ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1472 Okunma
54 VE 56.AYETLER

Enfal Sûresi-26

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِمِينَ (54) إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الَّذِينَ كَفَرُوا فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (55) الَّذِينَ عَاهَدْتَ مِنْهُمْ ثُمَّ يَنْقُضُونَ عَهْدَهُمْ فِي كُلِّ مَرَّةٍ وَهُمْ لَا يَتَّقُونَ (56)

 

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِمِينَ (54)

(Ka DaEBi EAvLı FıRGaVNa Va elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM KazÜaBUv BiEAvYAvTı RabBiHiM Fa EaHLaKNAvHuM BiÜuNUvBiHiM Va EaĞRaQNAv EAvLa FıRGaVNa Va KulLuN KAvNUv JAvLıMIyNa)

Bundan önce de “Firavunun de’bi gibi” diyerek bir misal verdikten sonra, biz bir kavmin durumunu kendi nefislerini değiştirmedikçe değiştirmeyiz âyetini ortaya koydu.

Ke” harfi benzetme harfidir. Bir şeyi veya olayı başka bir şeye ve olaya benzetir. “Er-Raculü Ke’l-Esedi” dediğimizde racul esede benzetilmiş olur. “Elzihabu Kezihabi’l-ibili” dediğimizde deve yürüyüşü gibi yürüyüş anlaşılır.

Firavunun durumuna başka bir şey benzetiliyor. Daha önce anlatılan küfredenlerin durumu Firavunun küfrüne benzetiliyor; daha önceki âyetlerde genel olarak küfredenler anlatılıyor, Mekke müşrikleri anlatılıyor. Şimdiki ABD’de olan 200 kişilik tekel sermaye anlatılıyor. Bunların durumu da Mısır uygarlığının durumu gibidir deniyor. Nitekim Mekkelilerin kendi şirkleri tarih olup gitmiştir. Bugün iz bile yoktur.  Şimdi de bu sermayenin izi silinip gidecektir, tarih insanlığın ikinci Firavunu olarak bunları kayda geçecektir.

Bir kavmin hâli ancak kendi nefislerindekini değiştirdiklerinde değişir kuralından evvel Firavunun de’binden bahsetmiştir. Sonrasında da yine Firavunun de’binden bahsetmiştir. Arada harf-i tarif getirmemekle teyid ve tebyin etmiştir. Her iki âyet Mısır uygarlığını anlatmaktadır, Mısır uygarlığının iki yüzünü anlatmaktadır.

Allah insanı yarattı. İnsanlar 50000 yıl göçebe hayatı yaşadılar. Kişi yönetimi ile yönetildiler. Bundan 5000 sene evvel Mezopotamya’da Hazreti Nuh zamanında yeni uygarlık ortaya çıktı, yerleşik topluluk oluştu, yazı icat edildi, kişi yönetimi bırakılarak şeriat yönetimine geçildi. Gerçi daha önce de tarım kentleri vardı. Ne var ki buradaki kentleşme sadece savunmaya dayanıyordu. Ortak üretim ve işbölümü yoktu. Yerleşik kabilelerin kendi başkanları vardı. Yönetim şeriat yönetimi değildi, kişi yönetimi idi. Oysa Nuh uygarlığında kurallar kondu. Kişiler kişilere değil de kurallara uymaya başladılar. Buna “uygarlık” diyoruz.

Uygarlığın iki kolu vardır; Hak kolu ve kuvvet kolu. Haklı kuvvetli olursa orada uygarlık vardır. Yani tek başına hak uygarlığı getirmez, tek başına kuvvet de uygarlığı getirmez. Hak ve kuvvet bir arada olursa uygarlık oluşur.

Uygarlıklar da iki şekilde doğar. Ya önce hak var olur, hak kuvvetlenir ve böylece hakkı üstün tutan uygarlıklar oluşur. Ya da önce kuvvet var olur. Kuvvet hukuku benimser, böylece kuvveti üstün tutan ama hakkı benimseyen uygarlık doğar.

Hakkı üstün tutan uygarlık ilk defa Sümerlerde (Mezopotamya’da) doğdu. Şeriat oradaki topluluğu güçlendirdi ve dünyaya uygarlık götürdüler. Mısır bu uygarlık üzerine doğmuştur. Mısır yönetimi güçlendi, Mezopotamya’daki hukuku benimsedi ve böylece Mısır uygarlığı doğdu, kuvvet uygarlığı olarak ortaya çıktı. Demek ki Fırat uygarlığı hak uygarlığıdır, Nil uygarlığı kuvvet uygarlığıdır. Kur’an’da bu iki uygarlık anlatılmaktadır.

