruyup iletişim ağlarını güçlendirerek, dışa açık ekonomik sistemi kurmaktadır. Ayrıca devlet, rekabetin önündeki engelleri kaldırarak ekonomide tekrar aktif bir rol üstlenmektedir.

Genel olarak bu şekilde özetlenebilecek olan iktisadi büyüme teorileri, büyüme için bazı şartların gerekliliğinde hemen hemen uzlaşmaktadırlar:

·      Devletin az veya çok ekonomide rol üstlenmesinin gerekliliği,

·      Büyüme için tasarrufun gerekliliği,

·      Borçlanmanın büyümeyi etkileyeceği gibi temel gereklilikler üzerinde neredeyse ortak bir algı vardır.

Yani, halk tasarruf edecek, bu tasarruflar sermayeyi kontrol edenler veya devlet tarafından borç kabul edilerek yatırımlarda kullanılacak, büyüme sürekliliğinin sağlanabilmesi için halk borçlandırılarak dış kaynaklarla desteklenecek ve böylece istihdam olanakları yaratılırken üretim artacak ve büyüme gerçekleşmiş olacaktır. Bu süreçte devlet sermayeyi koruyacak ve ekonomide aktif veya pasif olarak yer alacaktır. Burada asıl mesele, tasarrufa dayalı olan sistemde tasarruf sahibinin gelirden ne kadar pay alacağı sorunudur. Çeşitli farklılıkları olmakla birlikte, bütün iktisadi büyüme teorileri tasarrufa dayanır. Buna rağmen tasarruf sahibinin büyümeden dolayı alacağı pay, enflasyon kadar bir faizden ibarettir ve tasarruf sahibi zaten borçludur. Yani sermaye veya devlet, halkın tasarruflarını karşılıksız olarak kullanır. Buna karşılık, sermaye beslenirken, yatırımlar ancak sermayenin tercih ve beklentilerine göre şekillenir. Öte yandan tasarruf sahibinin gelirden aldığı pay, tasarrufundan elde edilen fayda ile ters orantılıdır.

İslam İktisat Teorisi ve Büyüme:

İktisadi büyüme için gerekli olan şartlar, toplumun sahip olduğu iş gücü ve üretim kapasitesine bağlıdır. Bunun için borçlanmaya gerek yoktur ve toplumun emek birikiminden elde edilecek olan tasarruf, yatırımlar için yeterlidir. Halk gelirden yaptığı tasarruf ile yatırım ve dolayısıyla üretimi destekleyerek süreklilik kazandırmış olacaktır. Buna bağlı olarak tam istihdam oluşacak ve üretim olanaklarındaki verimlilik artışı (marjinal üründeki büyüme) büyümeyi sürekli hâle getirecektir. Çünkü üretim devam ettikçe emeğin marjinal ürünü de çoğalacaktır. Yani tasarruf edilebilir miktardaki artış (artık emek) büyümenin motorunu oluşturur.

Tasarruf sahibi, birikimlerini sisteme aktarmakla, bir yandan sahip olduğu üretim araçlarının geliştirilmesini desteklerken diğer yandan tasarrufundan elde edilen faydanın da doğrudan sahibi olur. Çünkü birikimini kimseye borç vermemiş; üretim araçlarına doğrudan ve güvenli bir şekilde yatırım yapmıştır. Bu nedenle büyüme için iki temel koşulun gerçekleşmesi gerekir:

a.    Üretim sürekliliği ile tasarruflardan elde edilen birikimin üretimde kullanılması sonucu olanakların geliştirilmesi ve çoğalması.

b.    Tasarruf sürekliliği ve birikimlerden elde edilecek olan faydanın tasarruf sahibine geri dönebilir olması.

*Nüfüs, sermaye ve teknoloji etkisi sonucu Büyüme

Pratikte üretim arttıkça, marjinal faydadaki artış büyümeyi kendiliğinden gerçekleştirmiş olacaktır. Yani “kâr” elde edildiği sürece büyüme kaçınılmaz olur. Bu durumu şöyle açıklamak mümkündür: A miktardaki gelir seviyesine göre belirlenmiş olan değer, fiyatı da belirleyecektir. Ancak “kâr” emeğin marjinal ürünüdür ve fiyata ilave edilmek zorundadır. Yani kâr olmadan satış olmaz. Bu da bir sonraki dönemde zorunlu olarak büyümeye neden olur. Yani A noktasında 100 birim gelir varken, dönem içinde fiyata eklenecek olan 1 birim kâr, B noktasında gelirin 101 birim olmasına neden olacaktır.

