ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1394 Okunma
57 VE 59.AYETLER

Enfal Sûresi-27

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

فَإِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِمْ مَنْ خَلْفَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ (57) وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاءٍ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْخَائِنِينَ (58) وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَبَقُوا إِنَّهُمْ لَا يُعْجِزُونَ (59)

                                                                                    

فَإِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِمْ مَنْ خَلْفَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ (57)

(Fa EimMAv TaÇQaFanNaHuM FIy eLXaRBi FaŞarRiD BiHiM MaN PaLFaHuM LaGalLaHuM YazZakKaRUvNa)

“Harbde onları sekf ederseniz, tezekkür ederler diye halflerinde olanlardan onları teşrid et.”

Savaş devletler arasında yapılmaktadır. Ülke ona yakın bölgeye ayrılır. Her bölgede o devletin bir ordusu bulunur. İki devletin iki bölgesi arasında savaş yapılır. Savaşın hükümleri iki bölge arasında cereyan eder. Karşı karşıya gelen iki ordudan biri mağlup olursa o bölge galip gelen devletin olmuş olur, savaş biter.

Tarihte daima savaşlar olmuştur ama her zaman savaşın kuralları vardır. Taraflar o kurallara uyarlar. Onları zorlayan bir şey yoktur ama savaş bir düzen içinde olur. İşte Kur’an’ın koyduğu kural budur. Savaşlar devletlerin iki ordusu tarafından yapılır, ülkenin onda biri kadar olan bölgesi içinde yapılır. Savaşın sonunda bölge kazanılır veya kaybedilir.

Örnek verelim. Yunanlılarla iki bölgemiz komşudur, Trakya ve Ege. Hattâ Kıbrıs da onların olduğu zaman üç bölgede karşı karşıya geliriz.

Biz adaları kendimize katmak isteyelim. Yunanlılarla Ege kıyılarında savaşa başlarız. Ege Ordusu ile Yunanlıların Adalar Ordusu savaşa girer. Bugün savaşı Trakya’da ve Akdeniz’de sürdürmeye başlarız. Kur’an savaşın kurallarını böyle koymuyor. Evet, ordu Yunanın ordusudur. Askerleri Yunanın tüm ülkeden toplanan askerleridir. Ege’de de Türk ordusu vardır. Tüm Türkiye’den askerler gelmiştir. Bu savaşı tüm sınırlara kadar yaymak iki tarafın da aleyhinedir.  Sonunda Yunanlıların bizi yendiğini kabul edelim. Ege Bölgesi’ni alırlar ama Trakya bize kalır, Akdeniz kıyıları bize kalır. Biz Yunanlıları yenersek adalar bizim olur ama diğer taraflara saldırmayız.

İşte bu âyet bize bu hükmü koymaktadır. Savaşın hükümleri savaş alanına münhasır kalacaktır, ordular arası cereyan edecektir. Savaşın sonuçlarını da ordu komutanları belirleyeceklerdir. Karşı taraf bu kurala riayet etmeyebilir. Bizimle tüm cephelerde savaş başlatabilir. Biz yine bu âyetin hükmüne uyarak ordu ordu savaşırız. Yani Trakya’da Edirne’deki ordumuz, Ege’de İzmir’deki ordunuz, Akdeniz’de Adana’daki ordumuz savaşır. Yensek de yenilsek de sadece orası için anlaşma yapar, diğer taraflarda savaşı barışla bitiririz veya ona ayrıca devam ederiz.

Demek ki insanlığı bloklar hâline getirip cihan/dünya savaşı çıkarma şöyle dursun, biz savaşı tüm ülkeye de yaymıyoruz. Böyle bir savaş halk savaşıdır, kişilerin savaşıdır. Uçakların savaşı değildir. Bu tür savaş insanlık için yararlıdır. Yaşlanmış ve bozulmuş topluluklar uyarılmış olur, kendisini toparlar, iyileşirse kalan onda dokuzunda yaşamaya devam eder. İleride güçlenirse o savaş yapar, büyür. Yok, iyileşmezse, başka komşuları da ona saldırır ve sonunda o devlet paylaşılmış olur.

Savaşın uluslararası sosyal yapının sağlamlaşması ve uygarlığın devam etmesi için gerekli olduğunu belirttikten sonra, savaşın ülke içinde de neslin sağlam kalması, Darwin’in dediği doğal seleksiyonun olabilmesi için savaşlara gerek vardır. Mü’minler savaşırlar, güçlü olurlar, sağlam olurlar. Müslimler de savaşmazlar, nesilleri bozulur. Bu sebepledir ki askerlik gönüllü işidir. İsteyen “cizye” verir, isteyen “nöbetli” yani asker olur.

Kur’an savaşı yalnız meşru kılmamış, savaşı en büyük ibadet saymıştır. Savaşta ölenlere en büyük rütbeler verilmiştir. Şehitler için “onlar ölü değildir, onlar cennette rızıklanmaktadır” diyor. İşte savaşı meşru kılmasının sebebi budur. Bu dünya canlıların birbirlerini yemeleri üzerinde kurulmuştur. Canlı başkalarını yer ve yaşar, sonra kendisi de başka canlılara yem olur. Hayat budur. Hattâ bu durum âhirette de devam edecektir.

Ölen biyolojik bedendir, ölen ruh değildir. Ruh acı çekmektedir. Acı çekmeden de hayat mümkündür. Bitkiler acı çekmezler. Uyuşturduğumuz organı keserler ama acı duymayız. Saçımız ve kıllarımız kesilirken acı duymayız. Sonra kesilenlerin yerine yenileri biter. İşte âhirette de canlılığın kuralları geçerli olacaktır. Yine bitkiler olacak, yine hayvanlar olacak, yine bitkilerin meyvelerini yiyeceğiz, yine hayvanların etlerini pişirip yiyeceğiz. Ama cennette acı duyan olmayacaktır. Çünkü acı duyan beden değil ruhtur.

Bu dünya ise canlıların çatışması üzerine kurulmuştur. Canlılar birbirlerini yemese şimdi Himalayalar yüksekliğinde leş yığını olurdu yani hayat olmazdı. İnsan için de durum böyledir. Ömrünü dolduran, artık dünyada işi kalmayan kişi ölecek ve bedeni bakterilere yem olacaktır. Bozulan nesil savaşla yok edilecek ve yerine dinç nesil ortaya çıkacaktır. Bozulan toplulukları komşular paylaşacaklar, daha ileri ve daha uygar devletler oluşacaktır.