Bugün kesin olarak bilinmektedir ki ilk uygarlık Hak uygarlığı olarak Fırat uygarlığıdır, ikinci uygarlık kuvvet uygarlığı olarak Nil uygarlığıdır. Demek ki Kur’an’ın bunları uzun uzun anlatması tarihi gerçekleri ifade etmesi içindir.

Firavunun kendisini değil de âlini ve daha öncekileri bir arada zikretmesinden anlıyoruz ki tüm Mısır uygarlığını anlatmaktadır. Fırat uygarlığını da Hazreti Nuh’un zürriyeti olarak anlatmaktadır, tek uygarlık olarak anlatmaktadır.

Fırat-Nil, İbrani-Grek, İslâm-Avrupa uygarlıkları karşılıklı çatışma içindedirler. Birincileri Fırat’ı, ikincileri Nil’i temsil ederler. Fırat’ı temsil edenler birbirinin devamı olarak uygarlıkları geliştirirler, Nil’i temsil edenler gelir ve yok olup giderler, başkaları gelir.

Fırat ehl-i silsile-i musaddikindir, silsile-i mütemmimindirler.

Nil uygarlıkları ise silsile-i mükezzibindirler, silsile-i müfsidindirler.

Şimdi bir kumaşın iki yüzü gibi olan iki âyet karşılaştıralım.

 

إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ

فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ

كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ

وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِمِينَ

فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ

كَذَّبُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ

 

كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِم

(Ka DaEBi EAvLı FıRGaVNa Va elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)

“Firavun âli ve onların kablinde olanlar gibi”

“Firavunun âli ve onlardan öncekiler gibi” ifadesini aynen zikretmiştir. Böylece örnek olarak verilen uygarlığın Mısır uygarlığı olduğu hususu açıkça belirtilmiştir.

Hak uygarlığının beşiği Mezopotamya, Sümerler, Hazreti Nuh’un zürriyeti olmuştur.

Buna karşılık kuvvet uygarlığının merkezi de Mısır olmuştur.

Aslında Sümer ve Akadlar da şirk etmişler, Mısır’da olduğu gibi halk zamanla bozulmuş ve oraya peygamberler gelerek uygarlığı yeniden tesis etmişlerdir. Mısır ile Mezopotamya arasındaki fark Mısır’da devlet yönetiminin hâkim olması, onların etkisiyle halkın kötü veya iyi olmasıdır. Mezopotamya’da ise halk hâkimdir.

Peygamberler bozulan halkı düzeltip yeni ileri uygarlığı getirmişlerdir. Hazreti Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, Şuayb resuller Fırat uygarlığının kuruculardır. Firavunlar ise Mısır uygarlığının kurucularıdır. Kur’an’da her iki taraf geniş bir şekilde anlatılmaktadır.

Bu iki uygarlığın karşılaştırılması gerekir.

كَذَّبُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ

(KazÜaBUv BiEAvYAvTı RabBiHiM)

“Rablerinin âyetlerini tekzib etmişlerdi.”

“Allah’ın âyetlerine küfrettiler” ifadesinde değişiklik yapılmıştır, “küfrettiler” “tekzib ettiler” şeklinde değiştirilmiştir. O halde bizim küfrü ve tekzibi karşılaştırmamız gerekir. Küfür âyetlerden yararlanmamak, âyetlerin getirdiği nimetleri değerlendirmemek demektir.

Nitekim bugün insanlık Kur’an’ın yorumları olan bu seminerlere küfretmektedirler; duymamakta, görmemektedirler. Bizim yorumlarımız yanlış olabilir. Biz onlardan bizim yorumlarımızı doğrulamalarını istemiyoruz. Bizim gibi onların da Kur’an’ı yorumlayarak kendi şeriatlarını oluşturmalarını öneriyoruz. Onlardan kâfir olanlar kolayını bulmuşlar; dinî düşünceler ilkeldir, üzerinde durmaya değmez! Ehli kitap da kolayını bulmuş; biz Kur’an’ı anlamayız, atalarımız ne diyorlarsa Kur’an odur, bugünkü hayata uymadığı için biz Kur’an’ın zikrine değil kıraatine bağlanırız, okuruz ama anlamaya çalışmayız, ilmihaller bize yeter!

Tekzib edenler ise; sizin söyledikleriniz yanlıştır, siz Kur’an’ı yorumlamıyorsunuz, siz kendi heva ve heveslerinizi Kur’an diye bize sunuyorsunuz diyorlar. Bunda haklılık tarafları olabilir, biz Kur’an’ı yorumlarken kendi heva ve hevesimizin tesiri altında kalabiliriz. Bunun içindir ki bizimle tartışan herkesle tartışıyor ve yanlışlarımızı düzeltmek istiyoruz.