Teknolojik olanaklar, sadece emek miktarını etkiler. Yani teknolojinin varlığı, emek miktarını azaltıcı değil; üretime olan katkısı sayesinde emek miktarının daha verimli kullanılmasına yardımcı olacaktır. Ne var ki bu durum, büyüme üzerinde doğrudan etken değildir. Çünkü birim zamanda üretilen miktarda meydana gelen artış, fiyat ile ters orantılıdır. Öte yandan üretimin artması için talebin artması gerekir. Bu da satın alma gücünün artmasına bağlıdır. Üretim çoğalırken fiyatlarda belirgin bir düşüş gözlenecek; bu nedenle de büyüme, sabit kalacaktır. Bu durum, gelirin tüketimdeki payını artırmış olacaktır. Fiyatların düşmesi ile tasarruf miktarında artış olasılığı, göz ardı edilemez. Mal ve hizmetlere erişimin kolaylaşması, toplumsal dengenin oluşmasına da katkı sağlayacaktır.

Tasarrufların sürekli ve ivmesel çoğalma eğiliminde olması nedeniyle, yatırım da süreklidir. Bu durum, gelirin sürekli olarak artma eğiliminde olmasını gerektirir. Gelir artışı, ücret artışını da zorunlu hâle getirecek; birim zamanda üretilen miktarda meydana gelen artış, fiyatlarda düşüş sağlayacağından bir süre sonra gelir, ihtiyacın üzerine çıkacaktır. Bu durum, teknoloji tüketimini artıracak olup büyümenin sürekli hâle geldiği bir aşama olarak karşımıza çıkar. Herhangi bir nüfus artışı olmasa bile, tasarruf ve tüketim sürekliliği, artan talebe bağlı olarak marjinal üründe (kâr) meydana getireceği çoğalma büyümenin temel dinamiğini oluşturacaktır.

Emeğe dayalı para, ücret ve fiyat uygulamaları sebebiyle gelir dağılımı, gelir artışından herkesin dengeli bir şekilde pay alması ve artışların dengeli olarak gelişmesine neden olur. Bu süreçte devlet, sadece yasal düzenlemeler yoluyla sistemden herkesin eşit oranda yararlanabilme olanaklarını sağlar. Devletin belirleyici bir rolü yoktur. Ayrıcalık sermayede değil; emek üzerindedir. Emek miktarı ve emek verimliliğin artması ile büyüme, doğru orantılı olarak gerçekleşir ve süreklidir. Çünkü artık emeğin sahibi halk olduğu için tasarruf miktarında da ivmesel bir artış olur. Daha anlaşılır bir ifade ile sistemin doğal seyri içerisinde borçlanma veya müdahale gerekliliği olmaksızın büyüme, kendiliğinden gerçekleşir. Durgunluk beklenmez; çünkü büyümeye bağlı olarak gelirde ve dengeli dağılım vasıtasıyla da yaşam kalitesinde de belirgin bir artış olacaktır. Hiçbir ilave etmen olmasa bile, dengeli bölüşümün olduğu yerde, büyüme kaçınılmazdır. Çünkü emeğin marjinal ürünü olan kâr büyümeye neden olur. Burada önemli olan, toplam gelirin nasıl bölüşüldüğü ve ücretlere nasıl yansıtıldığı meselesidir.

Büyüme sürekliliği, üretimde verimlilik artışına neden olacağı için, devletin gelirleri üzerinde de önemli bir artış sağlayacaktır. Buna bağlı olarak güçlü devlet yapısı oluşacak ve devletin harcama sürekliliği ortaya çıkacaktır. Bir yandan toplum, sosyal refaha kavuşurken diğer yandan iktisadi refah oluşacaktır. Buna göre ekonomik büyümenin üç temel belirleyici parametresi vardır: Sermaye birikimi, teknolojik ilerleme ve nüfus artışı. Bunlar, büyümeyi tetikleyici unsurlar olarak kabul edilir. Gerçekten de üretimin artabilmesi için üretim olanaklarının geliştirilmesi ve verimli hâle getirilmesi gerekir.

