KUR'AN'I KERİM MUCİZELERİ
Süleyman Karagülle
1614 Okunma
MÜBİNLİK MUCZESİ

 

المبين     

İnsanların diğer canlılardan farkı, insanların beyinlerinde kâinatın dışında varlıklar geliştirmeleridir. Bir kuzu ayıyı görür ve kaçar ama onda ayı kavramı yoktur, sadece ayıdan gelen etkiler karşısında kendisinde kaçma hissi kodlanmıştır. Onu algılayınca kaçar. Bütün canlıların dilleri vardır, bu sayede birbirleri ile anlaşırlar. Bitkiler çiçek açar ve arılara ‘gelin, bende bal var’ derler. Açan çiçekler ve salınan özel kokular onlar arasında bir anlaşma aracıdır. Böylece ‘bu madde bende var’ derler. Bitkiler kokularıyla ve toprağa saldıkları sıvılarla anlaşırlar.

Bunları nereden biliyoruz?

Bir bitkide bir hastalık belirince o hastalığa karşı tüm otlak veya orman ilaç üretmektedir. Demek ki o hastalığın vücuda girdiği anlaşılmaktadır. Beynimizin komutu ile salınan hormonlar tüm vücudun hücrelerine belli mesaj gönderirler. Bu tür haberleşme bizim icat ettiğimiz makinelerde de vardır. Robot makineler yapıyor ve onlara işler yaptırıyoruz.

Oysa insan benzer varlıkları algılayınca tüme vararak ‘şu özellikleri taşıyan varlık koçtur’ der ve onu da belleğine katar, o özellikleriyle beraber onu da beynindeki hafızaya yerleştirir. Belki de hayvanlarda da böyle adlar vardır. Ne var ki insanoğlu bu adı kendisi koyduğu halde hayvan veya bitki kendisi koymaz. Bu adın kendisi tarafından konması demek, insanın kâinatı değişik şekillerde algılaması demektir. Değişik kişilerden başlayarak değişik uluslara kadar herkes kendilerine özgü farklı adlar koyar. Sonra aynı dili bilenler birbirleri ile anlaşırlar.

Bunun ne yararı vardır?

İnsan toplulukları bu diller sayesinde farklılaşmakta ve ayrı ayrı topluluklar oluşturmaktadır. Ocağın ayrı “konuşma dili” vardır. Bucağın ayrı “yazı dili” vardır. İlin ayrı “sanat dili” vardır. Ülkenin ayrı “hukuk dili” vardır. İnsanlığın ayrı “ilim dili” vardır. Böyle diller sayesinde insanlar iç içe topluluklar oluşturmaktadır. Oysa hayvanlarda ve bitkilerde böylesine hiyerarşik iç içe topluluklar yoktur.

İnsan işte böyle bir dile sahip olması sayesinde evrimleşebilmektedir. Yeni bir araç bulunca ona hemen ad takabilmektedir. Topluluk içinde yeni sosyal kural koyacaksa onu cümle ile ifade etmektir. İnsanın sosyal evrimleşmesi ancak ona verilen bu dil sayesinde olmaktadır. Bu da tümevarım ve ondan sonra da tümdengelimle sağlanmaktadır. Bu özellik sadece insanlarda vardır, diğer canlılarda yoktur.

Kur’an dilin bu özelliğini bildiği için Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kavramları sadece tanımlamakta, ayrıca fer’î hükümler koymamaktadır.

“Rahmân Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Kur’an; Rahmân, 55/1-4) diyor. Yani Kur’an’ın beyanı Kur’an’dan farklı bir müessesedir. Buna Furkan da denmektedir.

“Sonra onu biz beyan edeceğiz.”(Kur’an; Kıyamet, 75/19) demekte ve Resulü beyan etmekten alıkoymaktadır. Kur’an inerken Kur’an üzerine soru sorulmasını yasaklamıştır. Kur’an başta vahiyle açıklandı ve Hazreti Peygamber aleyhisselâm uygulayarak örnek müessese oluşturdu. Sonra halifeler döneminde istişare ile açıklandı ve ona göre uygulandı. Sonra fıkıhçılar fıkıh usulü ile Kur’an’ı açıkladılar.

Bu ilim sadece Kur’an’ın beyanı için doğmuştur, Kur’an’ın bildirisine uygundur.

