ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1659 Okunma
60.AYET

Enfal Sûresi-28

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ (60)

 

وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ

(Va EaGıdDUv LaHuM Mav iSTaOaGTuM MiN QuvVaTin Va MiN RiBAvOi eLPaYLı TuRHiBUvNa BiHIy GaDuvVa elLAvHi Va GaDuvVAKuM Va EAvPaRIyNa MiN DUvNiHiM LAv TaGLaMuNaHuM u elLAHu YaĞLaMUHuM)

“Kuvvetten ve haylın rıbatından onlara istitaanızca i’dad edin. Onunla Allah’ın aduvları ve sizin aduvlarınızı ve sizin ilmetmediğiniz Allah’ın ilmettiği aherlerine irhab edersiniz.”

Bundan önceki âyetlerde, hıyanetlerinden havf ettiğimiz kimselerden sözlerini tutmayan olursa siz de sözleşmelere son veriniz denmişti.

Orada işaret etmediğimiz bir hususa işaret etmede yarar vardır.

Söz verdiğiniz zaman sözünüzde daima duracaksınız. Sözleşmeyi sona erdirebilirsiniz ama sözleşme devam ettiği müddetçe sözünüzde duracaksınız. O durmasa da siz duracaksınız. Ama sözleşmeyi sona erdirebilirsiniz. Karşı tarafı zarara sokmamalısınız. Sözleşmeyi sona erdirmenizden dolayı karşı taraf fiili zarar görürse onu tazmin etmeniz gerekir. Onun için siz de sözünüzde durmayınız denmiyor da sözleşmeyi sona erdiriniz deniyor.

Uluslararası sözleşmeler iki çeşittir.

Biri; bir ulusun fertleri diğer ulusun fertleri ile sözleşmeler yapar. Bu hususta özel hukuk hükümlerine tâbi olunur. Kişiler birbirlerine karşı hakemler nezdinde dava açarlar, hakemlerin hükmü uygulanır. Bu hükümleri devletler uygular.

İkinci sözleşme ise devletlerarası sözleşmedir. Bu sözleşme siyasi sözleşmedir. Bunlar güvenliğe dayanan sözleşmelerdir. Her şeyden önce birbirlerine saldırmayacaklarına dair sözleşmedir. Savunmada işbirliği sözleşmesidir.

Bu âyetlerdeki sözleşmeler devletlerarası resmi sözleşmelerdir. Ona dair hükümlerdir. Devletlerin de hakemlere gitme yetkisi vardır. Ne var ki devletler hakem kararlarına uymadığı zaman başvurulacak bir üst güç yoktur. Birleşmiş Milletler’in NATO benzeri üst güç oluşturması meşru değildir. Bloklar arası çatışma çıkar, sonunda bağımsızlıklar kalkar, dünya tek devlete gider. Bu dünyada böyle bir hayat mevcut değildir. Bu dünya hayatı yarışma ve çatışma üzerinde kurulan bir denge hayatıdır.

Uluslar var olacak, uluslar bağımsız olacak, uluslar haklı olacak ve uluslar kuvvetli olacaktır. Yalnız haklılık yetmez, yalnız güçlü olmak da yetmez. Devletler hem haklı hem de güçlü olacaklardır.

Kur’an Mekke’yi barış merkezi yapmıştır. Oraya giren emin olur. Mekke insanlığın merkezidir. Yalnız Arapların, yalnız Müslümanların değil, bütün insanların ortak mekânıdır. Hac günü bütün insanları davet et gelsinler diyor. Nasıl her namaz için ezan okuyorsak, Kurban Bayramı’nda tüm insanları Mekke’ye davet etme durumundayız. Bunu nasıl başarırız? “Bin Dil Üniversitesi”ni kurarız. Her kıtada böyle üniversite bulunur. Her kıtada böyle üniversite olur. Bunlar Arapça öğrenir ve kendi ülkelerinin dilleri ile neşriyat yaparlar.

Bu yarışma ve dayanışma merkezidir. Burada çatışma yoktur. İnsanlıkta kuvvet yoktur. İnsanlıkta uygarlık vardır. Uygarlaşma faaliyetlerinde bulunulur. İnsanlık içinde güven savaşlarla oluşur. Önce hakem kararlarına dayanan barış dünyası oluşur. Haksızlığa uğrayan hakemlere gider ve hakemler haklı ile haksızı ayırırlar. Her devlet hakemler kararına uyar. Bu yolla devlet haklı olur.

Hakem kararına uymayan devlete karşı mağdur devlet savaş yapma hakkına sahiptir. Diğer barış devletleri de bu mağdur devletin yanında yer alır. Böylece haklı olan devlet aynı zamanda kuvvetli hâle gelmiş olur. Savaş hakem kararlarına uymayan devlete karşı yapılır. Hakem kararı ile haklı olan devletin yanında diğer devletler de yer alır. İşte insanlığın güvenliği böyle sağlanmış olur.

Bundan önce haberleşme ve ulaşım imkânları olmadığı için savaş ancak komşu devletler arasında yapılırdı. Bugün ise haberleşme ve ulaşım sağlandığı için savaş her yerde yapılabilir. İşte, haklı olmayan devlete karşı dünyanın bütün devletleri savaşabilir.

Kimler savaşacaktır?

Hakem kararında, hakem kararına uymayan bu devletin şu bölgesi işgal edilebilir diye bir hüküm çıkar. Bütün devlet aleyhinde değil de bir bölgesi hakkında karar çıkar. O bölgedeki savaştan sonra devlet uslanmış olabilir. Hakemler hangi devletlerin saldıracaklarına dair karar çıkarmaz.

Bu hususta oluşmuş kurallar vardır.

a) Önce mağdur olan devletin savaşma yetkisi vardır.

b) Mağdur olan devletin gücü yetmezse veya savaşmak istemezse savaş diğer komşu devletlere intikal eder. Ortak ordu teşkil ederek saldırırlar ve o toprakları aralarında bölüşürler veya ganimete iştirak ederler.

c) Komşu devletlerin gücü yetmezse veya savaşmak istemezlerse o kıtada olan devletler ortak ordu kurar ve o devleti ortadan kaldırabilirler. Bir cephe savaşından çok tüm cephelerden saldırı yapılır.

d) Eğer bir kıtadaki devletler de zalim devleti ortadan kaldıramıyorsa, o zaman tüm dünya devletlerinden isteyenler gönüllü ordularla o devlete haddini bildirir.