Sam Adian gibilerinin tamamen Kur’an’ı tahrif edici sözlerine de kulak veriyor ve değerlendiriyoruz. Yanlışlarımızı onların söyledikleriyle düzeltmeye çalışıyoruz. Ama dilsiz, sağır ve kör olan çağımızın ulemasından yararlanamıyoruz, dalalette olduklarını söylüyoruz.

فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ

(Fa EaHLaKNAvHuM BiÜuNUvBiHiM Va EaĞRaQNAv EAvLa FıRGaVNa)

“Onları zenbleri sebebiyle helâk ettik. Firavunun âlini de gark ettik.”

Tekzib edenler bizim yanlışlarımızı düzeltecekler ama sonra kendileri helâk olacaklardır.

Önceki âyette “Allah’ın âyetleri” denmiş, burada “rablerinin âyetleri” denmiştir. Her ikisinde âyet” aynen tekrar edilmiştir. Biri Allah’a biri de rablerine izafe edilmiştir.

Allah’ın âyetlerini tekzib etmek demek, gerçekleri görmeyip fikren karşı çıkmadır. Rablerinin âyeti ise Allah’ın rab sıfatı ile bize bildirdiği ve bizim amel etmemiz gereken âyetlerini tekzib etme, karşı çıkma ve fiilen muhalefet etmedir.

Demek ki Allah’ın âyetlerini küfretmek demek, topluluğun yararına olan işleri yapmamak ve kabul etmemektir. Rablerinin âyetlerini tekzib etmek, kendileri için de yararlı olan şeylere kulak vermeyip fiilen reddetmek demektir. O halde tekzib sadece kavlî değildir. Yanlış yapma ve söylenenin aksini yapma da tekzibdir.

Önceki âyette zenbleri sebebiyle ahzetti denmektedir. Burada ise zenbleri sebebiyle helâk ettik denmektedir Zenbleri kelimesi aynen tekrar edilmiştir.

Zenb topluluğa zararlı kötülüklerdir.

İsm ise kişilerin kendilerine yaptıkları zararlardır.

Allah insanları ismleri sebebiyle helâk etmez, zenbleri sebebiyle helâk eder. İsmlerinin cezasını âhirete bırakır. Fiili yapana uygular, topluluklara uygulamaz.

Oysa zenblerin cezası bu dünyadaki uygarlaşmayı önlediği için topluluğa uygular ve topluluğu helâk eder. Tek başına küfür, tek başına tekzib helâk için sebep değildir. Bu küfrün, bu tekzibin topluluk için zararlı olması gerekmektedir. İnsanlık için zararlı olması gerekmektedir. Sosyalizm ve kapitalizm böylece insanlık için uygarlaşma için zararlı hâle geldikleri için Allah onları helâk edecektir.

Önceki âyette “Allah ahzetti” diyor. Burada “biz helâk ettik” diyor. Allah bir şeyi kurallar içinde ahzederse veya doğrudan ahzederse Allah ahzetti der. Ama diğer varlıkları eliyle helâk ederse biz helâk ettik der. Buradaki biz ifadesi ile mü’minlerin galip gelerek helâk edeceklerine işaret etmektedir.

Evet, sermaye azgınlığına devam edecek ve mü’minlerin eliyle helâk olacaklardır.

Nitekim Mekke’deki müşrikler ve şirk de mü’minlerin eliyle helâk olmuştur.

Burada bir şeyi daha açıkça öğreniyoruz. Topluluğun helâki ile toplulukta yaşayanların helâki ayrı ayrı şeylerdir. Mü’minler de savaşta ölürler. Kâfirler de savaşta kurtulurlar. Helâk olan topluluktur, onların düzenidir. Mekke şirki helâk olmuştur. Mekke halkı hâlâ yaşamaktadır. Firavun düzeni helâk olmuştur. Mısırlılar hâlâ yaşamaktadırlar.

Bugünkü faizli sermaye düzeni helâk olacaktır. Bu çatışmada biz şehit vereceğiz, onlar da ölecekler ama yok olmayacaklar. Onların düzeni helâk olacak, bizim düzenimiz yeşerecektir. İşte buradaki “egreknâ” ve “helâk” kelimeleri bunu ifade etmektedir.

Sonraki âyette bir ek cümle vardır. Firavunun âlini igrak ettik denmektedir. Onları helâk ettik, âlini igrak ettik denmektedir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. O halde helâk başka gark başkadır. Bu açıkça gösteriyor ki gark edilenler belli kimselerdir. Mısır halkı değil, yöneticilerdir. Ebu Cehil’in ölmesi gibidir. Helâk ise kişilerin ölmesi değil de yapılarının yok olmasıdır.