Bundan dolayıdır ki mü’min-kâfir ayırt edilmeden hepsi savaşın kanunlarına tâbidir. Bugünkü İslâm dünyasının geri olmasının hikmeti budur. Tarihi ömrünü doldurmuştur. Birinci Kur’an uygarlığı sona ermiştir. İkinci Kur’an uygarlığının doğması gerekir. Bunun için yaşlanmış olan ve artık hayatiyetini kaybetmiş İslâm halkları ezilecek ve sindirilecektir. Düzelirlerse düzelirler, o zaman sorun yoktur, yeni uygarlık kurarlar. Ama düzelmezlerse, o zaman onlar gider yerlerine onlar gibi olmayanlar gelir.

Savaşın bu etkileri yapabilmesi için atom savaşları değil, füze savaşları değil, biyolojik savaşlar değil, kimyasal savaşlar değil, cephe savaşlarının kişilerin savaşları olması gerekir. Bu sebepledir ki devletler toptan savaşa girmezler. Bir kenarda savaşır, orada imtihan olur, en az zayiatla sonuç elde edilir.

Âyetteki teşridin iki gayesi olabilir. Onları böl ve kolayca yen anlamı çıkar. Bugün sermayenin yaptığı hep budur. Ulusu gruplara böler ve birbirine çatıştırır, devletleri kamplara ayırır ve birbirine savaştırır, böylece sonunda kendisi yener. Yani düşmanın diğer düşmandan kuvvetli olması ile değil de düşmanın zayıflaması ile galip gelir. Oysa faydalı olan savaş, İslâm’ın mukaddes saydığı savaş, kuvvetli olanların galip gelmeleridir. Yani sermaye zayıf olanların yenmesi ilkesini benimsemiştir. Kur’an ise kuvvetli olanın yenmesi ilkesini benimsemiştir. Bu sebepledir ki buradaki “ayır” emri onları zayıf düşürme anlamında değil, onların hepsini birden yok etmeme, diğer bölgelere savaşı bulaştırmama anlamındadır. Böyle olduğunu âyetin sonundaki “Leallehum Yezzekkerûn” ifadesi açıkça teyit etmektedir.

فَإِمَّا

(Fa EimMAv)

“Ettiğinde”

Fa” harfi hükmün tamimi içindir. Bundan önceki âyetlerde ahitleri bozmaları sebebiyle savaşın meşruiyeti zikredilmiş ve bir kavim hâlini değiştirmedikçe durumunu da değiştirmez diyerek, savaşın meşruiyeti topluluğun bozulması ile anlatılmıştı. Burada “Fa” harfi getirilerek savaşın sonuçlarından bahsetmektedir. Bir olay anlatıldıktan sonra sonuçları fasl edilerek yani bir harf getirilmeden konursa o birinci ifadenin bedeli hükmünde olduğu için sadece o olaya uygulanır. Tamim edilmez, kıyas da yapılmaz. Eğer olay anlatıldıktan sonra “Ve” harfi ile sonuçlar ortaya konursa illet bulunacak ve o illeti taşıyanlara o hüküm uygulanacaktır demektir. “Fa” getirilirse illet aranmaksızın benzer olaylarda aynı hükümler uygulanacaktır demektir. Burada “Fa” harfi getirilerek her halükârda teşrid emri verilmiştir. Ondan dolayıdır ki karşı taraf teşrid ilkelerine uymazsa da biz teşrid ilkesine uyarak savaşırız.

Her ordu kendi bölgesini korumada kendisi savaşır. Düşman birlikte saldırsa bile biz ordu ordu savunuruz, biz ordu ordu saldırırız.

Adil Düzen Anayasamızda bu husus zikredilmiş ama bu âyet delil olarak gösterilmemişti. Oraya bu âyeti de ekleyebilirsiniz.

İmmâ” kelimesini “İnMâ” olarak anlarız. “Emmâ” kelimesini ise “EvMâ” şeklinde anlarız. Her ikisi burada eğer siz galip gelirseniz anlamındadır. “İzâMâ” denmemiştir. Çünkü o zaman mutlaka her zaman galip geleceğimiz anlamına gelir.

Ordular savaşır. Halk savaşın içinde olsa da savaşmış olmaz. Dolayısıyla halk esir edilebilir ama halk öldürülemez. Ordu savaşırken orasını terk etmez, ölür veya galip gelir. Ama ordu yenildiyse savaş tüm ülkeye teşmil edilmez. O bölge düşmana verilerek barış yapılır. Diğer bölgeler savaşa girmez. İslâm ordusu sonuna kadar savaşır ve şehit olur ama İslâm devleti sonuna kadar savaşmaz. Sadece savaş alanını düşmana terk eder ve savaşı sona erdirir. Barış yaptıktan sonra artık o topraklar benimdir demez.

Burada anlatılan savaşın kazanılması durumudur.

تَثْقَفَنَّهُمْ

(TaÇQaFanNaHuM)

“Onları sakf ederseniz.”

“Sikaf” demirin dövüldüğü örs ve çekiç demektir. “Sakfetmek” savaşta düşmanı yakalamak, ele geçirmek demektir. “Sakf” çekiç demektir.

Sakfetmek” çekiçlemek demektir. Savaşın sonunda yapılacaktır, mağlup olanlar çekiçleneceklerdir. Demiri çekiçleme demek demire istediğin şekli vermek demektir.

O halde biz bir bölgeyi ele aldığımızda gaye o bölge halkını yok edip onların varlıklarını paylaşmak değildir. Gaye ora halkını çekiçleyerek bizim halkımıza dönüştürmedir.

Evet, savaşta galip gelenler mağlup olanları öldürmezler, tam tersine onlara yeniden hayat imkânı sağlarlar. Önceki Yunanistan örneği ile bunun için takip edilen yollar şunlardır.

a) Yunanistan bizimle savaşmıştır. Biz Ege Denizi’ne kadar onları kovaladık. Biz peşlerine düşer adaları işgal edebilirdik. Böyle yapmadık, onları serbest bıraktık. Bir daha da böyle bir denemeye girişmediler.

b) Adaları almazdık ama onları esir alır harp tazminatını verme şartı ile serbest bırakırdık. Bunu da yapmadık, harp tazminatından Lozan’da vazgeçtik.

c) Rumları tekrar Anadolu’da bırakır, onlardan cizye alarak bu topraklarda yaşamalarını sağlayabilirdik.

d) Sağ kalan savaşanlarla adaları alsaydık orada oturanların çocuk ve kadınlarını esir edebilirdik.

Burada dikkat edeceğimiz husus şudur. Biz Ege’de savaştık. Adaları almak hakkımızdı ama Yunanistan’ı almak hakkımız değildi. Sadece adaları alırdık. Sonra başka savaşla Batı Trakya’yı da alırdık. Zamanla Yunanlılar mahvolurdu ve devletleri kalmazdı. Bir savaşla işini bitirip devleti ortadan kaldırmak mümkün olmaz.