Bu hususlarda kararlar daima hakemlerin denetimindedir yani kararlara her zaman hakemler nezdinde itiraz edilebilir.

Allah yeryüzünde insanları bir canlı olarak yaratmıştır. Diğer canlılar hangi hayat kanunlarına tâbi iseler insanlar da aynı kanunlara tâbidirler. Hayvanların kalıcı hafızaları yoktur, geçmişlerini hatırlayıp ona dayalı olarak bir hareket yapmazlar. Yine hayvanlar geleceklerini hesaplayıp ona göre hareket etmezler. Onlar hep ânı yaşarlar. O esnada ne yapılması gerektiği hususunda hafızada bilgiler vardır.

İnsanda ise kalıcı hafıza vardır. Çocukluğundan beri yaptıklarını hatırlamakta, ona göre kararlar alıp şimdi davranmaktadır. Yine insan muhakeme yapıp geleceğini bilmektedir, geleceğini düşünerek kararlar almaktadır.

İşte, savaş ve cezada bu iki meleke değişik şekillerde çalışır. Biri intikam hissidir. Hakkını alma hissidir. Bu adam mademki kardeşimi öldürdü ben de onu öldürmeliyim, o benim malımı çaldı ben de onun malını çalayım der. Allah işte bu tür davranışları haram kılmıştır. Öldükten sonra ben sizin hakkınızı size zulmedenden alacağım. Zerre kadar haksızlığa uğramayacaksınız. Ama siz kendiniz ihkak-ı hakka kalkışmayın, siz kendiniz intikam almaya girişmeyiniz. Âhirete inanan insanlar bu emirlere harfiyen uyarlar.

Diğer taraftan İslâm devlet düzeninde suç işlemeye mâni olma yoktur. Çünkü engellerseniz o zaman insan insanlıktan çıkar, iradesini yitirmiş olur. Herkes suç işleyebilecektir ama işlediği suçun cezasını görecektir. Böylece ceza intikam için değildir, caydırıcıdır. İşte buradaki âyet meselenin bu caydırıcılık kısmını ele almaktadır.

Demek ki savaş suç işleyenleri cezalandırmak amacı ile olmaktadır, intikam amacıyla olmamaktadır, adaletin tesisi için olmamaktadır. Yeryüzünde adalet tesis edilemez. Adaleti Allah âhirette gerçekleştirecektir. Zerre kadar hayır işleyenin hayrı defterinde yazılı olacak, şerri de yazılı olacaktır. Orada herkes yaptıklarının karşılığını görecektir. Bu dünyadaki görevimiz geçmişte olanları düzeltmek değildir, görevimiz gelecekte olacaklara yön vermedir. Geçmiş geçmişte kalmıştır, kimse geçmişi geri getiremez. Bugün yaptığımızın geçmişe bir etkisi yoktur. Biz ancak gelecekte olacakları etkileyebiliriz.

Gücümüz yettiği kadar geleceğimiz için hazırlık yapmalıyız. Gücümüzün yettiği kadar bu hazırlığımızı yapacağız. Bu hazırlık iki şekilde olur. Biri, kötülüğü önlemek suretiyle bunu sağlarız. Diğeri de, iyilik yapma imkânlarını hazırlarız.

Bu âyette kötülüklerin nasıl önleneceği hususu anlatılmaktadır, bu da caydırıcılıktır.

Caydırıcılık ne demektir?

Eğer elinizi ateşe soktuğunuz zaman elinizin yanacağını bilirseniz, elinizi ateşe sokmazsınız. Suç işleyecek olanlar eğer suç işlerlerse ceza göreceklerini bilirlerse, bir daha suç işlememeye çalışırlar. Bunun için ceza göreceklerinden emin olmalıdırlar. Bu da ancak ceza verecek bir müessesenin olması ile mümkündür. İşte bu görev de mü’minlere verilmiştir. Mü’minler gönüllülerden oluşan ordular oluşturacaklar, hakem kararlarına uymayanları bunlar cezalandıracaklardır.

Şimdi siyasal düzenin dört ana kurumunu hatırlayalım.

a) YASAMA: İçtihat ve icmalarla topluluğun tâbi olacağı kuralların konmasıdır. Kişi hangi hareketi yaptığı zaman ne ceza göreceğini bilmelidir ki o hareketi yapmasın. Kişi hangi hareketi yaptığı zaman ne yarar sağlayacağını bilmelidir ki o yararlı işi yapsın. Ne var ki bu kurallar zamanla işe yaramaz hâle gelir, yararlı iken zararlı olur. Kurallar var olmalı ama kurallar değişebilmelidir. Bunun için içtihat sistemi getirilmiştir, mezhepler oluşmuştur. Her mezhebin kuralları ayrıdır. Kişi istediği mezhebe katılır. Yeni mezhepler çıkar. Bugün meclisler yeni kanun çıkararak bunu sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu sistem çok yanlıştır. Mevcut sistemde yarış yoktur. Ekseriyetin dediği olmaktadır. Mevcut sistemde zamanla değişme vardır ama mekâna göre değişme yoktur. Oysa İslâmiyet’te içtihat ve icma müesseseleri ile hem zamana hem mekâna göre değişme vardır. Çünkü farklı mezhepler farklı içtihat ve icmalara sahiptir. Ayrıca değişik ocak ve bucaklar ile merkez bucakları farklı içtihat ve icmalara sahiptir.

b) YÜRÜTME: Herkes yasaları kendisine göre yorumlar ve uygular. Ortak işlerde birlikleri vardır, onların yetkilileri de kendi içtihatları ile uygularlar. Burada yorum içtihatları vardır. Yasama ayrı yapılır, sözleşmelerle oluşur. Uygulamada ise herkes kendi içtihadıyla sözleşmeleri yorumlar ve uygular. Bugün memurun yorumları ile uygulama yapılmaktadır, böylece insanlar iradesiz olan hayvanlar mertebesine indirilmiştir.

c) YARGILAMA: Uygulamada yanlış yorumlayanlar veya kurallara uymayanların denetlenmesi vardır. Mağdur olan bir hakem seçer, suçlanan bir hakem seçer, ikisi başhakem seçerler. Hakemlerin verdiği kararlara taraflar uyarlar. Hakem kararlarına herkes kendisi uyar.

d) YÖNETME: Hakem kararlarına uymayan olursa, işte onlara karşı dayanışma ortaklıkları oluşturulmuş, silahlı güç oluşturulmuştur. Onlar gerekeni yaparlar. Burada da bugünkü uygulama ile İslâm düzeni arasında büyük fark vardır. Bugün yürütme ile yönetmenin ikisi de birleşmiştir, hükümetin elindedir. Oysa yürütme muhakeme edilmektedir. Dolayısıyla güvenlik sağlanamamaktadır.