Usulü Fıkıh ne demektir?

Kur’an’ı anlamak için önce Kur’an’daki kelimeleri aklımızla ve ilmimizle tarif ediyoruz. “Deve” deyince devenin ne olduğunu biyolojiden öğreniyoruz. Sonra “halketme” kelimesini de tarif ediyoruz. Bunu da fizik, kimya ve yine biyolojinin hücre bilgilerinden öğreniyoruz. “Devenin nasıl yaratıldığını incelemiyorlar mı?” (Kur’an; Gâşiye, 88/17) diye Kur’an sorunca, onu bizim bilgilerimizin ışığında çağımızın ilmi içinde tanımlıyor ve anlıyoruz. Bizim deve hakkındaki bilgilerimiz, Arapların deve hakkındaki bilgilerden çok farklıdır. Biz deveyi onların çağındaki bilgilere göre değil, çağımızın bilgileri ışığı altında anlıyoruz. Kur’an böylece her çağın halkına ayrı ayrı hitap etmekte, onların sorunlarını ayrı ayrı çözmektedir.

Bununla beraber, Kur’an’ın nâzil olduğu dilden yani Arapçadan kopmamak için bunu belli usullerle yapmak zorundayız. Deve yerine ayıyı koyamayız. Deve gene o devedir. Sadece bizim deve hakkındaki bilgilerimiz değişmiş ve gelişmiştir.

Fıkıh Usulü, elde edilen bilgileri baştan kabul edilen varsayımlara dayanarak sistematize etme, illet ve hikmet ilişkileri içinde onları yerli yerine oturtmadır.

Felsefe ise kâinatın belirli varsayımlarla açıklanmasıdır.

Kur’an’ın varsayımları getirdiği hükümler ve anlatılanlarla tam bir uyum içindedir. Bütün felsefelerden daha tutarlı felsefedir. Açık alan bırakmayan felsefedir. Bu da Kur’an için büyük bir mucizedir. Çünkü varsayımların kanunu vardır. En çok açıklama yapan varsayımlar tercih edilir. Bu varsayımları ayrı ayrı ele alalım.

 

1- Kâinat, insan ve yeryüzü Adem oğulları için yaratılmıştır

Her  olayın bir sebebi vardır. Fıkıhçılar buna “illet” diyorlar. Her olayın bir hikmeti vardır, bu da olayın ne amaçla olduğudur. Bu sorunun cevabı zordur veya yoktur diyen olabilir. Ne var ki biz her sorunun ispatlı cevabını bulamayız. Bazı varsayımları ispatsız, hattâ izahsız kabul ederiz. Ondan sonra olayları ve diğerlerini izah edebiliriz. Bu da şudur. İnsanın var edilmesi istendi. Bunun sonucunda kâinat sadece insan için yaratıldı mânâsı çıkmayabilir, ama insan ve benzeri varlıklar için yaratıldı denebilir.

İnsan kimdir ve insan nedir ki kâinat onun için yaratıldı?

İnsanı tanımlamayacağız. Çünkü varsayım tanımsız ve ispatsız kabul edilir. İnsan sensin. Ben de insanım. Diğerleri de insandır. Biz hepimiz insanız, bizim gibi başka insanlar da vardır. İşte bu kâinat bu insan için yaratıldı. Başka türlü kâinatın yaratılışının anlamı olamaz. Bir saray yapın, içine her türlü araçları ve imkanları koyun ama sonra üstünü kilitleyip kimseyi sokmayın. Böyle bir saray yapanı her halde tımarhaneye gönderirler.

Bu kâinat Allah’ın hiçbir şeyine yaramaz. Bilinçsiz bir uzayın varlığı sözkonusu bile olamaz. Bu sebepledir ki kâinatın birileri için yaratılmış olması gerekir. Görünen dünyada bilinçli olarak oturtulacak yegane varlık insandır. O halde kâinatın insan için yaratılmış olması gerekir.

Kur’an, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular; onu insan yüklendi.” (Kur’an; Ahzâb, 33/72) demekle bunu açıkça ifade etmiştir.

Kur’an bu varsayımı küçültmektedir. Yeryüzü insan için yaratılmıştır. “O, yerde olanların hepsini sizin için yarattı.”(Bakara, 2/29) Kur’an böyle demekte ve özel olarak yerin sakini de insan olmaktadır. Böylece bunlar soruların cevabı olmaktadır.