Nitekim Birinci ve İkinci Cihan Savaşları kazanılmış ama kazananlar mağlup olan devletleri ortadan kaldıramamışlardır. Aynı devletler varlıklarını sürdürmektedirler. Birinci Cihan Savaşı işe yaramış ve imparatorluklar son bulmuştur, İkinci Cihan Savaşı işe yaramış ve diktatörlükler son bulmuş ama sınırlarda değişiklikler olmamıştır.

Cihan Savaşları tufanlara benzer. İnsanlık yola gelmeyince Tufan olmuşsa, bugün de insanlık yapması gerekeni yapmayınca Cihan Savaşları olur ve yeni düzen kurulur. Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda üç büyük imparatorluk son bulmuştur; Rusya, Avusturya ve Osmanlı. İkinci Cihan Savaşı sonunda diktatörlükler son bulmuştur; Nazilik, Faşizm ve Kemalizm. Rusya ve Çin’de sosyalizm devam etmişti. Rusya inkılâp yaptı, Sovyetler dağıldı. Çin dağılmadan dikta yönetiminden vazgeçmektedir.

Üçüncü cihan savaşı olacak mı, olacaksa ne değişecek?

İnsanlık savaşsız “Adil Düzen”i kabul ederse üçüncü cihan savaşı olmayacaktır. Ama “Adil Düzen”i serbest bırakmayıp onunla savaşa devam edilirse, o zaman sermayeye diyecek ki, haydi serbestsiniz, çıkarın bakalım üçüncü cihan savaşını. Sonunda “Adil Düzen” gelmese bile “Adil Düzen” için faaliyet imkânları hazırlanmış olacaktır.

وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا (16)

“Biz bir karyeyi helâk etmek istediğimizde onun mütreflerine emrederiz, orada fısk ederler, söz gerçekleşir ve tedmir ederiz.” (17/16)

İşte, Birinci ve İkinci Cihan Savaşları budur.

Sosyalizm yani komünizm ve kapitalizm ile diğer “izm”ler de budur.

Bunlardan kurtulmanın tek yolu vardır, bu yol “Adil Düzen”i örnekleri ile insanlığa sunmaktır.

“Müçtehit Yetişme Merkezi” bu işi başaracaktır, inşaallah...

فِي الْحَرْبِ

(FIy eLXaRBi)

“Harbde”

“Kıtal” birliklerin karşı karşıya gelip birbirlerini öldürmeye başlamalarıdır.

Harb” ise savaş hâlidir. Yarın barış düzeni yerine askeri düzen olması ve iki ordunun birbirlerine boğuşmayı ilan etmeleridir.

“Sakf etmek” demek düşmanın teslim olup barış istemesi demektir. Çatışma esnasında ölen ölmüştür ama sağ kalanlar ve savaşamayan kadın, çocuk, hasta, âlim, din adamları ve rahipler çatışmaya girmedikleri için bunlar kurtulmuşlardır. Çatışma dışında esirleri öldürme yoktur. Bu harbin kuralıdır. Böyle yaparsanız düşman erkence pes eder. Ama öleceğini bilen kimse sonuna kadar savaşır ve öldürmeye devam eder.

Görülüyor ki savaş meşrudur ama hakem kararlarına uyulmadığı takdirde meşru olur. Hakem kararlarına uyuluyorsa savaşa gerek yoktur. Adil yargı sistemi savaşa gerek kalmadan sorunları çözer. Kuvvet düzeninde yargı kuvvetin emrindedir, kuvvetin dediğini yapar. “Adil Düzen”de ise siyaset ve kuvvet yargının emrindedir. Onun verdiği hükümleri uygulamak için siyasiler vardır, silahlı güçler vardır.

Evet, İslâmiyet’te barış için savaş vardır.

Kuvvet düzeninde ise sömürü için savaş vardır, çıkar için savaş vardır.

Düşman teslim olduktan sonra savaş alanında savaşa ait hükümler uygulanır ve barışa geçilir. Kur’an buna “harbin evzarını vazetmesi” ifadesini kullanmaktadır, harb yüklerini dökünceye kadar denmektedir. Barış olduktan sonra savaş unutulur, barışın hükümleri geçerli olur.

فَشَرِّدْ بِهِمْ

(FaŞarRiD BiHiM)

“Onları teşrid et.”

“Şerit” deriden kesilmiş ince bir parçadır. Bugün ince uzun sarılabilir şeylere “şerit” diyoruz. “Teşrid etme” demek bütünün bir kenarından koparma demektir. Savaş alanı ana yurttan koparılır. Sınır boyu alınır. Bunun için “teşrid” kelimesi getirilmiştir.

“ŞRD” kökü Kur’an’da sadece bir yerde burada geçmektedir. Buna yakın ifade “serd”dir, o da Kur’an’da sadece bir yerde geçmektedir “Biz” delici âlettir. Dokumadaki sıklık için ifade edilmektedir. Zırh dokunurken iplikler dizilir. Atkı iplik geçirilir, tarakla vurulur. İşte bu tarağın genişliği kumaşın yapısını oluşturur. İlk dokuma sepet dokumasıdır. Ağaç şeritlerle örülür.

Devletler topraklarını bölgelere ayırırlar, her bölge ayrı savunulur.

Türkiye 12 bölgeye ayrılmalıdır. Karadeniz bölgesi Samsun’dan savunulacak, denizden gelen saldırıya karşı savunulacaktır.

Trakya Tekirdağ’dan savunulacak, Avrupa’dan gelen düşmana karşı savunulacaktır.

Ege adalardan gelen düşmana karşı savunulacak, deniz ordusu ile savunulacaktır.

Akdeniz’den gelecek saldırıyı Adana savunacaktır.

Irak’tan gelecek saldırıyı Diyarbakır ordusu, İran’dan gelen saldırıyı Van’daki ordu, Kafkasya’dan gelen saldırıyı Erzurum’daki ordu savunacaktır.

Ayrıca Bursa’daki ordu Boğazları ve Marmara’yı koruyacaktır.

Afyon’da, Konya’da, Kayseri’de ve Ankara’daki ordular hava saldırılarına karşı savunma yapacaklar.

O halde ülke ona yakın bölgeye ayrılacak, her bölge ayrı savunma merkezi olacaktır. Ülkedeki bütünlüğü sağlamak için tüm ülke halkından isteyenler orada askerlik yapacaklardır. Yani bir bölgedeki ordu o bölgenin savaşanlarından değil de tüm ülkeden orada askerlik yapmak isteyenler tarafından oluşacaktır. Savaşa girildiğinde ordu bütün ülke halkından olacak, halkı da savaşta savunmaya geçecektir.

İşte, biz bir ülkenin bir bölgesini işgal ederiz ve onu o ülkeden koparırız, teşrid ederiz. Buradaki “HiM” zamiri savaşan düşman ordusuna ve savaş alanındaki halka racidir. Onu ana vatanlarından ve kendi uluslarından koparacaktır. Yani bir bölgeyi işgal ettiğimizde onları tehcir etme yetkimiz yoktur. Onları tehcir etme, zorla vatanlarından koparma demek, onlar için soykırım demektir. Hicret vardır ama tehcir yoktur. Cizye alıp toprakları onlara bırakma vardır. Yahut esir alıp vatandaş eğitiminden sonra vatandaş yapma vardır.