Silahlı güç aktif olmamalıdır. Hakem kararları uygulanmazsa o zaman harekete geçmelidir. Yürütmeden tamamen farklı olmalıdır. Yürütmede hukuk düzeni uygulanır, yönetmede ise askeri düzen uygulanır. Bu sebepledir ki askeri organizasyon ile sivil organizasyon ayrıdır. Ordular doğrudan doğruya devlet başkanına bağlıdır ve merkezi yönetimlerin yaptığından da başkan sorumludur. Yahut genelkurmay başkanı sorumludur. Başbakan da devlet başkanına bağlıdır ama yerinden yönetim olduğu için başkan bakanlara bile karışamaz.Harun’u vezir olarak Musa atamıyor, Musa teklif ediyor, Allah atıyor. Bugün de hükümeti başbakan öneriyor, meclis ise güvenoyu veriyor.

وَأَعِدُّوا لَهُمْ

(Va EaGıdDUv LaHuM)

“Ve onlara i’dad edin”

İ’dad” toplayıcılık zamanında meyve toplayanların aşiret reislerine verdikleri paydı. Hâlâ vergi manâsını taşımaktadır. “Hudud” kelimesiyle de akrabalığı vardır. “Haddede” çizerek sınırlamak, “addede” sayarak sınırlamak demektir. Başkalarına hükmetmek için servet edinen kimseler, devamlı olarak varlıklarını ve zenginliklerini göstermeye çalışmışlardır. Buradaki “addede” kendi kendine saymak değil, başkalarına gösteriş için saymak demektir.

Addetmek” saymak demektir. Mevcut olanları saymaktır. “İ’dad” ise if’al bâbındadır. Saydırmak demek yani başkasına şunu say demektir. Kelimeler zamanla manâlarını değiştirirler, buna manâ kayması denir. Burada saymak demek hazırlamak anlamında yani ileride gerektiği zaman kullanılmak üzere saymak anlamındadır.

Savaş olmadan önce savaşma araçlarını hazırlama i’daddır. Bugün bütün dünya devletleri bu hazırlığı yapmaktadır. Hazır ordusu bulunmayan devlet yoktur.

Kur’an nâzil olduğu zaman böyle hazır savaş ordusu yoktu. Halk iki gruba ayrılmıştı. Mü’minler savaşanlar grubunu oluşturuyordu, Müslimler ise savaşmayanlar grubunu oluşturuyordu. Savaşa çıkılacağı zaman resul mü’minlere hazırlanmalarını emreder, onlar gidip savaşırlardı. Bu âyette ordunun teşkil edilmesi gerektiği emredilmektedir. Hazırlanın denmektedir. Yani bugünkü ordular gibi nöbetlilerden oluşan bir ordu söz konusudur.

Halk bedelli ve nöbetli diye ikiye ayrılmaktadır. Bedelliler askere gitmemekte, bedel vermektedir. Bu bedelleri erkekler 15 yaşından 65 yaşına kadar yani elli sene öderler. Nöbetliler de 15 yaşından 65 yaşına kadar her yıl bir ay askerlik yaparlar. Yarısını ülkede, dörtte birini bucakta, dörtte birini de ilde nöbet olarak tutarlar. Savaş eğitimini devlette aldıkları için devletteki müddet iki katıdır. Bir ay da Ramazan ayına kıyas olarak tesbit edilmektedir.

Bu âyetin emrine dayanılarak millî orduları oluşturmamız emredilmektedir. Tarihî gelişme de böyle olmuştur. Asıl mesele şudur; bu ordu nasıl oluşturulacaktır?

a) İnsanlığın ilk döneminde kabileler vardı. Savaş zamanında tüm halk savaşa giderdi. Savaş birlikleri yoktu.

b) Sonra kölelerden ordular oluşturuldu. Böylece millî ordu yerine kul ordusu ortaya çıktı.

c) Şimdi ise askerî yönetim kadrosu paralıdır. Savaşan askerler ise halktan zorla toplanmaktadır. Bürokratların ordusu vardır.

d) “Adil Düzen”de ise halktan gönüllüler nöbetli olmakta, diğerleri bedelli olmaktadır. Bu âyet bize orduların ayrıca teşkil edilmesini emretmektedir.

Lehum” ifadesi düşmanlara işaret etmektedir. Tek düşman olmayacak, her cephede ayrı düşman olacaktır. Her düşmana ayrı ordu hazırlanacaktır. “Lehum” kaydı olmasaydı o zaman bütün cephelerde tek kuvvet hazırlamış olurduk. Burada kuvveti nekre getirmiştir. Oysa düşmanlara zamir ile işaret etmiştir. Her cephenin düşmanı ayrıdır. Bu zamir ayrı ayrı onlara delalet etmektedir. Her cephenin kuvveti de farklı olacaktır. “Adil Düzen Anayasası”nda bu husus kuralda belirtilmiştir. Bu âyet orada zikredilmemişse eklenmelidir.

Türkiye 12 bölgeye ayrılacak ve her bölgede bir ordu oluşacaktır. “Eiddû”daki emir ise tüm ulusa emir olduğu için bir bölgenin nöbetlileri tüm ülkeden oluşturulmalıdır. Herkes kendi bölgesinde askerlik yapmak isteyeceği için kendi bölgesinde askerlik yapmaya izin verilmemelidir. Bu hüküm de kısas kararının vârisleri tarafından değil de kardeşleri tarafından verilmiş olmasının teşriiyyetindeki illetten dolayı böyle yapılmalıdır.