Eskiden olduğu gibi bugün de şirk vardır ama bugünkü şirk o şirke benzememektedir. Kimse artık putları tanrı kabul etmiyor. Artık kimse Güneş’in tanrı olduğunu iddia etmiyor. Kimse Güneş’in oğlu değildir. O mantık, o düşünce tamamen helâk olmuştur. Şimdi diktatörlere, yaşayan insanlara veya paraya tapılmaktadır. Putlar değişmiştir.

Onlar helâk olmuşlardır.

Bunlar da helâk olacaklardır.

“Egraknâ” kelimesindeki “Nâ”dan ıgrakın doğa kanunları içinde değil, iradi müdahalelerle olduğu anlaşılmaktadır. Bedir’de mü’minlere yardım eden melekler o zaman da gönderilmiş ve ona göre ayarlamalar yapılmıştır. Burada gel-git şeklindeki denizin kabarması ve çekilmesi olayları doğal olsa da bu olayın Hazreti Musa’nın geçmesi ve Firavun’un girmesi esnasında olması özel müdahale ile olmuştur. Hazreti Musa ona göre yola çıkmış ve ona göre süratle ilerlemiştir. Firavun da ona göre kovalamaya başlamıştır. Sürati öyle devam etmiştir ki üç hareket bir anda vuku bulmuştur. Bu raslantının ikisi Hazreti Musa’nın ve Firavun’un aldıkları kararlara bağlıdır. Bu hususta onlara etki eden melekler olmuşlardır.

وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِمِينَ

(KulLuN KAvNUv JAvLıMIyNa)

“Ve hepsi zalimdi.”

İki âyetin son kısımları ise farklı manâlarda bitmektedir. Birincisinde Allah’ın güçlü olduğunu, sonraki âyette ise hepsinin zalim olduklarını ifade etmektedir. Evet, Allah’ın güçlü olduğunu, başka ifade üslubu ile Allah’ın zalim olmadığını da bildirmektedir. Gark edilenlerin hepsi zalim idi denmektedir.

Bu ifade de bize şunu gösterir ki bir gruba katılırsınız ve grup zulüm yaparsa siz de zalimsiniz demektir. Sizin belki zulmetme yetkiniz yoktur ama sonunda zulmün bir çarkı oluyorsunuz. Âhirette niyetiniz kötü olmadığı için belki cezalanmayacaksınız ama bu dünyada siz de tâbi olduklarınız gibi gark olacaksınız.

Bugün sermaye ile işbirliği hâlinde olanlar da böyle devam ederlerse sermaye ile birlikte gark olacaklardır. Adil Düzen Çalışanları uyarılarını bu kardeşlerimizin gark olmaması için yapmaktadır.

“Ne yapsınlar?” diyebilirsiniz.

Hazreti Musa Firavun’a karşı ne yapmıştı?

İsrail oğullarını ver de gideyim demişti.

Biz de diyoruz ki;

Ey zalim düzen, ey gasp eden düzen; bizim vakıflarımızı aldın ve tekelleştirdin. Faizli banka kurdurdun. Oysa o para ile faizsiz kredileşmeyi yapabilirdin. Verin bize vakıflarımızı, verin bize bankamızı, biz “Adil Ekonomik Düzen” kuracağız. Bizim beni İsrail’i bize verin.

Evet, Akevler bir Musa’dır, sizden vakıflarımızı ve bankamızı istiyoruz. Biz Musa’yız, çünkü bizim elimizde faizsiz bankanın nasıl çalıştırılacağını gösteren Tevrat yani Kur’an vardır. Bizim mucizemiz budur. Hazreti Musa 20 sene Mısır’da Firavun ile uğraştı. Biz de sizinle uğraştık. Akevler’de mucizemizi gösterdik. Sizin faizli düzeni yutacak durumda iken asamızı kırdınız. Şimdi size ikinci yutma mucizesini gösterebiliriz. Vakıfları ve bankayı bize veriniz. Onları alıp bir yere götürmeyeceğiz. Beş sene sonra sizin karşılıksız faizli paranız kalmayacaktır. Borçlar kalmayacaktır. İşsizlik olmayacaktır. Aç kimse kalmayacaktır.

Haydi, Firavun’un gösterdiği insanlığı gösterin. Sihirbazlarınız ile Vakıflar Bankası ayrışsın. Siz seyredin ve görün ki onları nasıl yutacağız yahut onlar bizi yutar, bizden kurtulursunuz. Ama bu dediğimizi yapmayacaksınız. Evet, düzeniniz helâk olacak ve siz gark olacaksınız, sizin Amerika’daki patronlarınız da gark olacaktır.

إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الَّذِينَ كَفَرُوا فَهُمْ لَا يُؤْمنُونَ (55)

(EinNa ŞarRa elDaWabBi GiNDa elLAvHi elLaÜIyNa KaFaRUv FaHuM LAv YuEMiNUvNa)

“Allah’ın indinde devvabbın şerlisi küfretmiş olanlardır. Onlar iman etmezler.”

“Devvabbın en şerlisi” ifadesi Kur’an’da iki yerde geçmektedir. İkisi de bu sûrede geçmektedir. Biri burada geçer. Diğeri ise

إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ

âyetidir. Burada küfredenler devvabbın en şerlisi olarak kabul edilmektedir. Orada ise akletmeyen dilsiz sağır olarak anlatılmaktadır.  Şer ismi tafdildir. En şerlisi demektir. İki ayrı en şerlisi olamaz. O halde akletmeyen dilsiz sağırlar küfretmiş olanlardır. Orada akletmeyenler sıfat olarak getirilmiştir. Takyid veya tavsif olabilir. Yani ya bütün dilsiz sağırlar yahut akletmeyen dilsiz sağırlardır. Akletmeyen demek suretiyle insanlar kastedilmektedir. Böyle insanların hayvanlardan daha şerli olduğu ifade edilmektedir.

Burada küfrün sonucu iman etmediklerini ifade etmektedir. Küfretmiş olanları uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler âyetinin tekidi bir ifadedir.

Sağır ve dilsiz...

Evet, onlar sağırdırlar. Kırk yıldan fazladır Kur’an düzenini insanlara haykırıyoruz ama duymuyorlar. “Adil Düzen” aleyhinde bulunuyorlar. Söylediklerimize kulak vermiyorlar. Yanlışlarımızı ve eksiklerimizi gösteremiyorlar.

Bu âyetin manâsını kavrayabilmek için insan denen varlığın yapısını bilmemiz gerekir.

Canlı başlangıçta bir hücre olarak yaratıldı. İlk canlıda bugün bütün canlılarda var olan DNA’lar vardı. DNA’ların çoğu pasif halde idi yani bedende kendilerini göstermezlerdi. İlerledikçe bölündüler. Farklı canlılarda farklı DNA’lar aktif hâle geldi. Bedenlerinin farklı oluşmasına sebep oldular. Buna evrim diyoruz. Canlılardaki evrim türden türe gerçekleşti. Bir tür içinde evrim olmadı. Genetik yapı değişmedi. En son insan meydana geldi. İnsanın genetik yapısı da değişmiyor, kıyamete kadar da değişmeyecektir.

İnsan diğer canlılardan farklı olarak daima gelişmekte, çevresini evrimleştirmektedir. İnsan bunu dili sayesinde gerçekleştirmektedir. İnsan doğar, ömrünün ilk üçte birinde öğrenme çağını geçirir. Bunu dille yapar, dinleyerek yapar. Sonra orta üçte birinde öğrendiklerini uygular. Uygulama yaparken keşiflerde bulunur. Yeni çözümler üretir. Yenilikler yapar. Son üçte bir ömrü içinde de öğretir. Böylece uygarlaşma meydana gelir.

Uygarlaşma topluluk içinde gerçekleşir. Birlikte yaşayanların hepsi ilerlemeye ayak uydurma durumundadır. Öğrenmeyen, öğrendiğini uygulamayan, uyguladıklarını öğretmeyen kimse en zararlı varlıktır. Yapısı uygarlaşma üzerine oturmuş olan insanlık bunlar yüzünden durgunlaşmakta ve yaşama imkânını kaybetmektedir. Diğer canlılar uygarlaşma sorunu ile karşı karşıya olmadıkları için zarar vermemektedirler. Oysa tutucu insan insanlığı çökertmektedir. Bu sebepledir ki şerli hâle gelmekte, en şerli olmaktadır.

“Hayr” kelimesi iyilik, mal, servet demektir. Gelir getiren servete hayır denir. Şer hayrın karşıtıdır. Gelir götüren ve israf eden de şerdir. Yani imkânları boşa harcamak, şer içinde olmak demektir. Çünkü imkânları hayırda harcamazsan şerdesin.