1.    Sermaye Birikimi: İktisadi büyümenin temel dinamiği olarak kabul edilir. Bir ülkedeki gelişmenin sağlanabilmesi için yatırımların gerçekleşmesi gerekir. Yatırımlardaki artış ise ancak tasarruf edilecek miktarın artmasına bağlıdır. Ne var ki, gelirde artış meydana gelmiyor ise, tasarrufların çoğaltılması da mümkün değildir. Bu nedenle, sermayeyi oluşturan emek olduğuna göre, ücretlerin emek miktarını ölçmesi ile reel iş gücünün ürettiği emek miktarı, aynı zamanda sermayeyi oluşturacaktır. Üretimin yaygınlaştırılması, beraberinde istihdamın yaygınlaşarak tam istihdam seviyesine gelmesini gerektirir. Bu da üretilen katma değerin çoğalması anlamına gelir. Emeğe ait marjinal faydanın çoğalması, doğrudan büyümeyi etkileyen unsurdur. Aynı oranda gelir de artacak ve buna paralel olarak tasarruf miktarında da artış gözlenecektir.

2.    Teknolojik İlerleme: Üretimde gerek duyulan bilgi, organizasyon veya tekniklerin bütününü ifade eder. Üretimde makineleşme, bilgi sistemlerinin devreye girmesi ve kaynaklara hızlı erişim gibi pek çok alan da teknolojik üretim açısından önemli hâle gelmektedir. Yani teknoloji sayesinde üretim sırasında aynı miktarda girdi kullanımı ile daha çok çıktı elde etmek mümkün hâle gelecek, iş gücü ve sermaye tasarrufu sağlanacaktır. Teknoloji, emeğe yardımcı olan bir unsurdur. Tam istihdam koşulları hedeflenirken teknoloji ile desteklenmek suretiyle emek verimliliği optimum düzeye çıkarılmış olur. Bu da üretim artışı anlamına gelecektir.

3.    Nüfus Artışı: Nüfus artışına bağlı olarak iş gücü artışı da, büyümenin bir parametresi olarak kabul edilmelidir. Nüfus artışına paralel olarak iş gücü miktarında meydana gelecek olan artış, ekonomik büyümeyi hızlandıran bir unsur olacaktır. Nüfus artışının doğrudan büyümeye etkisi, ancak aynı oranda yatırımların çoğaltılması ile mümkündür. Yeni istihdam olanakları yaratılamıyor ise, nüfus artışının büyümeye katkısı olmayacaktır. Bu nedenle yatırım sürekliliği zorunludur.

Genel olarak istihdamın yaygınlaştırılması üretim olanaklarının yaygınlaşmasına bağlıdır. Bunun sonucunda ise toplam gelirde artış meydana gelecektir. Çünkü her emek, kendi marjinal ürününü üretecek ve büyümeyi zorlayacaktır. Büyüme aynı zamanda gelir artışını da beraberinde getirecektir. Ne var ki sermaye, emekten bağımsız değildir.

Klasik anlamda iktisadi kalkınma (ekonomik kalkınma) ile iktisadi büyüme (ekonomik büyüme) ayrı ayrı değerlendirilmektedir. İktisadi kalkınmanın daha geniş bir kavram olduğu kabul edilebilir. Çünkü iktisadi kalkınma, büyümenin yanı sıra sosyal, kültürel ve siyasi alanlarda meydana gelecek gelişmeyi de kapsayıcıdır. Ne var ki, gelirin emek yoluyla hesaplanıyor oluşu, üretilen marjinal faydanın büyümeyi etkilemesi ve iş gücünün toplam gelirden dengeli pay alıyor oluşunun doğal sonucu olarak sosyo-kültürel gelişmeleri de beraberinde getirecektir. Gelir seviyesi artan kimse, sosyal yaşamında da iyileştirmeler yapacak, tüketim alışkanlıklarını değiştirme ve daha iyi yaşam koşullarına ulaşma çabası içinde olacaktır. Yani iktisadi kalkınma, büyümenin doğal bir sonucudur ve bunları birbirinden ayrı değerlendirmek kolay değildir.