مَا اسْتَطَعْتُمْ

(Mav iSTaOaGTuM)

“İstitaınca”

Buradaki “MâIstata’tum” kuvvetin sâhibu-l hâlidir. Gücümüz nisbetinde kuvveti hazırlamamız gerekir, ribatı ve haylı hazırlamamız gerekir. Ne fazla ne de eksik. Emir mutlaktır. Fazlası da eksiği de caiz değildir. Öğle vakti üç rekât kılsanız da fasit olur, beş rekât kılsanız da fasit olur. Ne emrolunmuşsak onu yapmalıyız, dört rekât kılmalıyız.

Acaba ne emrolundu?

Savunmaya çok zaman ve güç ayırırsak devletimiz zayıflar, savunmaya az güç ayırırsak ordumuz zayıflar. Ordunun zayıflaması demek devletin tehlikeye girmesi demektir. Devletin zayıflaması demek sonunda ordunun da zayıflaması demektir.

Bunun için şu tedbirler alınmalıdır.

a) Nöbet dönemleri bir aydan fazla olmamalıdır. Senede bir ay oruç tuttuğumuza göre Kur’an’da kıyas edeceğimiz yalnız bu vardır. Bundan yani bir aylık Ramazan orucundan başka herhangi bir zamanı içeren bir ibadet yoktur.

b) Savaş için hazırlanmış kuvvet de barış zamanında kullanılmalı, ondan yararlanılabilmelidir. Birinci Kur’an uygarlığında kervansaraylar ve yollar bunun için kullanılmıştır. Devlet aldığı yerlere güvenliği götürmek için oralara yol yapmıştır. Savaş zamanında askerlerin sevk edilebilmesi için de kervansaraylar yapmıştır. Yapılan yollardan halk yararlanmış, toprak vatan olmuştur. Kervansaraylar da barışta halkın bedava konakladığı yerler olmuştur. Böylece hazırlanan kuvvet yük olmamış, bilakis gerekli olmuştur.

c) Askerlikte askeri yönetim vardır. Kurallardan önce buyruklar vardır. Davranışlardan değil sonuçlardan sorumluluk vardır. Kişi sorumluluğu yerine topluluk sorumluluğu vardır. Haklı olan kuvvetli değildir, kuvvetli olan haklıdır. Zaruret olmadıkça askeri düzene gidilmez ama bazen zaruret olur ve askeri düzene gidilir. Savaş zamanları gibi olağanüstü hallerde, âfetlerde, kıtlıklarda askeri düzene gidilerek sorunlar çözülür. Bu sebeple devamlı olarak hazır kuvvet bulunmalıdır. Bu eğitim için gerekli olduğu gibi âfetler için de hazırlıklı olunmalıdır. İtfaiye ekipleri yerine itfaiye nöbetlileri olmalıdır. Yahut itfaiyeciler başka işlerde çalışmalılar, yangın olunca yangını söndürmeye gitmeliler.

مِنْ قُوَّةٍ

(MiN QuvVaTin)

“Kuvvetten”

Min” burada teb’iz içindir. “Min” aynı zamanda tarif içindir. “Min Yevmi’l-Cum’ati” demek, günün belli saatinde demektir. Bunun gibi “Min Kuvvetin” derken kuvvetlerden belli olanları anlamındadır. Yani her bölge için ayrı kuvvet olacaktır.

Karadeniz’deki savunma Ege’deki savunmaya benzemez. Karadeniz’e saldıracaklar ile Ege’ye saldıracak olanlar aynı kimseler değildir. O halde her ordu kendi topraklarına uygun kuvvet hazırlayacak, tedbirler alacak, ona göre eğitim yapacak, ayrıca düşmanlarının durumuna göre hazırlık yapacaktır. İranlılarla savaşma başka türlü olacak, Ruslarla başka türlü olacaktır. Demek ki savunma yeri ve düşmana göre bir kuvvet hazırlayacağız. “Min” marifeye götürmekte, “tenvin” ise nekreye götürmektedir. Her ordunun kuvveti bellidir ama ordulardaki kuvvetler farklıdır. Bu durum Arapçanın güçlü ifadesinden anlaşılmaktadır.

Savaş iki şekilde oluşur.

Biri savaşanlardır, askerlerdir.

Diğeri ise askerlerin savaşmaları için gerekli araçların teminidir yani ikmaldir.

Buradaki “kuvvet” olarak daha çok insan gücü kastedilmiştir. Buna atfen rıbatı haylden bahsetmektedir, ikmal kısmından bahsetmektedir.

Demek ki askeri birlik oluşacak ve onlar arasında birlik sağlanarak kuvvet yapılacaktır. Barış zamanında buna ihtiyaç vardır. Bunun iki amacı ve faydası vardır.

Birincisi; bu sayede eğitim yapmış oluruz.

Diğer taraftan; ani baskınlara karşı hazır birliğimiz olmuş olur.

Birliklere bugün biz de “kuvvet” diyoruz. Kara, deniz ve hava kuvvetleri vardır. Demek ki Kur’an bize bu kuvvet komutanlıklarını oluşturmamızı emrediyor. Anayasamızda bölgelere göre ordular belirlenir. Samsun, Bursa, İzmir, Adana ordularını deniz orduları yaptık. Bunların her biri başkomutana bağlıdır. Kara kuvvetleri komutanı yoktur, karargâhı var, kurmay başkanları vardır. Erzurum, Tekirdağ, Diyarbakır ve Van’da kara ordularını koyduk. Konya, Kayseri, Afyon ve Ankara ise hava ordularına ayrılmıştır. Böylece Hazreti Musa’nın 12 sıbtına da uygun bir sayı ortaya çıkıyor.

وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ

(Va MiN RiBAvOi eLPaYLı)

“Ve haylın rıbatından”

Haylın Rıbatından” denmektedir. Günümüzde süvari birlikleri yoktur. Dolayısıyla bu ifade günü geçmiş bir ifade gibi gelebilir. “Hayl” kelimesini kullanmaktadır. “Hayl” bir at değildir, sürüdür; at sürüsüdür. “Rıbat” dendiğine göre “hayl” hakiki manâsında değildir.