Şimdi çok iyi biliyoruz ki, güneş çevresinde on gezegen vardır ve bunlardan sadece biri insanlarla meskundur. Diğer gezegenlerin iki görevi vardır. Birincisi, yerin hareketlerini denetim altında tutmak, sürtünmelerin etkisini asgariye indirmek. İkincisi, insanlar ileride oraya gidip yaşayabilir, yani Adem oğulları oralarda mesken tutabilirler. Ama yıldızlara insanların ulaşmaları şimdilik uzak görünüyor. Diğer yıldızlara, hattâ galaksilere gitmek ise hemen hemen imkansızdır. Çünkü ışık bile oralara hiçbir zaman ulaşamamaktadır.

Kâinatı bomboş kabul edip yalnız yeryüzündeki insanın var olduğunu kabul etmek, hiçbir suretle izah edilemez. Tek çözüm, oralarda Adem oğlu olmayan ama insan olan varlıkların oluşmasıdır. Kur’an da bunu böyle anlatmaktadır.

Görünen dünyamız için tek doğru varsayım şudur. İnsanın yaratılması istenmiştir. ‘Niçin yaratılmıştır?’ diye sorulamaz. Çünkü bu varsayımdır. İnsanın var edilip yaşayabilmesi için kâinat yaratılmıştır. Kur’an bunu çok açık bir şekilde ifade etmektedir: “Biz sizi kâinatı anlayasınız diye ikili olarak yarattık.” (Kur’an; Zâriyât, 51/49) demektedir. Kâinat öyle özelliklerle yaratılmıştır ki, biz onu tanıyabilir ve ondan yararlanabilir,  böylece yaşarız.

Bunun böyle olduğunu şöyle bilebiliyoruz. Atomların özellikleri vardır. Yüze yakın element vardır. Ayrıca elektron, proton ve nötron vardır. Bunların özellikleri güneşin içinde de değişmemekte, zamanla da değişmemektedir. Bu yüze yakın elementin hemen tamamı bütün galaksilerde mevcuttur. Yani kâinat aynı maddeden var edilmiştir. Her yerde aynı özellikleri taşımaktadır. Bu elementlerin canlıyı oluşturmaları için dünyaya yakın özelliği olan bir gezegende olmaları gerekir. Ancak böylece kâinatın mâkul bir açıklaması olabilmektedir.

Şunu her zaman düşünebiliriz. Bomboş, işe yaramayan kâinat olamayacağına göre, kâinatı kullanan ve onun işine yarayan bir varlık olmalıdır. O varlık da insandır. Adem oğlu yeryüzüne halife yapılmıştır. Diğer yıldızlardaki gezegenlerde ise orada başka Adem’lerden ama yine insanlar var edilmiştir. Kullanılan proje aynıdır, kullanılan malzeme aynıdır. Bu madde ile başka türlü canlı oluşturulamaz. Bu varsayımın uygulandığı tek düşünce ileri sürülemez. Belki bizden başka bizim görmediğimiz varlıklar vardır. Mesela güneşte yaşayan canlılar vardır.

Kur’an insanları görünen şeylerle ispatlar yaparak araştırma yapmaya ve düşünmeye davet etmektedir. Biz kıyas yoluyla insan dışında melek, cin ve ruhları da düşünebiliriz. Ayrıca Kur’an da bunları bildirdiği için varlıklarına inanırız.

 

2- Yeryüzü insanlığın ortak malıdır

Birinci varsayımda; kâinat insanlar için ve yeryüzü de Adem oğlu olan insanlar için yaratılmıştır dedik. Canlılar evrimleşerek Adem olmuştur. Şimdiki insanlık Hazreti Adem’den başlar ve kıyamete kadar sürer. Yeryüzü bunlar için var edilmiştir. Geçmişteki insanlar yok olmamıştır. Dört boyutlu uzayda onların bedenleri yeryüzü üzerinde durmaktadır. Yaşananlar bir film gibidir. Geçmiş de gelecek de vardır. Biz şimdi ondan birer görüntü seyrediyoruz. Buna “insanlık” diyoruz. Bunların içinde şimdi yaşayanlar vardır, bunlara da “insanlar” diyoruz.