Toplumsal Etkiler:

Çağdaş yaşam alışkanlıkları, ekonomi üzerine kuruludur. Sanayi ve teknolojinin gelişmesine paralel olarak ekonomi, insan ve toplumu bütünüyle kapsayan ve yönlendiren bir nitelik kazanmıştır. İktisadi yetersizlik, bireysel açıdan bir problem teşkil ettiği gibi toplumlar açısından da büyük bir sorundur. Bu nedenle iktisadi uygulamaların hedefi, insan mutluluğu ve refahı olmalıdır:

·      Eşitlik/Denge İlkesinin Hayata Geçirilmesi: İnsanlar hür ve eşit olarak doğarlar; ama edindikleri bilgi ve yetenekleri açısından farklılaşacaklardır. İnsanlar arasındaki nitelik farkları, ekonomik alanda da eşitsizliği doğuracaktır. Az çalışanın az, çok çalışanın çok kazanması doğaldır. Bilgi ve yeteneğe dayalı faaliyetlerin farklı değerlendirilmesi, iş gücü potansiyelinin verimli kullanılması demektir. Ancak gelirin dengeli dağılımı, nitelik farklılıklarını ortadan kaldırmış olacaktır.

·      Ücret Dengesinin Sağlanması: Her alanda, o iş kolunun kendi özelliklerine ve mahiyetine uygun nitelikte ücretler belirlenirken “eşit işe eşit ücret” prensibi korunmalıdır. Eğer ücretler, pazarlık usulü belirlenecek olursa, ücret dengesizliği doğacak ve çalışma barışı ortadan kalkacaktır. Bu nedenle, eşit nitelikteki emek zamanı için, eşit ücret olmalıdır. Yani, bir birim zamanda üretilmiş değerin niteliğine göre standart ücretlendirme yapılmalıdır. Bu da standart bir referansın varlığına bağlıdır. Emeğe dayalı ücret ile bu durum aşılabilir. Böylece çalışma barışı tesis edilecek, verimlilik korunmuş olacaktır ve dengeli gelir dağılımı sağlanacaktır. Düşük ücret politikası ve düşük kaliteli ürün politikaları verimli ve yararlı değildir. Yeterli ücret karşılığında verimli çalışma sistemi uygulanmalıdır.

·      Sermayenin Değerlendirilmesi: İnsan ihtiyaçları sınırsızdır. İnsanoğlu, her zaman daha iyisini talep eder. Ne var ki bunun için çalışmak ve üretmek zorundadır. Doğanın kendiliğinden sağladığı imkânlardan yararlanma olanakları sınırlıdır. Toprak sınırsız potansiyel taşıyor olmasına rağmen, bu potansiyeli harekete geçirebilmek için emek harcamak, çalışmak gerekir. Dağa, insan için sınırsız olanaklar sunar. Bu bir toplumun sahip olduğu sermaye demektir. Yani sermaye zaten mevcuttur, önemli olan, sermayeyi harekete geçirebilmektir. Yatırımların yaygınlaştırılması istihdamı doğuracaktır. Bu da var olan sermaye potansiyelinin harekete geçmesine neden olur.

·      Özgürlükler Sorunu ve Mülkiyet: Sınırsız özgürlük yoktur. Özel mülkiyet, girişimcilik, serbest ticaret gibi unsurlarda da özgürlükler sınırsız değildir. Toprak ve doğal kaynaklarda mülkiyetin kaldırılması ve sorumluluğun topluluğa verilmesi ile toplumdaki her bireyin yaşama hakkı garanti edilmiş olur. Çünkü topluluk, bireyin toprak üzerindeki hakkını gözetmek ve ona teslim etmekle yükümlüdür. İnsana, doğal kaynakları işleterek elde ettiği gelirden yaşam boyu yararlanma hakkı sağlanmalıdır.