Uçan uçağı düşünelim. Yakıt onu havada tutar. Yakıtını yakmadığı zaman uçak düşer. İnsanlık uygarlaşma alanında uçmaktadır. Uygarlaşmanın yakıtı Allah’ın âyetleridir. Yani doğa kanunları ve O’nun gönderdiği kitaplardır. Bunlar sayesinde uygarlaşma devam eder. Eğer Allah’ın âyetlerini kullanmazsanız uçağınız uygarlık atmosferinde duramaz ve düşer. Bir uygarlık birden çöker. Bundan dolayı insan canlıların en şerlisi durumundadır.

Bir kentte bir yangın çıkarırsınız. Yangın ormanlara sıçrar ve tüm yeryüzü kömür olabilir. Bu kadar büyük zararı yalnız insan verebilir. Başka hiçbir canlı bu kadar büyük güce sahip değildir. Bir yapı bir asır içinde çürür ama insan onu bir saatte yok edebilir.

Canlıların en şerlisi hâline gelinmek istenmiyorsa her söze kulak verilecek ve ahsenine uyulacaktır. Her söze kulak verme sağır olmamakla mümkündür. En iyisine uyma da dilsiz olmama ile mümkündür. Hakkı araştırmada müzakere edeceksiniz. Ahseni seçerken istişareler yapacaksınız. Bu da dil ile olur. Siz hakkı bulurken yararlanacaksınız.

إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ

(EinNa ŞarRa edDaWabBi)

“Devabb içinde en çok şer olan”

Harf-i atıf getirilmemiş, “Ellezîne kezzebû”nun beyanı şeklinde getirilmiştir. Böylece tekzib edenlerin şerre eddevab olduğu ortaya çıkmaktadır.

Marks ortaya çıktı ve komünizm veya sosyalizmi getirdi. Bizim Marks’a karşı çıktığımız, sosyalizmi zorla getirme önerisiydi. Marks ne diyor? Kapitalistler yani güçlüler sizi sömürüyor. Sermaye emeği sömürüyor. Aksi olmalıdır. Emek sermayeyi sömürsün. Bu sömürmeyi de ekonomik ve sosyal kanunlarla değil de silah zoru ile yapsın diyor.

Bizim karşı çıktığımız zorlamadır. Yoksa isteyenler birleşip kendi ocaklarını, kendi bucaklarını kurabilir ve istedikleri gibi yaşarlar. Bizim onların bu isteklerine mâni olma hakkımız yoktur. Karşılıklı konuşarak ve sonuçlara vararak uzlaşmak, uzlaşılamadığı yerlerde hakemlere gitmek; işte kâfir olmamak budur. Uzlaşma ve anlaşma arama yerine ben haklıyım, sen haksızsın, senin yok olman gerekir düşüncesi küfürdür.

Oysa mü’minler diyor ki; gelin konuşalım, önce anlaşmaya çalışalım, başaramazsak hakemlere gidelim. İşte iman budur yani güven budur.

İman etmek başkasının güvenini korumak anlamına geldiği gibi başkasına güven vermek anlamına da gelir. Yani onlara saldırmak, onları yok etmeye çalışmak değildir. Mü’minler uzlaşarak barış içinde birlikte yaşamayı istemektedir.

عِنْدَ اللَّهِ

(GiNDa elLAvHi)

“Allah’ın indinde”

Topluluğun nezdinde, topluluğun içinde demektir. Topluluğun bilincinde denmiş olmaktadır.

Topluluk için en zararlı olanlar düşmanlar değildir, topluluk içindeki kulak vermez, ağız açmaz, bildiğini okur olan kimselerdir. Topluluğa en çok zararı bunlar verirler.

Birinci İslâm uygarlığı dönemi sona ermiştir. Tarım dönemi düzenlemelerinin ardından sanayi dönemi düzenlemeleri ile artık ikinci Kur’an uygarlığı doğacaktır. Birinci Kur’an uygarlığı ile ikinci Kur’an uygarlığı uygulamada farklılıklar gösterecektir. Birinci Kur’an uygarlığı tarım uygarlığıdır. İkinci Kur’an uygarlığı sanayi uygarlığıdır. Birinci Kur’an uygarlığındaki araçlar on bin seneden beri kullanılan araçlardır. İkinci Kur’an uygarlığının temel dayanaklarının birincisi elektrik, ikincisi motorlar, üçüncüsü bilgisayarlardır. Dördüncü yenilik muhasebedir. Bilgisayarın keşfinden daha önemli bir keşiftir. Bu muhasebe, az olsun çok olsun her şeyin muhasebeye geçtiği bir muhasebe olacaktır.

الَّذِينَ كَفَرُوا

(elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlar”

“Ellezîne Amenu”nun karşılığı “Ellezîne keferu”dur.

Mü’min var, ellezîne amenu var.

“Kâfir” var, “ellezîne keferu” var.