Yaşayan insanlar atalarından devraldıkları yeryüzünü imar ederek çocuklarına devrederler. Yeryüzü onların ortak malıdır. Birlikte kullanırlar. İşgal ile bölüşürler ve yararlanırlar. Emeklerini katarlarsa işgal ettikleri yerlere mâlik olurlar. “İşgal”de işgal bitince oradaki hakları da kişiler için biter. “İhya”da ise oradaki emek hakkı nedeniyle oraya sahiplik devam eder. Çalışanlar onlardan yararlanırlar, çalışmayanlar paylarını alıp yaşarlar. Vergi ve fakir hakkı işte bu varsayımdan doğmuştur.

Yeryüzü tek ümmet olan insanlığın ortak malıdır. Denizler tüm insanlara açıktır. Buranın güvenliğini insanlık sağlar. Burada insan hakkına bir saldırı olursa tüm insanlık dayanışma içinde tazmin eder. İnsanlığın görevi yeryüzünü imar etmek, yani daha fazla insanın yaşayacağı şekle sokmak ve şartlara kavuşturmaktır. Başka bir ifade ile uygarlaşmak, yani cehaleti yenmektir. Bugün karaların tamamı keşfedilmiştir ama henüz tam olarak onlardan yararlanılamıyor. Teknik geliştikçe dünyamız daha çok insanı besleyecek duruma gelecektir. Denizlerde henüz iskan başlamamıştır bile. Okyanuslar geleceğin insanlarını beklemektedir. Güneş sistemine yani uzaya ve diğer gezegenlere ise içinde bulunduğumuz bu bin yılda çıkılıp tarım yapılmayacaktır. Oralardaki yerleşim sonraki bin yıllara kalacaktır herhalde. “Gökte de sizin rızkınız ve vaat edilen başka şeyler var.”(Kur’an; Zâriyât, 51/22) diyen Kur’an, bu varsayımla güneş sisteminin insanların malı olduğunu bildirmekte ve insanların oradan yararlanacağını haber vermektedir.

Yeryüzünün karaları uluslar tarafından bölüşülmüş, dış güvenliği sağlama karşılığında onlara verilmiştir. Dağlar ve askeri mıntıkalar devletin mülkiyetindedir. Diğer topraklar iç güvenlik karşılığı illere temlik edilmiştir. Ormanlar ve ilçe merkezleri dışında kalan topraklar bucaklara temlik edilmiştir. Bucak sakinleri orada hukuk düzenini kurar ve insanların çalışmalarını sağlarlar. Meralar ve işyerleri dışında kalan yerler ocaklara temlik edilmiştir, ocak sakinleri orada çalışırlar ve birlikte yaşarlar. Ocakta “kullanma mülkiyeti” ile, bucakta ise “yararlanma mülkiyeti” ile mülke sahip olurlar.

Kişi topluluk içinde kendisine düşen paylardan yararlanarak yaşar. Yeryüzü tüm insanlığın ortak malıdır. Ama ondan yararlanmak birlikte mümkün olmadığı için insanlar bunu “hakimiyet” ve “malikiyet” ilkeleri ile bölüşmüşlerdir. Şöyle ki, yeryüzü parsellenmiş, bir olan, bütün olan yeryüzü parçalanmak suretiyle ayrı ayrı varlıklara dönüştürülmüş ve bunlar kişilere “tecir” veya “temlik” edilmiştir. Kişiler buralardan yararlanarak yaşarlar. Buna “mülkiyet” diyoruz, “özel mülkiyet” diyoruz. İnsanlar ortak olan malı kullandıkları için de vergi verirler. Demek ki vergi kişinin ödediği yeryüzü kira payıdır.

Yeryüzünün aksine insanlar ayrı ayrı bireylerdir. Her birinin kişiliği vardır. Gaye zaten bu insanları çoğaltmadır. Kur’an’a göre ölümden sonra hayat vardır. Orada çoğalma yoktur. Çoğalma burada vardır. Kâinat insan için yaratıldı varsayımının sonucu olarak, daha çok insanın meydana gelmesi hedeflenmiştir. Bunun için yaşayanların sayısı artacaktır. Ölenler de tekrar gelecekleri için toplam olarak insanlığın insan sayısı da artacaktır. Gaye budur.

Buna ulaşabilmek için insanların birleşerek ortaklıklar kurmaları gerekir. Bu da teşkilatlanma ile olmaktadır.