·      Finansman Havuzu Oluşturulması: İşletmelerin ihtiyaç duyduğu finansman kaynağı zaten vardır. Toplum bu kaynağı oluşturmuştur. Tasarruflar ile yeterli büyüklükte bir finans gücü elde edilmiştir. Bu nedenle işletmeler ve yatırımlar için de borçlanma ihtiyacı ortadan kalkar. Kamu iştiraki ile üretim gerçekleşir ve sürdürülebilir hâle gelir. İşletmelerin bireysel borçlanma eğilimleri veya ağır koşullarla ortaklıklar yapma ihtiyacı da ortadan kalkacaktır. Basitçe:

1 kişi * 1 para = Hiçbir şey

100 kişi * 1 para = Bir şey

1 milyon kişi * 1 para = Çok şey

·      Fakirliğin Önlenmesi: Parayı veya satın alma gücünü verimsiz kullanım anlamına gelen “yardımlaşma”, toplumun çalışma düzenini de olumsuz etkiler. Yardım alarak yaşamını sürdürebilen kimse, çalışma gereği duymayacaktır. Bu aynı zamanda derin bir çelişki de oluşturur. Çünkü temel hakların tanınmış olması, yaşamak için gerekli olan toprak ve asgari gelir limitlerine her bireyin sahip oluşu, yardımlaşma anlayışı ile çelişir. Böyle bir dini veya ekonomik sistem de yoktur. İslam iktisadı gerçekte fakirliği kabul etmez. Gelir dengesinin sağlanması ve mülkiyet hakkı sebebiyle fakirlikten söz etmek imkânsız hâle gelmektedir. Buna rağmen fiziki yetersizlikler sonucu olası ihtiyaçlar var ise sosyal hizmetler çerçevesinde vergilerden desteklenmelidir.

·      Devlet Sorununun Çözülmesi: Her şeyin devletten beklenmesi yanlıştır. Devlet bir hizmet organizasyonudur. Tüccar yahut üretici değildir. İktisadi faaliyetlerin içinde aktif olarak yer almaz. Devletin yapacağı şey, kuralların işletilmesini sağlamaktır. Bu bağlamda devletin “yatırım” yapma sorumluluğu da yoktur. Devlet topladığı vergileri “sosyal devletin gerektirdiği” mecralarda değerlendirmek zorundadır. Eğitim, sağlık, sosyal hizmetler, altyapı hizmetleri gibi, kalkınmaya zemin hazırlayacak alanlarda devlet vardır. Sırtından yatırım yükü kaldırılmış olan devletin bütçe açığı vermesi de mümkün olmayacaktır. Çünkü toplumdaki refah arttıkça, vergi gelirleri de artacaktır. Oysa devletin harcamalarında önemli bir artış beklenmez. Revlet, mutlu azınlığın bekçisi değildir.

·      Sosyal Adalet - Dengenin Oluşması: Adalet, göreceli bir kavramdır. Yeryüzünde adalet beklemek, her gün değişen bir dünyada bir önceki günün şartlarına geri dönmeye çalışmak demektir. Böyle bir realite yoktur. Devlet ancak “denge”yi korumakla yükümlüdür. Çünkü hiç kimse edinimler bakımından eşit değildir.[1] Sadece haklar bakımından eşittirler. Devlet uygun şartları sağlamakla ve sosyal hizmetler ile altyapı hizmetlerini yerine getirmekle görevli bir organizasyondur. Yasalar, bunun için vardır. Bu nedenle sosyal adalet diye bir şey yoktur. Sadece dengeler vardır. Gelirin dengeli bölüşümü, fırsat eşitliği ve yaşam hakkının varlığı sosyal barışın oluşmasına katkı sağlar, bu dengelerin de kendiliğinden oluşmasına vesile olur.

·      Yaşam Standardının Geliştirilmesi: Doğada yeterince kaynak vardır ve toprak yeteri kadar cömerttir. Toplum, bu kaynakları işleterek bireylere yaşam garantisi sağlar. Hiç kimse, bir başkasına muhtaç olmak zorunda değildir. İnsanlar fakir doğmazlar, fakirleştirilirler. Eğer bir kimsenin fakirleşmesine neden olunuyorsa, o kimseye yapılan küçük yardımlar, ancak bir kandırmacadan ibarettir. Fakirlik, kader değildir. Eğer kişinin yaşamı için gerekli potansiyel zaten var ve bundan yararlanıyorsa, emek ile elde ettiği şey onun yaşam standardının iyileştirilmesi için olacaktır. Hiç kimsenin emeği pazarlık konusu değildir.