Haylın Rıbatı” denmektedir.  Bu bir tanımdır. Ordu askerlerden oluşur. Bunlar ata teşbih edilmiştir. Rıbat da onları birbirine bağlayan araçlardır. Ulaştırma araçlarıdır. Haberleşme araçlarıdır. Muhabere okulunda “muhaberesiz muharebe olmaz” sözü öğretilir.

Yine burada da “Min” getirilmiştir. Ne var ki burada marife getirilmiştir. Buradaki “Min” teb’iz için değil cins içindir.

“Rabtiye” Türkçede kullanılmaktadır. İki şeyi birbirine bağlayan veya yapıştıran şeydir. “Rıbat” mastardır veya “rabt”ın cemidir. Atları birbirine bağlayan ip anlamına gelir.

Bir şeyi çektirmek için atlar koşulur. Atları yan yana ve arka arkaya bağlayan araçlara rıbatı’l-hayl denmektedir. Doğrudan rıbat kelimesi de bu manâda gelir. Türkçede buna “takım” denmektedir. Takım “eyer takımı” şeklinde ifade edildiği gibi Türkçe olarak orduda insanlardan oluşan “takımlar” vardır.

Hayl” kelimesi çoğuldur ama tekili “fers”dir. Yani kendi cinsinden bir tekili yoktur. “Haylete” de kullanılmamaktadır. Bunun anlamı şudur. Bu kelimenin aslı at değildir. At sürüsüne sonra isim olmuştur. Takım oldukları için Haylı’l-Fersi iken, sonradan sürünün adı olmuştur. Çoğullar tekillerden türemiştir. Arapçada tekilleri kendi kökünden olmayan kelimeler vardır. Bunlar da çoğul başka kelimelerden oluşmuştur. “Hala” kelimesi bu köktendir. “Hala, dayı, teyze” kelimeleri bunun vavlısıdır.

Yine Arapçada bazı kelimeler vardır ki cins adıdır ama aynı zamanda o cins içinde bir nevin adıdır. “İslâm dini” Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelen hak dinlerin adıdır ama özel olarak Kur’an mensuplarına özelleşmiştir. “Aydın” bir kasabanın adı iken şimdi bir ilin adı olmuştur. “Hayl” kelimesi de böyledir. Aslında bir rıbatın bağlandığı herhangi çokluk iken sonraları atların adı olmuştur. Bunun için tekili yoktur. Böyle kelimeler cins ile nevileri arasında müşterektir. Dar manâda “baba” validdir, geniş manâda “baba” dedeleri de içerir.

Demek ki “Hayl” kelimesi sadece at grubunu değil tüm savaşma araçlarını içerir. Bunun için “Rıbat” kelimesini kullanmaktadır. Yani geniş manâda hayl demektir.

Rıbat” kökü Kur’an’da beş defa geçmektedir, “Rıbat” kalıbı da bir defa geçmektedir.

Bu açıklamaları şunun için yapıyoruz. Kur’an’da geçen kelimeler kıyamete kadar yaşayacak olaylara işaret eder. Eğer at sürüsüne işaret etseydi, o zaman gelecekte at sürüsünün işe yaramayacağını bilmemiş olurdu, dolayısıyla Kur’an Allah sözü olmazdı. Ama “Rıbat” kelimesini kullanarak kastedilenin at olmadığını ifade etmiş oluyor, bu da onun yani Kur’an’ın mucizesi oluyor.

Bununla beraber, araçlarla bir yere giderken iki zorlukta kalırsınız. Birincisi, yer veya konacak yer bulamazsınız. Konsanız bile orada yaya kalırsın. Oysa atlar her türlü arazide sizi sırtlarında taşırlar. Araçların ikinci eksikliği yakıttır. Yakıtı doldurup belli kilometre gidersiniz ama yakıtınız bitince yolda kalırsınız. Oysa at her gittiği yerde karnını doyurur. Doyurmasa bile yağlarını eritir. O halde at kıyamete kadar savaş aracı olabilir.

Bunun üzerinde de durmamız gerekir.

Kıyas yoluyla çöllerde deve savaşı yapılmalıdır.

Irak Amerikalılara karşı deve ordusunu hazırlayıp gönderseydi ve savaşı çölde verseydi belki de düşmanı mağlup edebilirdi.

تُرْهِبُونَ بِهِ

(TuRHiBUvNa BiHIy)

“Onunla irhab edersiniz.”

Bu cümle “Eiddû”daki failin hâlidir. Onları irhab etmek amacıyla hazırlayın demek olur. “Rahbete” caydırma demektir. İnzardan farkı, “İnzar”da sözle doğrudan onlara hitap edersiniz; “Rahb”de ise sizin varlığınız onları uyarır. Onlar muhatabınız değildir. Kendiniz kuvvetli oluyorsunuz, onlar çekiniyorlar, saldırmıyorlar. Caydırıcılık demektir.

Ahlaki dayanışma ortaklılarına “rehbaniyet” denmekte, dayanışma sorumlularına da “ruhban” denmektedir. Bunların varlığı inanmış insanlara huzur vermektedir. Onların gölgesinde kendilerini güvende hissetmektedirler. Allah’a karşı olanlar onlardan korkmaktadırlar.

Yirminci yüzyıl zulüm dönemidir. Dikta rejimler her şeye karşı düşmanlık beslemişlerdir. İlim adamlarını susturdular, iş adamlarını susturdular, siyasileri yok ettiler. Ama en büyük korkuları dine karşı olmuştur. Onların en çok koktukları kurum dindir. Savaşı ona açtılar, dindarların köklerini kurutacaklardı. Herkes sermayeye teslim oldu. Siyasiler hemen onun yanında yer aldılar. Millî Görüşçülerin devamı gibi olan Ak Parti sermayeye teslim oldu. Medreseler kapandı, şimdi ilâhiyatçılar onların istediği şeyleri okutuyorlar. İş adamları tamamen onlarla beraber çalışıyor veya iflas ediyorlar. Dinler ve dindarlar ise direndiler. Tarikatlar fiilen kapanmadı. Bugün yasaktır ama C. Halk Partisi bile Alevi dedesini kendisine başkan yapmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple onlara ruhban denmektedir. Onlarda gizli bir güç var. İnsanları yanlarına topluyorlar, gelmeyenleri de korkutuyorlar.