-Ocaklarda birlik kurulur, birlikte daha verimli yaşanır.

-Bucaklarda birlik kurulur, birlikte daha verimli çalışma yapılır.

-İller birlikte kurulur ve genel hizmetler sayesinde çok verimli sonuçlar alınır.

-Ülkelerde ise ihtisas hizmetleri olur.

-İnsanlıkta araştırmalar yapılır.

Böylece tek olan yeryüzü parçalanıyor ve herkese kendi payı veriliyor. Çok olan insanlar birleştiriliyor, tek topluluk hâline getiriliyor ve yeryüzü onların emrine verilmiş oluyor. İşte böylece kişi ve topluluk dengesi kuruluyor.

 

3- Kişi Allah’ın halifesidir, O’nun adına karar alır

Canlılar ne yapacaklarını bilmektedirler. Bitki olsun hayvan olsun, hepsinin hayat hikayesi DNA’larda yazılıdır. O programa göre canlı kendisini çoğaltır, değişir, gelişir ve yaşar. Böylece tüm canlılar âlemi bir tek varlıkmış gibi faaliyettedir. Güneşten aldıkları ışığı şeker ve yağ gibi maddelerde depolar, sonra onları havadan aldıkları oksijenle yakarak enerjiye çevirip kullanır, ortaya çıkan ısıyı dışarıya atarlar. Böylece güneşte bulunan hidrojen helyuma dönüşür, bizim yeryüzünde ısıya çevrilir ve uzaya atılır. Bu enerji yardımı ile canlı toprağı alır, onu önce istediği şekilde dizer, böylece canlı makinesini yapar. Işığı bu makine kullanır, sonra onu parçalar ve toprağa atar. Ne var ki bu sefer toprak daha kolay kullanılır hâle gelir, yani imar olur.

Canlılar âlemi bu işi yaparken çiftleşirler ve bölünürler, birleşirler ve farklılaşırlar. Böylece gelişme olur. Birbirlerini kendilerine besin yaparlar, birileri ölür, diğerleri yaşar. Kimileri hasta olur ve ölür. Onu öldürenler sonunda onunla birlikte ölürler. Ölenler toprağa çevrilir. Çoğalınca yer darlığı ortaya çıkar, besin darlığı ortaya çıkar. Çoğalma durur.

Doğma, gelişme, yaşlanma ve ölme takdir edilmiştir. Ölüm yeni hayata imkan sağlamak içindir. Canlılar arasında çatışma ve dayanışma vardır, sosyal evrimleşme ve inkıraz vardır. İnsan da canlıdır ve insan da bu kanunlara tâbidir. Bütün bunlar insanın bu kanunlar içinde yaşaması için vardır.

Hayvanlarda bitkilerde olmayan bir özellik vardır. Vücudun içinde elektrikî kablolar ve bilgisayar donanımları vardır. Bu sayede gerek vücut içinde hareketler sağlanmakta, gerekse canlı hareket etmektedir. Hayvanlar birer robotturlar. İnsanlar ise hayvanlardan farklıdır. Her insanın diğer insandan farkı vardır. Diğer hayvanların programları yaratıldıkları zaman konmuş, melekler o programları doldurmuştur. Hayvanlar milyonlarca seneden beri aynı programla işler yaparlar. Yeni programlarla yeni türler ortaya çıkar. Bu DNA’lardaki değişmelerle sağlanır.

Oysa insanda DNA’larda değişme olmaksızın yeni programlar yapılabilmektedir. Çünkü insan kendi bilgisayar programını kendisi yapmaktadır. O kadar ki, insanoğlu bugün kendisine bilgisayar da yapabilmiştir. Yani insanda diğer canlılardan farklı olarak icatçılık vasfı vardır. Buna şari’ de diyoruz. İnsan değişik şeyleri yapabilmektedir. Arı insandan daha ileri inşaatçıdır, insandan daha ileri kimyacıdır, aynı zamanda uçucudur; ama arı yaratıldığından beri ne ise hâlâ odur, kendisinde bir değişme ve ilerleme olmamıştır. İnsan ise mağara devrinden bugünkü sanayi devrine ulaşmıştır.