O bölgede savaşıp ülkenin başka yerlerinden gelen askerlerin durumu farklıdır. Orası onların yerleştikleri yer olmadığı için onları bedelli veya bedelsiz serbest bırakırız. Onların vatanları vardır. Evlerine dönerler. Ama fethettiğimiz topraklardakilerin başka iskân olacakları yerleri olmadığı için onları kovamayız. Esir almıyorsak cizye verir ve otururlar. Cizye miktarı üzerinde uzlaşma sağlanır. Sağlanamazsa hakemlere gidilir, hakemler cizye miktarını tayin ederler. Mü’min olan olursa, mü’min olandan cizye alınmaz.

مَنْ خَلْفَهُمْ

(MaN PaLFaHuM)

“Arkalarında olanlardan”

Buradaki “Halfahum” kelimesi savaş bölgesinde olmayan kimselerdir. Arkalarında olanlar yahut onlara halef olanlar manalarını taşırlar.  Savaşa başka bölgelerden katılanlar da ya esir edilirler ya da serbest bırakılırlar. Savaş bölgesinde olanların hükümleri farklıdır. Toprakları topraklarımıza katarız. Halkı da orada yerleştiririz. Onlarla sözleşme yaparız ve ona göre içimizde yaşamaya devam ederler.

Halfahum” kelimesinin başka manâsı onlardan sonra gelenler demek olur. Böyle anladığımız zaman, demek ki ülkemizde doğan kimse annesi ve babası köle olsa da artık o köle değildir. Fıkıhçılar hür anneden doğan çocuğu hür sayarlar, babanın hür olup olmamasına bakmazlar.

Bizim şimdiye kadarki içtihadımız; anne babasından biri hür iken doğan çocuğun da hür olacağı şeklinde idi. Bu âyet içtihadımızda hata olduğunu gösteriyor. Esir alındıkları zaman çocuk olanlar da köledir ama onlardan bundan sonra doğacak çocuklar köle olamazlar. Onlar özgürdür ve hürdür. Böylece esir yalnız savaşla elde edilmektedir. Savaştan sonra doğan çocuklar hürdürler. Yani kölelik gelecek nesle sirayet etmez. Hikmete muvafık olan da budur. Bu ülkede doğmuş, burada büyümüş birinin artık eğitilmeye ihtiyacı yoktur ve bu ülkenin vatandaşıdır.

Mü’min veya müslim olmak başka şeydir, köle veya hür olmak ise başka şeydir. Esir olanlar mü’min olabilir, cizyeden maliklerini kurtarırlar. Askerlik yapmak istemezlerse bedellerini sahipleri verirler veya vatandaş olmadıkları için vermezler.

لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ (57)

(LaGalLaHuM YazZakKaRUvNa)

“Tezekkür ederler diye”

Arapçada “Li” harfi vardır, vücub için gelir. “LiYedrib” derseniz, dövsün demek olur. “Erseltuhu LiYubelliğehu” derseniz, onu tebliğ etsin diye gönderdim olur. “Leallehu Yuballiğu” derseniz, tebliğ eder ümidiyle/isteğiyle gönderdim olur.

Yani “Li”de vücub vardır, kesinlik vardır;

Lealle”de ümit vardır, beklenen vardır.

Belki kelimesinin aslı “bolaki”dir. Köyümde böyle kullanırlar. “Bolmak” olmak demektir. “B” sonra düşmüştür. Ola ki anlamına gelir. İşte “Lealle”nin Türkçe karşılığı “ola ki”dir. Zorlamayacağız, bu yolla gerçekleri anlar ve ona göre hareket ederler demek olur.

Yani savaştan vazgeçer ve başka cephelerde savaşı sürdürmezler.

Nitekim biz Ege Bölgesi’nden Yunanlıları çıkardıktan sonra onlar İstanbul’u bize teslim ettiler, Doğu Trakya’yı da verdiler yani buralardaki iddialarından vazgeçtiler.

Onları ayır ve farklı muamele yap ki savaşa katılmayanlar ne iyi ettik de biz onlarla birlikte olmadık desinler ve bir daha hakem kararlarına uysunlar. Yahut esirlerin ülkemizde doğan çocuklarını esir saymayalım ki kimliklerini sürdürmesinler.

ABD’de zenciler ırk olarak köle sayılmıştır. Zenciler savaş esiri değildi, zaten köle değildi. Sonra artık hepsi ABD’de doğmuştu. O halde Kur’an’a göre bunların hiçbiri esir değildi ama asırlarca onlar köle sayıldı. İşte ABD devleti bu köleliği kaldırdı, köle olmayanları köle saymaktan vazgeçti. Halk ise uzun zaman buna alışamadı. Kanunen kölelik kalkmıştı ama halk onları aşağı görüyordu. Bugün ise bir zenci çocuğunu devlet başkanı yapmışlardır, onun zenci eşi de saray sultanıdır.

وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاءٍ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْخَائِنِينَ (58)

(Va EimMAv TaPAvFanNa MiN QaVMin PiYAvNaTan FaNBiÜ EiLaYHiM GaLAy SaVAvEin EinNa elLAvHa LAv YuXıbBu eLPAvEiNIyNa)

“Ve bir kavimden hıyanet eder diye havf edersen seva’ üzerine onlara nabz et.

Allah hainleri muhabbet etmez.”

Bundan önceki âyette “teşrid et” demişti.

Burada ise “havf edersen” diyor, müfret kelime kullanıyor.

Demek ki uluslararası ilişkilerde karar verme yetkisi başkana aittir, kararlarını re’sen alır. Çünkü uluslararası ilişkilerde gizlilik esastır. Düşman ne yapacağını bilmezse gafil avlanır. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber Mekke fethinde kimse ile görüşmedi. Mekkeliler ahdi bozunca ne yapacağını herkes merak ediyordu. Ebu Süfyan işin vahametini kavramış ve görüşmek üzere Medine’ye gelmiş, Hazreti Peygamber ile görüşmek istemiştir. Hazreti Muhammed görüşmedi. Görüşmedi çünkü görüştüğünde yalan söyleyemezdi. Sonra Resul bir savaşa karar verdiği zaman “hazır olun cenge” der ama kimlerle cenk edeceğini bildirmezdi. Kimse de sormazdı. Her birliğe yerinizde durun, biz sizi alacağız emrini verirdi. Kendisi birlikleri toplamaya başlardı. Nereye gideceği belli olmasın diye gelişigüzel dolaşır ve ordusu oluştuğunda yola devam ederdi. Eğer istişare yapsaydı bu gizlilik sağlanamazdı.