·      Çalışma Hakkının Karşılanması: İşsiz kalmak, bir problem değildir. Çünkü “yaşam hakkı” sayesinde kimse aç ve açıkta kalmayacaktır. Ancak çalışmak, yaşam konforu için gereklidir. Bu da topluluğun sorumluluğundadır. Çalışma olanaklarını geliştirmek, yaygın istihdam alanları yaratmakla yükümlüdür. Eğer toplum, sahip olduğu sermayeyi kullanmıyor ve bunu âtıl bırakıyor ise, kimseyi suçlamaya da hakkı yoktur. Çünkü bunun için de çözüm vardır. Kamu finansmanının oluşturulması, yatırımların geliştirilmesi ve toplumun her kesimine yayılmış geniş bir istihdam alanı yaratılması mümkündür. Zaten böyle de yapılmalıdır. Basit bir yöntemle, yani tasarrufların bir havuzda toplanması ile devasa büyüklükte bir sermaye oluşturulmuş olur.

Elbette bu sermayeyi kullanmanın da sınırları vardır; ama neticede topluluk içerisinde işsizlik ortadan kalkmış olur. Sürekli gelişen, büyüyen bir ekonomik güç meydana gelir. Gelir artar, satın alma gücü çoğalır. İşsizlik sorunu, doğal şartlar içerisinde yoktur. Zekât bankası, sadece “üretimi” destekleyeceği için, yaygın “istihdam” da sağlamış olacaktır. Bir süre sonra, toplumun hiçbir kesiminde işsiz kalmayacağı gibi, iş gücü ihtiyacını karşılamak amacıyla ithal etmek ve makineleşmek de kaçınılmaz olacaktır.

·      Kaynak İsrafının Önlenmesi: Eğitim planlaması, üretim verimliliği için önemlidir. Eğitimli, bilgi sahibi çalışanın işini daha hızlı ve pratik yapacağı varsayılır. Elbette bu, bir beceri kazanmayı da gerektirir. Ancak asgari düzeyde altyapıya sahip olan bir kimse, yeteneklerini de geliştirme eğilimi gösterir. Üretim için en büyük sorunlardan birisi, “eksik istihdam”dır. Yani yeterli miktarda eğitimli personel bulamayan işletmeler, zorunlu olarak eğitimsiz ve işin nasıl yapılacağını bilmeyen personel, istihdam etmek zorunda kalırlar. Bunun için zaman, emek, para harcarlar. Oysa devlet ve ekonomik sistem içerisinde bu önceden planlanabilir ve yeterli miktarda eğitimli personel yetiştirilebilir. Zaman, emek ve üretim olanakları boşa harcanmak zorunda değildir.

·      Refah Sorununun Giderilmesi: Genel refah, temelde üretimin çokluğuna bağlıdır. Çünkü üretim çoğaldıkça, üretim alanları da çoğalacak, dolayısıyla istihdama vesile olacaktır. Her üretim, bir başka üretimi zorunlu hâle getirecek, her üretim noktası emek istihdam edecek ve böylece yaygın üretim ve istihdam oluşacaktır.[2] Bununla birlikte her birey, aynı zamanda tasarruf etmektedir. Hem tasarrufların yatırımlarda değerlendirilmesiyle hem de yatırımlar sonucu üretim ve istihdamın yaygınlaşması, çalışma şartlarının da süreç içerisinde iyileşmesine ve gelir seviyesinin yükselmesine neden olacaktır.

Toplumun her kesimine yayılmış satın alma gücü, refah demektir. Toplumun sahip olduğu kaynaklar, üretmekle tüketilebilecek kaynaklar değildir. Onlar zaten üretmek içindir. Üretim alanlarının yaygınlaştırılması, iş gücü taşımayı da ortadan kaldıracak, herkes yaşadığı yerde iş sahibi olabilecektir. Refah budur.

·      Devletin Borçlanma Gereğinin Ortadan Kalkması: Devlet niçin borçlanmalıdır? Bunun en önemli nedenlerinden biri, devletin topladığı vergilerin önemli bir kısmını yatırımlara ayırıyor olmasıdır. Bu sebeple devlet, cari harcamalarını karşılayabilmek için borçlanır. Eğer devlet yatırım yapmak zorunda değilse neden borçlanması gereksin? Bunun için hiç bir neden yoktur. Topladığı vergiler zaten hizmetler için yeterli olacaktır. Kaldı ki devlet hizmetleri sürece yayılan hizmetlerdir ve borçlanmasını gerektirecek rasyonel bir neden yoktur.