Kâfirlikte küfür marife değildir, fail marifedir. Amenuda iman marife değildir, fail marifedir. Oysa ellezînede küfür ve iman marifedir. Bilinen küfrü yapmışlardır. Bilinen imanı edinmişlerdir. Bu âyette bilinen küfür tarif edilmiştir. O da Kur’an’ın insanlığı aydınlatan âyetlerine, müsbet ilme ve Kur’an ilmine kulak vermemeleridir. Israrla ve inatla “Adil Düzen”e karşı çıkmalarıdır, onu duymadan ve anlamadan reddetmeleridir.

Adalet Bakanı iken Cemil Çiçek dedi ki; “Kimin nesi varsa getirsin, değerlendirelim...” Biz de bir öneri hazırlayarak ona götürdük. Önerimiz şu idi. Dört yüksek kurul kuralım. Soruşturma Yüksek Kurulu, Savunma Yüksek Kurulu, Bilirkişiler Yüksek Kurulu, Hakemler Yüksek Kurulu. Bu kurullar bunları imtihan etsin ve yetki belgelerini versin. Sonra herkes hakemini seçsin, soruşturmacısını seçsin dedim.

“Bu ‘Adil Düzen’dir, bu partide olmaz! Siz Adil Düzen Partisi’ni kuruyordunuz; kurunuz!” Ben kendisine, Herkes bildiğini getirsin demediniz mi?” diye sordum. “Dedim ama o bizim düzenimiz içinde olursa dinleriz, sizinki ayrıdır.” dedi! 

İşte bu zihniyet küfürdür.

Doğruluğunu bilseler de kendi düzenlerini yıkacağı için doğruyu kabul etmezler. Bile bile bir şeyi kabul etmemek küfürdür. Öğrenmemek ve kulakları tıkamak küfürdür. İşte AK Partili kardeşlerimizin dalaletleri buradadır. Bir gün imana gelecekleri ümidindeyiz.

فَهُمْ لَا يُؤْمنُونَ (55)

(FaHuM LAv YuEMiNUvNa)

“Onlar iman etmezler.”

İnsanların çoğu müslimdir. Dünyadaki çıkarlarını gördüklerinde âhiretteki çıkarlara talip olurlar. Doğru bir insan olarak çıkarları içinde yaşarlar.

 İnsanların çok azı mü’mindir. Bunlar dünya çıkarlarını terk etmiş olup Allah’ın emirlerini yerine getirmek için canlarını ve mallarını vermeye hazır olan kimselerdir.

Buna karşılık bunlar kadar küfretmiş olanlar vardır. Bunlar da mallarını ve canlarını hak düzenin gelmemesi için hasretmiş kimselerdir. İşte bunlar küfretmiş kimselerdir ve iman etmiş olan kimselere karşı savaşmaktadırlar.

Münafıklar da iktidarda kim varsa ona uyarlar. Onların küfürleri dünya çıkarları içindir, imanları da dünya çıkarları içindir. Bunlar da münafıklardır.

Çatışma küfretmiş olanlarla iman etmiş olanlar arasında cereyan eder. İman etmiş olanlar iktidar olunca kâfirler de dünya çıkarları için mü’min olurlar. Küfretmiş olanlar iktidar olunca dünya çıkarları için kâfirler de küfrederler. Bunların dünyaları buna göre oluşur.

Âhiretlerinde mü’minler için cennet, kâfirler için cehennem vardır.

Demek ki iman etmeyen kâfirler değil küfretmiş olanlardır.

Bu iki adlandırmayı şimdi daha iyi anlamış oluyoruz.

Mü’minler de hiçbir zaman küfretmezler, ölürler ama imanlarından vazgeçmezler.

İman etmenin bir manâsı karşı tarafa güven vermedir. Yani ben sana saldırmayacağım demektir. Bunu yapan mü’mindir. Biz buna “müslim” diyoruz. İman etmenin ikinci kısmı ise başkalarının güvenliğini sağlamaktır. Kur’an iman ile islâmı birbirinden ayırdettiği gibi Hazreti Peygamber de çok açık bir dille tanımlamıştır.

المسلم من سلم المسلمين عن يده و لسانه  الموئمن من امانه الناس اموالهم و انفسهم

“Müslim, müslimlerin elinden ve dilinden selamette olduğu kimsedir, mü’min insanların mallarını ve canlarını ona emanet ettiği kimsedir, demektedir.”