عَدُوَّ اللَّهِ

(GaDuvVaelLAvHi)

“Allah’ın aduvvu”

Onların vasıflarını bildirmektedir. Ayrıca hükmün genel olduğuna işaret etmektedir.

Bizden korkacak kimseler Allah’ın aduvları olacaktır.

Aduv” cephe demektir. Oyundaki karşı takım aduvdur.

Aslında iki takımı da Allah kurmuştur. Bir kimse futbol oynamak isterse iki takım kurmalıdır. Tek takımla oyun olmaz. İki takımı da kendisi kurar. Oyuncuları kendisi bulur. Ama takımları kendisinin oynaması için kurmuştur. O da bir takımda yerini alır. Evet, karşı takımı da kendisi kurmuştur ama şimdi oyuncu olarak karşı takımı yenmek istemektedir.

Allah da böyledir. İki takım kurmuştur. Ne için kurmuştur? Kendisi orada istediğini yapsın diye, dostlarını bulsun diye. İki takım oynayıp duracaktır. Allah iyilerin takımında oynayacaktır. Karşı takımdan olanlar aduvvullahtırlar.

وَعَدُوَّكُمْ

(Va GaDuvVAKuM)

“Ve sizin aduvvunuzu”

Onların bize olan düşmanlıkları ile Allah’a olan düşmanlıkları aynı değildir. Önce, onlarda çatışma düzeni olduğu için zaten birbirleriyle savaştadırlar, sizinle bu amaçla savaştadırlar. Sizin topraklarınıza ve mallarınıza göz dikmektedirler. Çıkar çatışması nedeniyle size düşmanlıkları vardır. Allah’a olan düşmanlık ise çıkar çatışması değil de doğrudan çıkardır.

Demek ki bizim iki görevimiz vardır.

Biri; kendimizi savunmalıyız.

İkincisi de; yeryüzünün güvenini temin etmeliyiz. İnsanlığın düşmanları da sindirilmelidir.

Şimdi biz Mekke dönemindeyiz. İslâm düzenini öğreniyoruz. Onların ihtiyacı siyasi düzendi. Devletleri yoktu, kabile dönemini yaşıyorlardı. Onlar cemaat olmayı öğrendiler. Şimdi ise sorun tamamen başkadır. Tarım döneminden sanayi dönemine geçilmiştir. Artık hiç kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Herkes ürettiğini satıyor ve ihtiyacı olanları satın alıyor. Satarken ücretini alıyor, alırken de fiyatını ödüyor. İşte, bugünkü insanlık fiyat ve ücret anarşisi içindedir. Devlet aşaması öncesi günlerini yaşıyor. Şimdi biz bu sorunu yani ücret ve fiyat sorununu çözmek zorundayız, bunun eğitimini almak durumundayız.

İşte âyette geçen “Eiddû/hazırlayın” emri içinde bu emir de vardır.

Bugün iki cephe vardır. Karşılığı olmayan faizli para ile fiyatlar ve ücretler ölçülmekte yani ölçülememektedir. Bunlar hem insanlığın düşmanı hem de bizim düşmanımızdırlar. Karşılıksız para puttur. Ona karşı hazırlık yapmak zorundayız.

وَآخَرِينَ

(Va EAvPaRIyNa)

“Ve diğerleri”

Buradaki “diğerleri” Allah’ın ve mü’minlerin aduvvu olmayanlardır. Bunlar Fatiha’da belirtilmiştir. “Mağdubun aleyhim” olanlar aduv olanlardır. “Dâllîn” olanlar ise bunlardır, “Âharîn”dirler. Çünkü onlar düşmanlık yapmıyor, yaşayışları ile zarar veriyorlar.

Demek ki öyle kimseler vardır ki onlar bizim düşmanımız değildirler, Allah’ın da düşmanı değildirler ama “Adil Düzen”e karşıdırlar. İşte, onlar için de kuvvetimizi hazırlamamız gerekir.

Orduların iki görevi vardır.

Biri; dışarıdan gelecek saldırılara karşı ülkeyi korumaktır.

Diğeri ise; içte çıkacak isyanları bastırmaktır.

Güçlü ordu hem içte güvenliği sağlar, hem de dışarıya karşı ülkeyi korur.

İç güvenliği sağlamak için illerde jandarma teşkilatı kurulur. Dışarıdan destek alan anarşistler jandarma teşkilatını etkisiz hâle getirir. Bunlara ordu destek verir yani örfi idare ilân edilir ve askeri düzen uygulanır. Bunun için de ordunun hazırlıklı olması gerekir.

مِنْ دُونِهِمْ

(MiN DUvNiHiM)

“Onlardan başka”

Yani sizin ve Allah’ın düşmanı olmayan kimseler vardır. Bunlar cepheden savaşmamaktadır. Bunlar içte yeraltı faaliyeti yapanlardır.

Min Dûnihim” bildiğiniz düşmanlardan başkası anlamına gelir. Devletler anlamındadır.

Cepheler malumdur. Bunlardan biri bize saldırırlarsa, biz de onlarla savaşırız, düşman bellidir. Ama yeraltı faaliyetlerinde bulunanları bilmiyoruz. Onlar da bizim varlığımızdan kokmalıdırlar. Yakaladığımızı hemen cezalandırmalıyız, asmalıyız, öldürmeliyiz, el ve ayaklarını kesmeliyiz, zorunlu çalışma yerlerine kapatmalıyız. Böylece diğer sinsi çalışanlar da korksunlar ve bir daha böyle işlere tevessül etmesinler.

لَا تَعْلَمُونَهُمُ

(LAv TaGLaMuNaHuMu)

“Siz onları bilmezsiniz.”

Halk onları bilmez. Çünkü onlar halk ile karşı karşıya gelmezler. Gelseler bile, kendileri değil de kullandıkları elemanları bilmez.

Bilmeyişimizin iki sebebi vardır.

Biri; ortada görünmedikleri için bilmeyiz.

Diğeri de; şimdi mevcut değildirler, gelecekte ortaya çıkacaklardır.

Onlar için de kuvvetimizi hazırlamamız gerekir.

Kara ve deniz orduları bilinen düşmanlardır, bilinen cephelerdir.

Ama hava orduları bilinmeyen düşmanlar için hazırlanırlar. Nereden saldırı geleceğini bilemiyoruz. Hazırlıklı olmalıyız.

اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ

(elLAHu YaĞLaMUHuM)

“Allah onları bilir.”

Allah bilir” dendiği zaman, “âlemlerin rabbi bilir” anlamına geldiği gibi aynı zamanda “devlet bilir” demektir. Bunun için istihbarat teşkilatı vardır. İstinbat eden merkez vardır. Bunlar onların gizli ordularını da bilir durumdadır. Onlara karşı tedbir alınır.

“Siz bilmezsiniz” dendiği gibi gizli çalışanları deşifre etmememiz gerekir. Bilmeliyiz ama halka anlatmamalıyız. Çünkü onları da açık olarak düşmanın cephesine katarız. Gizli çalışanlar gelişemezler, birbirlerine düşerler. Onun için gizli faaliyetlerine karşı tedbir almalıyız ama onları yok etmemeliyiz. Münafıklar bunlardır.

وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ (60)

(Va MAv TuNFıQUv MiN ŞaYEin Fıy SaBIyLi elLAHı YuVafFa EiLaYKuM Va EaNTuM Lav TUJLaMUvNa)

“Ve Allah’ın sebilinde ne infak ederseniz, size zulmedilmeden size tevfi edilir.”

İç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olmamız gerekmektedir. Bu hazırlığın infak yoluyla olacağını bildirmektedir.

Önce “Ve” harfi ile atfetmiştir. Bu infakın kuvvet ve rıbatın hazırlanması için olduğu anlamına gelir. Ancak hazırlama başka infak başkadır. Bunun için “Vav”la atfedilmiştir. Hazırlık yapılacak. Malla canla buna katılınacak. Katılma ihtiyari değildir. Savunma gereği zorunludur. Ne var ki hiçbir şey karşılıksız değildir. Yani devlet savunma için gerekli şeylere gerektiğinde el koyabilir. Burada halkın rızası gerekmez. Ne var ki el konulduğunun karşılığı verilecek, kimse zulme uğratılmayacaktır. Bu karşılık konusunda hakemlere gidilebilir.

Bu genel kural içinde yol istimlâkleri vardır. Bir yerden yol geçecekse, kamunun yararı varsa istimlâk edilebilir. Bir araziyi boş tutan kimse bu genel hazırlığa engel teşkil ettiği için istimlâk edilir. Yani kamu yararına olanlar istimlâk edilir. Ne var ki bedelleri eksiksiz ödenir.

Burada yine anayasamıza dönebiliriz. Anayasada bu maddeler eski fıkıhçıların uygulaması olarak yer almıştır ama Kur’an’dan delil getirin dendiği zaman bu âyet aklımıza gelmez. Oysa bu âyet tam istimlâk âyetidir. Neden? Çünkü baştan hazırlayın diye emir verilmiştir. Sonra da neyi infak ederseniz karşılığı ödenir denmektedir. “Allah öder” demeyip “ödenir” deniyor. Demek ki topluluk ödeyecektir yahut yararlanan ödeyecektir.

Yangın olduğu zaman herkes malıyla canıyla başkanın emrine girer ve yangın söndürülür ama kimse zarara uğratılmaz. Kimin malı kullanılmışsa bedeli ödenir. Kim çalışmışsa ücreti verilir. Buna göre askere giden erlere maaşları ödenmelidir. Askere gitmek zorunludur ama bu bedava çalışılacak anlamında değildir. Olağanüstü hallerde nasıl davranılacağı anayasada yer almıştır.

Bu âyet oranın delilleri arasında yer almalıdır.

وَمَا تُنْفِقُوا

(Va MAv TuNFıQUv) 

“Ne infak ederseniz...”

İnfak etmek” harcamak demektir. “Ne harcarsanız” dendiğinde Ma zi-l akıl olmayan her şeyi içine alır. Zi-l akıl olanlar varsa ona da delalet eder. “Mâ” özel manâda “Mâ”yı ve “Men”i içerir ama “Men” “Mâ”yı içermez. “Âlim” özel manâda erkek âlimi ve kadın âlimi içerir ama “âlime” yalnız kadınlara delalet eder.

Burada da iki manâ verilebilir.

Akıllı olsun akıllı olmasın her şeyden ne harcanırsa demek olur, o zaman bedenen verilen hizmetleri de içerir.

Yalnız akılsız varlıklar kabul edilmişse o zaman emeği içermemiş olur.

Biz yukarıdaki hükümlerde bedenen harcananlar için de ücretler verilir diye tesbit ettik.

مِنْ شَيْءٍ

(MiN ŞaYEin)

“Şeyden”

Şey” kelimesi Türkçede yalnız cansız varlıklar için söylenmektedir. Oysa “Allah her şeyi bilir” dediğimiz zaman insanı da bilir manâsı çıkar. Burada bu “Min Şey’in” getirilmeseydi, o zaman yalnız mal olarak harcadıklarınız olarak değerlendirirdik. Oysa bu kayıt sebebiyle emeğe de ücret verileceği hususu nass mertebesinde kesinleşmiş oluyor.

Bugünkü askerlikte iki eksiklik vardır.

Birincisi; askere aldıklarımıza ücret vermiyoruz.

İkincisi; askere aldıklarımızın askerliği iki sene gibi uzun zaman sürüyor, dolayısıyla askerlik bitinceye kadar insanlar iş bulamıyorlar.

Oysa askerlik senede bir ay olunca, değişik yollardan iş kurulur ve bir ay idare edilir.

Savaşta erkekler askere gidince, erkeklerin yapacağı işleri kadınlar yaparlar. Dolayısıyla senede bir ay da kadınlar erkeklerin yerine mecburi ekonomik işler yapar ve bu alanda da eğitim görmüş olurlar.

فِي سَبِيلِ اللَّهِ

(FIy SaBIyLi elLAHı)

“Allah’ın sebilinde”

Allah’ın yolu” kamuya açık yoldur. Anlam genişlemesi ile su, pis su, elektrik, ısı gibi yolları da içermiş olur; basın-yayın da dâhil olur. Sonunda kamu için harcanan her şey onun yolunda harcanmış olur. Dolayısıyla “Sebilullah” dediğimiz zaman tüm kamu işleri kapsama alanına girer.