Bunun anlamı şudur; insan Allah adına hareket etmektedir, Allah adına karar almaktadır. Kur’an’a göre tek Tanrı vardır, kâinatı ve insanı O yaratmıştır. Ama O Tanrı insanı öyle özelliklerle yaratmıştır ki; kâinatı anlayabilsin, kâinatı öğrenebilsin ve kâinatta değişiklik yapabilsin. Melekler de böyle yaratılmışlardır, ancak onlara ne yapacaklarını Allah bildirir ve onlar da sadece onu yaparlar. Oysa insan ne yapacağına Tanrı’nın halifesi olarak kendisi karar verir. İnsan yetkili görevlidir. Bunun için kaynaklara dayanarak içtihat yapar. Yani araştırma yapar ve ona göre işveren vekili olarak kararlar alır.

Bunlar nelerdir?

a) Her şeyden önce kendi aklı vardır. Algılar, düşünür, karar verir, uygular, sonuçlara bakar; istenen sonuca varamamışsa bir daha dener. Bilgisini her zaman kontrol edebilir.

b) İkinci olarak, diğer insanlardan duyar, onlardan öğrendiklerini yine kendi aklıyla kontrol eder ve uygular. Burada zaman kaybetmez, sadece başkalarının bilgisinden yararlanır.

c) İnsan taklit eden bir varlıktır. Çevresinde herkes bir şeyler yapıyorsa o da onları taklit eder ve benzerini yapar. İnsan içinde bulunduğu topluluğa uyar.

d) İnsanda bir de benzetme melekesi vardır, o sayede birçok sorunları çözer. Böylece insan Yaratıcısının fabrikasında işveren vekili olarak kararlar alır.

Kur’an’a göre insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

 

4- Kişi Allah’ın kuludur, O’nun adına icra eder

Kur’an’a göre insan yaratıcısının vekilidir, işverendir. Aldığı kararları diğer insanlara değil, diğer canlılara veya doğaya uygulatır. Başka bir ifade ile Tanrı adına aldığı kararların işçisi kendisidir. Kendi kendisine emretmektedir. Bir taraftan Tanrı’nın halifesi olarak karar almakta, sonra da O’nun kulu olarak o kararları icra etmektedir. Böylece kişi bir işçi olarak işverenin fabrikasında çalışan işçidir. Ne var ki Tanrı elde ettiği ürünü kendisi alıp götürmemektedir. O’nun işine yaramaz. Tanrı sadece insanlara iş versin ve onlar orada yaşasın diye bu kâinatı kurmuştur. Kişi bu sefer mükellef bulunmaktadır.  

Şöyle ki:

a) İnsan içtihat eder. Burada Allah’ın halifesi olarak davranır. Hata etse de sorumlu değildir. İçtihatlarını zamanla değiştirebilir. Bütün bunlarda ondan istenen şey samimiyettir, işverenin maksadını samimi şekilde aramasıdır. Hata ederse de sorumlu değildir. Ama kötü niyetinden sorumludur. Sonra da tembellik etmemelidir, doğru bilmeye çalışmalıdır.  Bilmediklerinden sorumludur ama bilemediklerinden sorumlu değildir. İçtihat yapmakla kişinin işi bitmez. Artık içtihadına göre davranmak ve içtihadına göre yaşamakla mükelleftir. İçtihadını değiştirmedikçe içtihadına aykırı hareket edemez; ederse sorumlu olur.

b) Tek başına insanın kendi içtihatlarıyla amel etmesi dışında, kişiler bir araya gelerek ikili veya toplu olarak sözleşme yaparlar. İnsanlar bu sözleşmeyi yaparken Allah’ın halifesi olarak yapmakta, orada kendi içtihatlarını ortaya koymaktadırlar. Uzlaşınca o Tanrı’nın emri olmuş olur. Artık taraflar ona uymak zorundadırlar. ‘Bunu ben yaptım, istersem uymam’ deme hakkına sahip değildirler. Sözleşme Allah’ın halifesi olarak yapılmıştır, artık O’nun kulları olarak taraflar sözleşmeye uyacaklardır. Sözleşme ile oluşan topluluk Allah’ın halifesi olmaktadır. Artık hükmeden yazılı kurallar olmaktadır.