Bu âyetlerde sen böyle yap böyle olursan dediğine göre savaş kararını başkan re’sen vermektedir.

Tekel sömürü sermayesi ise günümüzde bunun böyle olmasını istemiyor. Mecliste görüşülüp savaş kararı alınmadıkça hükümetler savaş kararını verememektedirler. Böylece sermaye her şeye vâkıf ve hâkim olmakta ve ona göre tedbirler almaktadır. Oysa dış ilişkilerde bütün yetkiler başkana aittir. Devlet başkanı iç işlerinde hiçbir şeye katılmamakta, doğrudan atamalar yapmamaktadır. Oysa büyükelçileri devlet başkanı doğrudan atamaktadır. Yani dışişleri bakanının atama yapması gerekmemektedir.

“Adil Düzen Anayasası”nda devlet işleri üç kişi arasında devam eder; Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Başkan. Başkan, Genelkurmay Başkanı’na böyle bir savaşı yapacak durumda olup olmadığını sorar. Başbakan’a da savaşın ikmalini yapıp yapamayacağını sorar. Kararı kendisi verir. Yine anayasamızda bu durum açıkça ifade edilmiştir. Bunun kuralı da yazılmıştır. Bu âyetleri delil olarak koyabilirsiniz.

Akitler yerine geçecek, ahde vefa gösterilecek. Bir topluluğun var olması şartı budur.

Ahitler ne zaman bozulabilir?

Karşı taraf bozduğunda siz de bozarsınız. Ancak bu durumlarda ahitler bozulabilir. İşte bu âyet bu hususu belirtmektedir. Savaş bitiyor, barış oluyor. Karşı taraf haksızlığa uğradığını zannetmekte ve sözleşmeye uymamaktadır. Farz ediniz ki köle kaçmaktadır yahut devlet anlaştı, adamları bize teslim etti ama geri almak için hazırlık içindedir. Fırsat bulunca saldıracaktır. İşte bu hainliktir. Bunlara nasıl muamele edileceğini bu âyet teşri etmektedir.

Sonunda “Allah hainleri sevmez” diyerek bizim hain olmamamız gerektiği ifade edilmektedir. Diyelim ki bir savaş oldu ve Yunanlılar Ege Bölgesi’ni işgal ettiler. Biz de anlaştık ve barış yapmak şartı ile İzmir’imizi onlara verdik. Bunu benimseyecek ve bir daha geri almak için cihat yapmayacağız.

Sermaye Birinci Cihan Savaşı’nda imparatorlukları parçalamaya karar verdi. Her devlet kendi ülkesinin misakını koydu. İstanbul’da toplanan meclis misak-ı millî hudutlarını çizdi. Bu sınırları sermaye tesbit etmişti. Bu sınırlar içinde Batı Trakya vardı, Kıbrıs vardı, Halep vardı, Musul vardı, Nahçıvan vardı, Batum vardı.

Sermaye bunları kasten koymuş, bunları aynı zamanda onların misak-ı millî sınırları içine de koymuştu. Böylece komşularımızla devamlı çatışma içinde olacaktık. Lozan’da tartışmalar vardı. Türkiye bu sorunların bir kısmını Lozan’da çözmedi, sonraya bıraktı. Çünkü orada çözseydi sermaye barışı engellerdi. Sonra da hepsini onlara verdi ve kendi sınırlarını kesinleştirdi. Musul’da % 10 petrol hakkımız vardı, ondan bile vazgeçtik.

İşte, Cumhuriyet hükümeti isabetli siyaset yapmıştır.

Biz ahdimize vefa gösteriyoruz.

Özal Irak’la savaşmak istedi, ordu mâni oldu.

AK Parti savaşmak istedi, Meclis (1 Mart Tezkeresi ile) mâni oldu.

İşte bu âyetteki “Allah hainleri sevmez” ifadesi bizim de hıyanet etmememiz gerektiğini, ancak karşı tarafın hıyaneti hâlinde bu işin yapılabileceğini bildirmektedir.

“Havf edersen” diyor, o zaman sözleşmeyi boz diyor, “hıyanet ederlerse” demiyor. Sonra da “Alâ Sevain” diyor yani onlar bozarlarsa sen de boz diyor. Demek ki sadece korkmak sözleşmeyi bozmak için yeterli değildir. Onların bozmaları gerekir. Hattâ birçok şartlarda onlar sözleşmeyi bozarlar, bundan dolayı tazminat talep edersin ama sen yine sözleşmeyi bozmazsın.

Yani karşı taraf sözleşmeye uymadığı zaman eğer gücün varsa sen sözleşmeyi bozmayacaksın, sen sözleşmenin gereğini yapacaksın, karşı tarafı sözleşmeye uymaya zorlayacaksın. Sözleşmeye uyamayacağın ve bunu sözleşmeyi feshetmeden çözemeyeceğin durumuna gelirsen, o zaman onlar bozarlarsa sen de bozarsın.

Yine de bugüne kadar sıkıntıda idim. Karşı taraf sözleşmeye uymadığı halde ben uymaya devam ettim. Çünkü başlatan o olurdu ama sonra onunla benim aramda fark kalmazdı ama ben bunu bir delile dayanmadan yapıyordum. Şimdi bu âyet yolumuzu gayet açık bir şekilde aydınlattı.

Verdiğimiz sözlere karşılık karşı tarafın taahhütlerini yerine getirmemesi hâlinde bizim de taahhüdümüzü yerine getirmemeye mezun olduğumuz anlamı çıkmaz. Biz sözümüzde durmaya devam edeceğiz, onlar sözünde durmasa da biz sözümüzde durmaya devam edeceğiz.

Müçtehit Yetişme Merkezi’nde yeni ortaklar yer aldı. Sermaye sahipleri Adnan Başdemir ve İzmir Akevler. Fiilen çalışacaklara da üç kişi katıldı. Hasan Hacıbektaşoğlu, Süleyman Akdemir ve Yaşar Gönül. Müçtehit olmak için çalışmaya da üç kişi söz verdi. Kainat İbrahimova, Osman Aydın ve Ayşe Şimşek.

Bakıyoruz ki bunlardan hemen hiçbirisi sözünü tam olarak yerine getiremiyor.

O halde ne yapacağız, biz de vazgeçecek miyiz?

Hayır. Biz sözümüzde duracağız. Onları da sözlerinde durmaya zorlayacağız. Eğer bu durum bizi tehlikeye sokacak, bizi batıracaksa, işte o zaman biz de sözümüzü yerine getirmez duruma düşeriz. Ben öyle yapmıyorum. Sözlerimde sonuna kadar durmaya çalışıyorum. Bazı kardeşlerimizin benim bu kadar sabır gösterdiğime şaşırdıklarını görüyorum. Ama ben istihsan ederek hareket ediyorum. Sonra âyet istihsanımızı teyit ediyor.