Bir annenin bebeğine süt emzirmesi onun görevidir. Emzirmez de çocuk zarar görürse cezalandırılır ama emzirdiği için karşılığını alması gerekir. Bunun için diyoruz ki; çocukken emdiklerinin karşılığını ödemektedir. Dayanışma içinde ödenilmektedir. Yani ihtiyaç kadar ödenmektedir.

Kendisi sağlam doğdu ve büyüdü ama çocuğu sakat doğdu. Bu durumda ona daha fazla emek verecektir. Onun için böyle sakat çocukları olan annelere devlet onlara bakma maaşını bağlamaktadır.

Demek ki bu âyet insan fıkhının tamamının varsayımlarını koymuş bulunmaktadır.

Buradaki “Allah” kelimesi topluluğu ifade eder.

يُوَفَّ إِلَيْكُمْ

(YuVafFa EiLaYKuM)

“Size tevfi edilir.”

“Vefa” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek tepedir. Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.

Hakkı ne ise onu vermek demektir.

Kişi Allah yoluna ne katmışsa onun karşılığını topluluktan alacaktır.

İslâm şeriatı kesinlik şeriatıdır. Cinayetlerde kısası esas alır. Kısasın ne olduğu ise vaka üzerinde içtihatla tesbit edilir. O halde ceza kanunu iki-üç maddeden ibarettir.

1) Cinayetlerde kısas yapılır; af olursa diyete dönüşür.

2) Hırsızlıkta kol kesilir.

3) Zinada 100 sopa vurulur.

4) İftirada 80 sopa vurulur.

Asılır öldürülür, asılır, el ve ayak kesilir, sürülür.

Kalan hep içtihatlarla belirlenecektir.

وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ (60)

(Va EaNTuM LAv TUJLaMUvNa)

“Ve size zulmedilmez.”

Zulmetmek” demek haksızlık yapmak demektir. Bir suçun cezası belli değilse, ona başka buna başka ceza veriliyorsa, bu karanlıktır, zulümdür.

İslâmiyet’ten aldıkları kuralı Batılılar ceza kanununun ilk maddesi olarak yazdılar. İşlediği zaman ceza kanununda suç sayılmayan hiçbir fiile ceza verilemez. İşlediği zaman yürürlükte olan kanunlarda miktarı belirtilmemiş bir ceza verilemez.

Fıkıhta “şüpheler ukubatı önler” ifadesi vardır. Kur’an’da bu şekilde ifade edilmemiştir. Ama size zulüm yapılmaz ifadesi bunu göstermektedir. Bir kimseden kamu yararı olduğu için malını alıyorsun, bu ceza mahiyetindedir. Dolayısıyla burada ceza hukuku usulleri uygulanır. Mesela, kamu yararı olduğunda kesinlik olmalıdır. Kamu yararı olduğu dört bilirkişinin ittifakı ile sağlanır.

Savaşa katılan kişiler ortak olmuş olurlar. Savaşta sorumluluk ortak olduğu için herkes eşit ücrete tâbidir. Ganimet kişilere eşit şekilde bölüştürülür. Mallarla savaşa katılanlar da malları nisbetinde ganimeti bölüşürler. Bu hususta fıkıhçılar arasında ihtilaf yoktur.

Buna göre orduda çalışanların rütbelerine bakılmaksızın eşit ücret almaları gerekir. Nöbetli iken eşit ücret alırlar ama nöbet dışında kamu hizmeti yüklenenler genel hizmet benzeri bir hizmet yüklenirler ve o takdirde mesleki derecelerine göre ücret alırlar. Yani senede bir ay diğer askerlerin aldığı ücret kadar ücret alırlar. 11 ayın ücretleri farklı olur. Resmi ücret dışında ücret almazlar.

Bununla beraber askerlikte hukuk kuralları geçerli olmadığı için birlik başkanının takdirleri her zaman geçerlidir.

Harbe hazırlık esnasında gelirlerin oluşmasında ise hukuk kuralları geçerlidir. Sadece zorlama vardır.

Bu âyetin emrinden dolayıdır ki planlamada ekonomik mülahazalar kadar savunma da nazarı itibara alınacak, askeri planlama ile sivil savunma birlikte plan yapacaklardır. Anlaşamadıkları zaman başkan hakemlik yapacaktır.

Burada infak edilen topluluktur. O halde bu infakın karşılığı dünyada da görülecektir ama âhirette de görülecektir. Yani infak eden topluluğa âhirette de mükâfat verilecektir demektir. Topluluk oluşturmasalar bile fertlere fert oldukları için pay verilecektir.

Allah bizi bu dünyaya getirdi ve yeryüzünün imarını bize görev olarak verdi.

İmar ne demektir? 

İmar dağınıklığın düzgün hâle getirilmesi demektir.

Toprakta dağınık bulunan maddeleri birleştirirseniz ev olur, apartman olur, uçak olur.

Bu imardır.

Topraktaki maddeleri havadaki CO2 ve su ile birleştirirseniz canlı olur. Canlıları ilkellikten insana yükseltirseniz o da imar olur. Ömür kelimesi onun için aynı köktendir.

Yeryüzünün imarı en çok insanı yaşatacak hâle getirmektir. Yani bizim görevimiz bizi çoğaltmaktır. Bu işi de Güneş’ten gelen ışıkla yaparız. Işığı ısıya çevirir, bundan yararlanarak yeryüzündeki dağınık maddeleri insana kadar yükseltiriz.

Sorun işsizlik sorunu değildir. Sorun Güneş enerjisinin israfını önlemektir, ondan en çok yararlanmaktır. Yani kumar oynayanın da işi vardır ama bu iş bir işe yaramaz.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2099 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1620 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1337 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1891 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2112 Okunma
6-11.AYET
1624 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2232 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1850 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1643 Okunma
10-19.AYET
1384 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1459 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1589 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2439 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1481 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1646 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1360 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1302 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1588 Okunma
19-41.AYET
2209 Okunma
20-42.AYET
1725 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2791 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2155 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1592 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1434 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2125 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1468 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1390 Okunma
28-60.AYET
1659 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1679 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3614 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2026 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1719 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1561 Okunma
34-72.AYET
1989 Okunma
35-73.AYET
1468 Okunma
36-74.AYET
1466 Okunma
37-75.AYET
1542 Okunma