c) Öyle hususlar olabilir ki, anlaşmalarında zaruret olur ama o meselenin kendisinde anlaşamayabilirler. Mesela yolda sağdan veya soldan gidileceğinde anlaşırlar ama hangi taraftan gidileceğinde anlaşamazlar. O zaman bunlar kendilerine “ortak vekil” seçerler. Bu ortak vekil müvekkilleri ile istişare eder ve sonunda müvekkilleri adına karar alır. Buna “istişareli karar” diyoruz. Bu karar kendi vekilleri tarafından alınmış karar olduğu için kendi aldıkları karar mahiyetindedir. Herkes Tanrı’nın işçisi olarak o kararlara uymak zorundadır. Bu durumda herkes Allah’ın kuludur.

d) İnsanlar Allah’ın halifesi olarak karar alırken, alınan kararları uygularken, görev ve yetki çatışması olabilir; bu meselenin de Allah adına halledilmesi gerekir. Gelecekte olacaklar için ortak vekil yoluyla sorunlar çözülüyordu. Geçmişte cereyan eden olayların hükme bağlanması hakemler yoluyla olmaktadır. Taraflardan biri bir hakemi, diğeri de diğer hakemi seçer. Hakemler baş hakemi seçerler. Hakemler tarafları dinledikten ve savunmalarını aldıktan sonra kararı belirlerler. İşte bu karar da Kur’an’a göre Allah’ın kararıdır. Karar idam da olsa taraflar buna uymak zorundadırlar. Çünkü hakemleri kendileri atadılar.

Demek ki Allah kâinatı insanlar için yarattı ve onlara iki görev verdi. Biri, kendi adlarına karar alacaklar; diğeri de, kendi adlarına aldıkları kararları uygulayacaklardır. O’nun yani Allah’ın halifesi olarak karar alacaklar, sonra da O’nun kulu ve mutlak işçisi olarak onu yerine getireceklerdir.

Burada yeni bir kural ortaya çıkıyor: Herkes yalnız Allah’a borçlanır ve yalnız Allah’tan alacaklı olur. Anne, daha önce kendi annesinden süt emdiği için Allah’a borçludur. Şimdi kendi çocuğuna süt vererek borcunu Allah’a öder. Allah annesinden aldığı sütü çocuğa vermiş olur. Böylece insanlar tamamen birbirlerine eşit olurlar. Zengin olanlar zenginliklerini Allah’tan almışlardır, dolayısıyla yoksulların onlara kızmaları yersizdir. Fakirler de Allah’ın takdiri ile fakir bırakılmışlardır, zenginlerin onlar üzerine tahakküm etme, üstten bakma yetkileri yoktur. Herkes sadece Tanrı’sı ile hesaplaşma durumundadır.

 

5- Allah kendi haklarını topluluğa devretmiştir, kişiler O’na borçlu ve alacaklı olurlar

Allah insanı yarattı. İnsan demek, kendi iradesi ile hareket eden varlık demektir, kendi kendine muhatap olan varlık demektir. İnsanın var olup yaşayabilmesi için kâinata ihtiyaç vardı. Allah kâinatı onun için yarattı. Hazreti Adem’in oğullarına yeryüzü verildi. Allah kişileri kendine halife yaptı. İnsanlar O’nun adına içtihat yapıp karar almaktadırlar. Sonra da O’nun işçisi olup kendi aldıkları kararları yine kendileri uygulamaktadırlar. Yeryüzü tüm insanlara verildi. İnsanlar onu parçaladılar ve bölüştüler. Ayrı ayrı kişilikleri olanlar birleştiler ve toplulukları oluşturdular.

İnsanlar Allah ile doğrudan muhatap olmamaktadırlar. Allah insanlarla diğer insanlar aracılığıyla konuşmaktadır. Her insan Allah’a açılan penceredir. Ne var ki bu kanallar parazitlidir. Allah onlarda net olarak görülmemelidir. Allah insanları serbest bırakmış, kendi işlerinde baskı altında karar almamaları için kendisini onlardan gizlemiştir. İnsan böylece cüzi irade sahibi yapılmıştır.

Ne var ki insanın O’nun adına bir muhatabı olmalıdır.

İşte bu muhatap da topluluktur.

Topluluk nasıl oluşur?

Topluluk, içtihat yapan kişinin çevresinde onun içtihatları ile ilişki kuran insanlarla oluşur. Her kişinin bir çevresi vardır. O çevre aslında topluluktur. İnsanlar sözleşme yaparak ortak kurallar oluştururlar. Bu kurallar Allah’ın şeriatı olur ve o kurallara uyanlar bir topluluk oluşturur. Ortak vekil seçerler ve onun içtihatlarına uyarlar. Bu da topluluğu oluşturur. Çıkan nizaları hakemlerle çözerler. Böylece Tanrı’nın emirlerine uymuş olurlar.