·      Pahalılık Sorununun Çözülmesi: Fiyatlar, üretim aşamasında tüketiciye göre belirlenir. Yani aracılar, komisyoncular, kalpazanlar ve spekülatörler için hareket alanı yoktur. Bu nedenle de fiyatlar üzerinde aşırı bir yük oluşmaz. Tüccarın üretim kanalı içinde yer alması, ayrıca bir fiyat belirleme gereğini de ortadan kaldırır. Üretim ve istihdamın getireceği satın alma gücü sebebiyle, artan refaha paralel olarak fiyatlar ucuzlayacak ve herkesin mal ve hizmetlerden eşit oranda yararlanma fırsatı doğacaktır.

·      Parasal Krizlerin Önlenmesi: Paranın kendi değeri yoktur. Dolaşımdaki para, toplam üretim kadar olacağı için spekülatif çabalar için de bir alan kalmamış olur. Dolaşımdaki para, bir toplumun ürettiği toplam ürün ve hizmetlere eşittir. Fazlasına zaten gerek yoktur. Paranın emek karşılığı üretiliyor olması, onu sadece emeği ölçen bir ölçek hâline getirir. Bu nedenle üretilmiş olan bütün mal ve hizmetler, para ile kolaylıkla değiştirilebilir. Çünkü her şey, emekle üretilir. Önemli olan paranın referans aldığı sabit ölçüye göre değerlendiriliyor olmasıdır.

·      Zarar ve İflasların Önlenmesi: Hiç bir işletme, üretimden dolayı zarar etmez. Ya işletenler zarar ettirir yahut hatalı üretim veya çeşitli zorunlu sebeplerle üretim kaybı meydana gelir. Her iki durumda da işletmenin zarar etmesine izin verilmemelidir. Sistemde zarar yoktur. Hiç kimse, toplumu etkileyecek bir alanda hata yapma hakkına sahip değildir. Bireysel çıkarlar, böyle bir durumu haklı çıkarmaya yetmez. Ne şirketler, ne de kişiler iflas etmezler. Hiç kimsenin doğal hakları elinden alınamayacağına göre iflas da söz konusu değildir. İşletmeler, toplumun yaşama hakkıdır. Bu da toplumun elinden alınamaz. Bunun için de çözüm vardır; sigorta fonu, devreye girer ve yanlış yapan sistemden çıkarılarak işletmenin üretime devam etmesi sağlanır.

·      Spekülasyonların Önlenmesi: Spekülasyon, bir hak değildir. Tüccar, gerçekte ekonomilerdeki istikrarsızlığın asıl kaynaklarından biridir. Faaliyetlerinin üretime, dolayısıyla reel işlemlere dayanmıyor oluşu, onu piyasada bir spekülatör yapmaktadır. İktisadın doğal süreçleri içerisinde tüccar yer almaz. Ancak üretim kanalı içerisinde bir satış noktası niteliğindedir ve iktisadi faaliyetlerde söz sahibi değildir. Yani fiyat belirleyemez. Fiyat, ancak emeğe dayalı olarak belirlenir ve tüccar kendisine tanınan limitler içerisinde hareket eder.

·      Tüketim Hakkının Genişletilmesi: Herkes, ihtiyacı olduğunu hissettiği her şeyi tüketebilme hakkına sahiptir. Bu, hiç bir gerekçe ile engellenemez. Ahlaki sebeplerle sınırlandırma getirilemez. Üretim miktarı kadar tüketim olmalıdır. Tüketimin sınırlandırılması veya engellenmesi değil; satın alma gücünün yükseltilmesi gereklidir. İşsizliğin azalması tasarrufa değil; tüketimin çoğalmasına bağlıdır. Üretim olacak, üretilen mallar tüketilecektir ki istihdam oluşsun.

·      Fırsat Eşitliğinin Sağlanması[3]: Sermaye karşıtlığına veya sermaye sahiplerine yönelik herhangi bir düzenlemeye gerek yoktur. Sistem işlemeye başladığında kendiliğinden sermayeye alternatif oluşmuş; fırsat eşitliği yaratılmış olacaktır. Dileyen, serbest piyasa koşullarında herhangi bir bankadan onun koşullarında da kredi alabilir. Mevcut uygulamalarda, “teminat” zorunluluğu nedeniyle, pek çok proje hayata geçirilememekte ve bu da istihdamın belirli alanlarda sıkışmasına neden olmaktadır. Ancak “profesyonel” bir yapılanma ile fırsat eşitliği yaratılmış olur.