Sonuç: Karşı taraf sözünde durmasa da biz gücümüz yetinceye kadar sözümüzde duracağız, karşı taraftan da sözlerinde durmalarını isteyeceğiz.

وَإِمَّا

(Va EinMAv) 

“Ve eğer”

Buradaki “Ve” harfi bundan önceki “İmmâ”ya atıftır. Siz galip gelirseniz böyle yapın denmektedir. Burada “İmmâ”nın mukabili galip gelmezsiniz anlamında değildir. Galip gelir de onlarla barışa giderseniz, bu barışı hainane yaptıklarına şahit olursanız ve bu hıyanetten de sen korkarsan o zaman akdi boz.

“İn Tehafenne” ile “İmmâ Tehafenne” arasında ne fark vardır?

“Mâ” tamim için gelir. “İn” ise şart için gelir.

“İn”de ruhsat vardır. “Gelirsen ikram ederim” dersem, gelmen hâlinde mutlaka ikram ederim demektir. Ama gelmezsen ikram etmem anlamı çıkmaz.

“İmmâ”da ise ancak hıyanetten havf ederseniz o zaman akdi bozabilirsiniz demektir.

Bizim söylediklerimiz ya bizim istihsanımızdır ya da evvelkilerin çalışmalarıdır. İkisi ancak geçici delildir. Bunların Kur’an’daki yerleri üzerinde çalışılacak ve ilmî delillerle böyle olduğu ortaya konacaktır. 

تَخَافَنَّ

(TaPAFanNa)

“Havf edersen”

Havf, Hafe” korkulduğu zaman saklanmak için takınılan maske benzeri şeylerdir. Korunma aracıdır. “Arılar belki de beni dişlerler” dersiniz, tedbir olarak tellerden örülmüş bir maske takarsınız. Havf fiili mef’ulü harfi cersiz alır. “Hafellahe” denir. Türkçe ise “dan, den” ile yaparız, “Allah’tan korktu” deriz. Bu sebepledir ki hafe korku anlamında değildir. Bir şeyin sonunu tehlikeli görüp tedbir almak demektir. “Hafe zi’be” demek, kurdun kendisine saldıracağından endişelendi demektir. Gerekli tedbirleri aldı demek olur.

Burada da söz konusu olan kavimden korkmak değildir. Hıyanetten korkulmalıdır. Buradaki “Min” “Tehafenne”ye müteallik değildir yani mef’ulü değildir. Öyle olsaydı “Kavmen” olurdu. Yani korkulan kavim değildir, korkulan hıyanettir, korkulan kavmin hıyanetidir, hıyanetin sonuçlarıdır. Yoksa korkulan hıyanetin kendisi değildir.

مِنْ قَوْمٍ

(MiN QaVMin)

“Bir kavmin”

Kavim” burada nekre gelmiştir. Herhangi bir kavim olabilir.

Min” bundan sonra gelen “Hıyaneten” kelimesinin zarfı mustakarrıdır yani “Hıyaneten Min Kavmin” demektir. Aslı hıyanet kavmindir. Ne var ki bu takdirde kavmi takdim etmek mümkün olmaz. Onun için izafet izafet-i beyaniyyeye çevrilmiştir. O kavmin ihaneti sonunda altından kalkamayacağımız bir durum alabilir şeklinde anlamak gerekir.

Tefsirciler bu konuda zorlanmışlar, “Tehafenne”yi ta’lemenne olarak anlamışlar. Bu zorlamadır. “Havf” hakiki manâsındadır. Havf edilen kavmin hıyanet etmesi de kavmin hıyanet ettiğidir. Yani öyle hıyanet yapmakta yani sözlerinde durmamaktadır ki, sonunda o hıyaneti bizi kötü duruma sokacaktır. İşte o zaman sözümüzü sona erdirebiliriz. Bu söz barış sözüdür.

İki türlü söz vardır.

Biri, bir kötülüğü yapmayacağına söz veriyorsun. Zaten kötülük yapmazsın. Ama buna söz verdiniz mi artık onu bozman mümkün değildir.

İyilik yapmaya söz verdin. Söz verdiğin kimseyi zarara sokmamak şartı ile sözü her zaman sona erdirebilirsin. Buradaki söz kötülük yapmayacağına dair verilen sözdür. Dolayısıyla sözde durmak gerekmektedir.

خِيَانَةً

(PıYAvNaTan)

“Hıyaneten”

Hıyaneten” hâl değildir, “Hâfe”nin mef’ulüdür. Hıyanetten korkarsanız. “Hıyanet”i isim olarak alabildiğimiz gibi masdar olarak da alabiliriz. Biz isim olarak almaktayız. Korkulan hıyanetin kendisidir. Hıyanet etmeleri değildir.

Bize bu manâyı verdiren “Alâ Sevain” sözüdür. Sadece hıyanet edebilirler endişesi ile havf etseydik, onların da bizim hıyanet etmemizden korkmaları gerekirdi. Başka türlü müsavat sağlanmazdı. Biz onların hıyanet etmelerinden değil, hıyanetlerinden korktuğumuzda ve onlar akdi bozdukları takdirde biz de akdimizi bozabiliriz. Hıyanetlerinin bize zararı olmayacaksa onlar ahdi bozsalar da biz ahdimizi bozamayız.

Hainlik nedir?

“Hivan(hı)” bol donatılmış sofra demektir. “Hane(hı)” fazla yemek yemektir. “Hiyanet(hı)” fazla yemeğin insana dokunması demektir. Bir şey yarasın diye yediğin zarar olursa o hıyanettir.

Bir arkadaşla anlaştın, söz verdi ama sözünü yerine getirmedi. Bu hainlik olmaz. Yarar vermediyse de zarar da vermedi. Ama yarar vereceğini sanırken zarar verirse bu hıyanet olur.

Kur’an gözün hainliğinden bahsetmektedir. Şaşı göz hain göz olur.

Basın yayın topluluğun gözüdür, kulağıdır. Topluluk çevreyi ve topluluğu basın ve yayın yoluyla görür. Doğrusunu öğrenmek ister. Eğer basın yalan yanlış gösteriyorsa o zaman o basın hain basın olur.

Şaşı gözü düşünelim. Sağdan geleni soldan geliyormuş gibi gösteriyor. Ne yaparsınız? Arabayı tam tersine çevirirsiniz ve gelen araba ile çarpışırsınız. Hâlbuki hiç göstermezse doğru devam edecek ve çarpışmayacaksınız.

Kur’an 16 defa hıyanet kelimesini bu şekilde manâlandırır. Araştırma yapabilirsiniz. Yanlışımız varsa düzeltirsiniz.