Hâsılı, Allah yeryüzünde topluluğu kendisine halef yapmıştır. Kişi toplulukta kurduğu ilişkiyi Allah ile kurmuş olur. Kişiler Allah’ın halifesi olarak içtihat yaparlar ve kişiliklerini  yaşatırlar. Bunun hesabını âhirette doğrudan Allah’a verirler. Ama insan içinde bulunduğu topluluğun üyesidir, kendi oluşturduğu topluluğun üyesidir. O oluşturmayı Allah adına yapmıştır, dolayısıyla o topluluğa itaat etmeli, onun haklarına ve hukukuna riayet etmelidir.

Kişi daha cenin olduğu zaman borçlanmaya başlar, borçlanarak büyür. Kime borçlanır? Onu Yaratan’a borçlanır. Ergenlik çağına gelince o borcunu kendi çocuklarına vererek öder. Kişi anne babasından yardım alırken anne babası da topluluk içinde yaşamaktadır. O halde kişi aynı zamanda topluluğa karşı sorumludur.

Kur’an’ın burada yaptığı yenilik nedir?

Kur’an kişinin kişiye borçlanmasını kaldırmış, herkes topluluğa borçlanır hâle gelmiştir. Bu, insanlar arasında eşitliği sağlamıştır. Kur’an insanı insana kul yapmamıştır. İnsanın çalışmasa da yaşama hakkı vardır. Çünkü yeryüzüne ortaktır. Hissesine düşen kira parası ile geçinecektir.

Bunun muhatabı kimdir, insanın ihtiyaçlarını kim giderecektir?

El-cevap: Topluluk.

Topluluğu kim temsil ediyor?

Kişiler temsil ediyor. Kişilerin ortak vekili zekâtı toplar ve hak sahiplerine dağıtır.

Kur’an’ın burada yaptığı yenilik nedir?

Kur’an’ın burada yaptığı yenilik, herkesin kendi görevinde kendisinin topluluğunu temsil etmesidir. Yerinden yönetimde kişi kendi mülkünde ve kendi işlerinde tamamen bağımsızdır. Topluluğu ve Tanrı’yı tam olarak temsil eder. Kimse ona karışamaz. Kişi ocak içinde ocak üyesi olarak topluluğu temsil eder, içtihatları ile amel eder, sorun olursa hakemlerden oluşan yargı sorunu çözer. Kişi bucak içinde bucağın üyesi olarak topluluğun halefidir ve onun işçisidir. Bu kural il, ülke ve insanlık için de geçerlidir.

Ateistler ile Kur’an ehli arasında çok küçük bir fark vardır. Ateistler de insanı merkez almakta, kâinatın insanlar için var olduğunu kabul etmektedirler. Ateistler, insanın kendi işlerini kendi aklıyla yürüteceği hususunda da Kur’an’la beraberdirler. Topluluğu temsil hususunda da ayrılık içinde değildirler. Onlar sadece ‘bu düzeni kim kurdu, insanları ve kâinatı, topluluğu ve kişiyi kim var etti’ sorusuna cevap veremiyorlar.

Eskiden kıdem nazariyeleri vardı. XX. yüzyıldaki gelişmeler bunları çürüttü. Kur’an kuralları ile faaliyet gösteren ve bir olan Tanrı’yı kabul etmektedir. Kuraldışı keyfî davranan Tanrı ile tanrısız kâinat aynı anlamdadır. Her ikisi de kaotik olacaktır. Ateistlerle pratikte bir ayrılığımız yoktur. Biz, ‘varsayımları koyan birisi vardır’ diyoruz, onlar ‘yoktur’ diyorlar, ‘varsayımlar kendiliğinden ortaya çıkmıştır’ diyorlar.

Kur’an’ın ortaya koyduğu varsayımlarla sorunlar çözülmektedir.

Bunun kendiliğinden olması veya bir yaratıcının bulunması pratikte ayrılık yaratmaz. Ama Yaratıcı’yı kabul etmezseniz, o zaman başı sonu belli olmayan bir kâinat olur.