Alışveriş, temelde “emek takası”na dayanan bir işlemdir. Herkes, kendi emeğinin sahibidir. Yani herkesin kendi öz sermayesi vardır. Bu nedenle, hiç kimse çaresiz değildir. Bir toplumu oluşturan insanlar var olduğu müddetçe, o toplumda tüketim de var demektir. Bunun anlamı toplumun ihtiyaç duyduğu sermayenin de var olduğudur. İnsanlar, bu sermayeyi nasıl harekete geçirmeleri gerektiğini bilmiyor olabilirler; ama öğrenebilirler. Hiç kimse, bir başkasının kazancına muhtaç değildir. Var olan kaynakların atıl bırakılması için bir mazeret söz konusu olamaz. Gereksiz tartışmalar ile harcanan zaman ve enerji, kimseye bir yarar sağlamamaktadır.

 

 

 

[1] Şura: 27.

[2] Nuh: 19, 20, Enbiya: 31, Taha: 53, Zuhruf: 10.

[3] Baqara: 22, Nisa: 1, Fussilet: 10, Mucadele: 11.

 


ISLAM IKTISAT TEORISI - THE THEORY OF ISLAMIC ECONOMIC SYSTEM
1-ISLAM IKTISAT TEORISI VE TOPLUMSAL MEKANIZMALAR
2975 Okunma
2-BAŞLARKEN
1322 Okunma
3-METOT
1156 Okunma
4-BOLUM I - IKTISADI SISTEMLER VE ŞERIAT
1377 Okunma
5-FAIZSIZ BANKACILIK - ŞERIAT KAPITALIZMI
1087 Okunma
6-BOLUM - II / TARIHSEL YANILGILAR
1025 Okunma
7-RIBA - BIR OZGURLUK DOLANDIRICILIĞI VE FAIZ ILIŞKISI
1162 Okunma
8-TOPRAK ve MÜLKIYET - OZGUR TOPLUM IDEALI
1102 Okunma
9-SADAKA - VERGI SISTEMI / KAMU MALİYESİ
1150 Okunma
10-BÖLÜM III - ISLAM İKTİSAT TEORISI / Kurumsal Çerçeve
2306 Okunma
11-ZEKAT - IKTISADI YONETIM SISTEMI
1051 Okunma
12-İNFAK - TASARRUF MEVDUATI
1116 Okunma
13-KARZ-I HASEN / YATIRIM FONF VE KAMU SERMAYESI
1056 Okunma
14-BOLUM-IV / IKTISADI PARAMETRELER VE UYGULAMA PERSPEKTIF
980 Okunma
15-İKTİSADİ FAKTÖRLER
1649 Okunma
16-IKTISADI YONETIM SİSTEMİ - BANKA VE KURUMSAL YAPI
1045 Okunma
17-KAYNAK VE YATIRIM YÖNETİMİ
980 Okunma
18-TOPRAK VE DOĞAL KAYNAKLAR - YONETIM ve SORUMLULUK
954 Okunma
19-URETM ve ISLETME
1198 Okunma
20-FİYAT ANALIZI - ÜCRET , FİYAT, PARA
1180 Okunma
21-TUKETIM
1054 Okunma
22-SERBEST TICARET VE PIYASALAR
1168 Okunma
23-YAPISAL ANALIZ - MAKRO ve MIKRO UNITELER UZERINDEKI ETK
1004 Okunma
24-IKTISADI BUYUME VE TOPLUMSAL ETKILER
1173 Okunma
25-IKTISADI DENGELER ve REFAH TOPLUMU
1031 Okunma
26-IKTISADI EVRIM - DOGAL EKONOMIYE GECIS
1080 Okunma
27-UYGULAMA PARAMETRELERI
1046 Okunma
28-IKTISAT ve HUKUK
1125 Okunma
29-DONUSUM VE YENI DUNYA DUZENI
1052 Okunma
30-KAYNAKCA
1171 Okunma