Demek ki bir sözleşme size zarar vermeyecekse, karşı taraf bozsa da siz devam edeceksiniz. Zararı başka yoldan tazmin edeceksiniz ve yine devam edeceksiniz. Ama başka türlü zararı def etme imkânınız yoksa o zaman sözleşmeyi bozarsınız.

فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ

(FaNBiÜ EiLaYHiM)

“Onlara nebz et.”

Nebz etme” demek birden atma demektir. Nabız kelimesi buradan gelir.

Sözleşme adım adım bozulmaz. Sözleşmeyi karşı taraf eksik yaptı, ben de biraz eksik yapayım diyemezsiniz. Yürürlükte iken sözleşmeye sonuna kadar uyarsınız. Karşı taraf uymasa da siz sonuna kadar uyarsınız. Sözünü yerine getirmeyeni mahkemeye verip sözünü yerine getirmesini sağlarsınız.

Bir akit yaptınız. Siz 100 TL vereceksiniz, o da size bir ayakkabı verecektir. Sözleşme yaptınız. Çarşamba günü sen parayı vereceksin, o da ayakkabıyı verecektir. Ayakkabıyı vermedi. Siz iki yoldan birini tutabilirsiniz. Sözleşmeyi bozarsınız. Artık ne sen para borçlusun ne de ayakkabı alacaklısısın. Yahut parasını verirsiniz ve onun ayakkabı vermesini mahkemeden talep edersiniz. Parayı vermeden akdin devamını isteyemezsiniz. Yani akdi ya harfi harfine devam ettirirsiniz yahut tamamen bozarsınız. Onun için burada “Fenbiz” diyor. Bu sebepledir. Bir kimseden bir alacağın vardır. Başka bir şeyden de borcun vardır. O borcunu vermedi diye sen borcunu tehir edemezsin. Sen borcunu ödersin, ondan alacağını talep edersin. Yoksa borcunu ödemezsen uğradığı zararı tazmin edersin.

“Nebz” kelimesinin birçok uygulama alanı vardır. Ben yorumlarken bunları iyi anlıyorum, uygularken de nasıl olacağını biliyorum ama bu âyetler aklıma gelmiyor. Bu sebeple FIKIH kitabı hazırlayacağız. Buralardaki delilleri siz oralara yerleştireceksiniz.

عَلَى سَوَاءٍ

(GaLAy SaVAvEin)

“Seva’ içinde”

Eşitlik içinde sözleşme nebz edilecektir.

Eşitlik nedir?

Siz ayakkabı taahhüt ettiniz ama imkânınız olmadığı için veremediniz. O da zarara girdi. O gün gideceği yere gidemedi ve zarara uğradı. Siz zaruretten dolayı yerine getiremediğiniz için onun zararını tazmin etmezsiniz. Ama onun parası olduğu halde siz ayakkabı vermediniz diye parayı ödemedi. Akdi de feshetmedi. O takdirde siz bir zarara uğrasanız o tazmin eder. İşte “seva” budur. Yani biz ahdi sona erdireceğiz ama onlar seviyesinde zaruretten dolayı yerine getirmemişse biz de zaruretten dolayı, keyfe ma yeşa yerine getirmemişse, biz de kısasen zaruretimiz olmadan sona erdireceğiz. Eğer bu “sevaen” kelimesi olmasaydı, karşı tarafın bozmasına gerek kalmadan, onların ahdi bozacaklarından korktuğumuz takdirde, bizim onların bozmasını beklemeden bozma hakkımız olurdu.

Bu seva’ sözü kesinlikle böyle bir bozmayı meşru görmez.

İşte, Arapçanın inceliklerini bilmeyenler Kur’an’ı okur ve o şekilde anlarlar. Sonunda müteşabihle amel etmiş olurlar. Kur’an muhkem ve müteşabihi birbirinden ayırarak bunlara işaret etmiştir.

إِنَّ اللَّهَ

(EinNa elLAvHa)

“Allah”

Bundan evvel Allah’ın indinde devvabın en şerlisi ifadesinde geçmişti. Burada lâfzen iade edilmiştir. Orada “Allah’ın indinde” ifadesi geçmiştir.  Burada Allah’ın muhabbetinden bahsedilmektedir. İndinde demek O’nun kanunlarında demektir. Orada Allah murid değildir. Sadece haliktir. Burada ise Allah muriddir ve rabdır. Halik olan Allah ile rab olan Allah farklı şekilde görünürler.

Bir kumaş alın. Kumaşın içi var, dışı var. Görünüşleri farklıdır. Bir tarafını görürken diğer tarafını göremezsin. “Ayna satın aldım” dediğiniz zaman kastettiğiniz cam parçasıdır. “Aynaya baktım” dediğiniz zaman kastettiğiniz aynanın yüzüdür.

“Ahmet aynayı satın aldı ve baktı” derseniz, Ahmet’in satın aldığı zaman baktığını kastedersiniz. Ama “Ahmet aynayı satın aldı ve Ahmet aynaya baktı” dediğiniz zaman, Ahmet başka aynaya bakmış olabilir.

İşte, Allah burada izhar edilmiştir. Halik olan Allah bütün varlıkların hâlikidir. Şeytanın da halikidir, cinin de mü’minin de halikidir. Ama âlemlerin rabbidir. Yıkıcılar tarafı değil yapıcılar tarafıdır. Muhabbeti yıkıcıların tarafında değil yapıcılar tarafındadır.

İşte, yıkıcılar tarafı olmayışı, hainleri sevmemesi ile ifade edilir. Ama şerlinin haliki sıfatıyla öyledir. Yani Allah mikropları şer olarak yaratmış ama iman etmeyen kâfirleri de şer olarak yaratmıştır. Ama onlar mikroplardan daha şerlidirler. “Allah” kelimesi bundan dolayı izhar edilmiştir.

لَا يُحِبُّ

(LAv YuXıbBu)

“Muhabbet etmez.”

Allah’ın muhabbet etmesi demek onun olmasını istemesi demektir. Uygarlığın olmasını istemektedir. Uygarlık yolunda çalışanlara muhabbeti vardır. Uygarlığa engel olanların isteklerini sevmemekte, istememektedir. Dolayısıyla onların yapmalarına izin vermekte ama muvaffak olmalarına imkân vermemektedir. 60 bin yıllık insanlık tarihi buna şahittir. Ne ile biliyoruz? Bugün insanlığın ulaştığı uygarlıkla biliyoruz.

الْخَائِنِينَ (58)

(eLPAvEiNIyNa)

“Hainleri.”

Eril kurallı çoğul getirmiştir. Buradaki “EL” cins içindir. “Çoğul” da kişilerin ayrı ayrı sayıları değil de birlikte oluşturdukları yapıdır. Tekil hükmümdedir. Bu sebepledir ki kurallı çoğullarda harf-i tarif cins için gelir ama kuralsız çoğullarda gelmez.

وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَبَقُوا إِنَّهُمْ لَا يُعْجِزُونَ (59)

(Va LAv YaXSaBanNa elLaÜIyNa KaFaRUv SaBaQUv EinNaHuM LAv YuGCiZUvNa)

“Küfretmiş olanlar sebket edeceklerini zannetmesinler. Onlar icaz edemezler.”

Evet, küfretmiş olanları da Allah yarattı, küfretme görevini de O verdi. Bu durum ilâhi takdirdir ama yenilmeleri de ilâhı takdirdir. Yenilmeleri demek uygarlığın sona ermesi demektir. Eğer mikroplar zafer kazansalar ve bütün canlıları yok etseler kendileri de yok olurlar, çünkü onlar canlıların leşleri ile geçinmektedirler. Görevleri yıkıcılıktır ama sonunda onlar hep mağlup olacak, yapıcılar kazanacaktır. Yoksa Tanrı’nın tanrılığı sona ererdi.

“Adil Düzen”e karşı olanlar vazifelerini yapıyorlar. Yanlış yapmamızı önlüyorlar. Akevler ve Millî Görüş sonuna kadar başarılı olsaydı bâtıl başarılı olacaktı. Bize zulüm yaptılar. O sayede şimdi biz “Adil Düzen” üzerinde çalışıyoruz. Yarın o sayede Adil Düzen Partisi kurulacaktır.

Demek ki kâfirlerin küfründe hayır var. Şer, hayrın şer olmasını önler. Arabayı sürerken gaza basarsınız. Bu sizi ileri götürür. Ama fren olmazsa yuvarlanıp gidersiniz. Fren gericidir, yıkıcıdır ama ona da gerek vardır. Ama zafer frenin değil gazın olmalıdır. Arabaya freni koyan da gazı koyan da mühendistir ama gayesi frenleyip arabayı çalışamaz hâle getirmek değildir. Gayesi fazla gelen gaz veya inişin doğurduğu aşırı hızı kesmektir.

وَلَا يَحْسَبَنَّ

(Va LAv YaXSaBanNa)

“Ve hesap etmesinler.”

Taşı ele alıp bir yere attığınızda elinizi öyle ayarlarsınız ki taş hedefine ulaşsın. Bir atıcının gez ve arpacığına “hisbe” denir. Hesap etme kelimesi de buradan gelir. Bu sebepledir ki hesab etme zannetme anlamına geldiği gibi bilme anlamına da gelir.

Gelecekte olan olayları bilme hesaptır.

Ay ve Güneş’in hareketlerini önceden bilebilmekteyiz.

Zannetmek de böyledir.

Zanda ispat daha azdır, hesapta isabet daha çoktur.

Reybde yanlış daha fazladır, şekte eşittir.

Zanda isabet daha fazladır, yüzde ellinin üzerindedir, hisabda isabet yüzde 95’lerin üzerindedir.

الَّذِينَ كَفَرُوا

(elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlar.”

Burada küfretmiş olanlar mahut küfretmiş olanlar olabilir. Mekke müşrikleridir veya bugünkü Amerika’daki Yahudi sermayesidir. İstiğrak için de olabilir. Kurallı çoğullarda harf-i tarif cins için gelebilir. Rabbi-l âlemin de böyledir.

سَبَقُوا

(SaBaQUv)

“Sebket ettiler”

Yarışta geçme demektir.

Kâfirler yıkarak, mü’minler yaparak yarışıyorlar. Sonunda bina yapılmazsa yıkıcılar yarışı kazanmış olurlar. Sonunda bina yapılırsa yapıcılar kazanmış olurlar. Tarih boyunca hep yapıcılar kazandılar ki bugün kâinat var, canlılar var, uygarlık var.

Burada “sebeka”nın mef’ulü zikredilmemiş, “sebekûnâ” denmemiştir. Çünkü Allah’ı geçemedikleri gibi mü’minleri de geçemezler. Her iki hâl takdir edilsin diye hazf edilmiştir.

إِنَّهُمْ

(EinNaHuM)

“Onlar”

Buradaki zamir küfretmiş olanlara gitmektedir. Harf-i atıf getirilmemiştir. Çünkü bu söz onların değil Allah’ın sözüdür. “Ve” harfi getirilseydi onların sözü olurdu. Kur’an’da bu tür ifadeler çoktur.

لَا يُعْجِزُونَ (59)

(LAv YuGCiZUvNa)

“İcaz edemezler.”

Acaz” belin arka tarafıdır. Yarışta hızlı gitmek için hafifçe eğilinir ve arka tarafın altı en geride kalır. En önce kimin arkası çizgiyi geçerse o kazanmış olur, diğerleri mağlup olmuş olur. İcaz etme demek, kişiyi arkada bırakma demektir.

Yeryüzü canlılar için yaratılmıştır. Canlılar da insanlar için yaratılmıştır. İnsanlar da mü’minler için yaratılmıştır. Yani iyi insanlar cennete ulaşsınlar diye bu uzun yolculuk yapılmaktadır. Diğerleri hep yolda ekileceklerdir.

Kâfirler mü’minlerin cennete ulaşmaması, yolda kalması için uğraşmaktadırlar. Onların işi frenlemedir ama kazanan fren değil gaz olacaktır. Hiçbir zaman onlar muvaffak olamayacaklardır.

Şimdi gerisin geriye dönüp bakalım. 13,7 milyarlık kâinat hep bugünü hedefleyerek gelmiştir. Geçmişteki olaylar bu uygarlığa ulaşmak için cereyan etmiştir. Her zaman frenleyiciler olmuştur ama her seferinde başarıya ulaşılmıştır. Mesela melekler dünyanın 24 saatte dönmesi için çaba sarf ederken, şeytan taifesi onun bu düzgünlüğünü bozmak için uğraşıyordu. Aslında bozmak yapmaktan çok kolaydır ama bozucular değil yapıcılar başardılar. Başardılar ki buraya kadar geldik.

“Adil Düzen”i frenleyenler iyice bilsinler ki başaramayacaklar, çünkü “Adil Düzen” demek geçmiş evrimin ve uygarlaşmanın bir devamından başka bir şey demek değildir.

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2107 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1625 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1341 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1896 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2119 Okunma
6-11.AYET
1630 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2240 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1856 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1654 Okunma
10-19.AYET
1392 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1468 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1595 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2443 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1485 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1650 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1366 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1307 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1593 Okunma
19-41.AYET
2214 Okunma
20-42.AYET
1735 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2795 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2161 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1598 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1437 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2134 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1471 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1394 Okunma
28-60.AYET
1665 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1685 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3618 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2033 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1722 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1565 Okunma
34-72.AYET
1993 Okunma
35-73.AYET
1471 Okunma
36-74.AYET
1471 Okunma
37-75.AYET
1545 Okunma

© 2024 - Akevler