الَّذِينَ عَاهَدْتَ مِنْهُمْ ثُمَّ يَنْقُضُونَ عَهْدَهُمْ فِي كُلِّ مَرَّةٍ وَهُمْ لَا يَتَّقُونَ (56)

(EalLaÜIyNa GAvHaDTa MıNHuM ÇumMA YaNQuWUvNa GaHDaHuM FIy KulLi MarRaTin Va HuM LAv YatTAQUvNa)

“Onlardan muahede ettiğin kimseler sonra her merresinde ahitlerini ittika etmeyen olarak nakzederler.”

Canlılarda birlikte yaşama vardır. İnsan bedeni trilyonlara varan hücrelerden oluşmaktadır. Herkes ayrı canlıdır. Onların birlikte yaşamalarını DNA’lardan oluşmuş genler belirler. Her canlı genetiği ile topluluk kurallarına uyar. İlk yaratıldığı günde hangi kurallar içinde idiyse bugün de odur. Ne mekân içinde ne de zaman içinde değişmez.

Oysa insanlar topluca yaşama kurallarını kendileri koyarlar. Genetiklerinde kurallar yoktur, kural koyma yeteneği vardır. Böylece birbirinden farklı kuralları olan ayrı ayrı topluluklar oluştuğu gibi, zamanla kuralların gelişmesi ile uygarlık doğar. Demek uygarlaşma yeni şeriat kurallarının ortaya çıkması ile mümkün olmaktadır.

Sözleşmeler anlaşmalarla ortaya çıkar, kuralları sözleşmeler ortaya koyar. Bu sayede topluluğun kanunları belirir. Doğada yaşamak için doğa kanunlarının olması gerekir. Ateş bir yaksa bir yakmasa, bir ısıtsa bir ısıtmasa hayat olmaz. Armut ve diğer yiyecekler bazen zehir olsa onları yiyemeyiz ve açlıktan ölürüz. Sosyal kanunlar da böyledir.

Kimin ne yapacağını bilirsem ben onunla ilişki kurabilirim, bilmezsem nasıl ilişki kuracağım? Topluluğun temel bağı kurallardır, sözleşmelerdir. Sözleşmelere uymayan halkın olduğu yerde artık düzen yoktur. Kâfirlerin temel vasfı da sözleşmelere uymamalarıdır.

Bugünkü Müslümanların en büyük hatası sözleşmeye uymayı angarya saymalarıdır. Kolay kolay söz vermektedirler, ondan sonra da sözlerine uymamaktadırlar.

Benim hayatımda en çok karşılaştığım zorluk bu olmuştur. Ben ağzımdan çıkan söze bağlı kalırım ve onu bozmamak için azami gayret gösteririm. On yerden vaat alırım, söz alırım, ona dayanarak ben birine söz veririm ama o sözünde durmaz ve ben de sözünde duramaz duruma düşerim.

İşte bu âyet o küfredenlerin vasıfları olarak bunları anlatmaktadır.

Sözde durma çok önemlidir. Diğer ibadetler yalnız mü’minlere farzdır. Hattâ çoğu mümin olmayanlar için geçerli değildir. Ama insan olan herkesin sözleşme yapma hakkı vardır. Sözünde durmak da her insana farzdır. Sözünde durmayanla savaşmak meşrudur.

Sözde durmayı vacip bile saymayan bir müslim topluluk içinde duruyoruz.

“Başörtüsü bizim namus borcumuzdur” dedi, Bülent ARINÇ bey; şimdi de “Vazifemi yaptım gidiyorum” diyor! Ben Bülent Arınç Beye Adil Düzen Partisi’ni önerdim. O Ak Parti’ye benzer parti kurmaya kalkıştı. Sonra da Ak Parti’ye katıldı. Madem söz verdi ve Ak Parti’de yapamadı, şimdiye kadar ayrılmalı idi. Madem ki Ak Parti’den ümitlidir, sonuna kadar ayrılmamalıdır.

Bu husus yalnız Ak Partililere has bir şey değildir. İzmir Akevler’le görüşüyorum, anlaşıyorum, karar alıyorlar, zabıtlara geçiyor, sonra vazgeçiyorlar! Üç gün geleceğim diyor, gelmiyor! Bu hastalıktan kurtulmalıyız. Söz vermeliyiz, söz verdik mi yerine getirmeliyiz. Bir sorun geldiğinde ertelemeden hemen çözmeliyiz. İlerisi için herhangi bir planlama yapmamalıyız. Yarın bunu yapacağım demeyeceğiz; inşaallah yapacağım, elimden gelirse yapacağım diyeceksiniz. Benim hatam az da olsa ileride beni bağlayan söz vermemdir.

Ahit yapmayacağız ama yaptık mı ahdimizde duracağız. Yalnız durabileceğimiz ahdi yapacağız. Menfi akitler kolaydır. “Ben o gün bunu yapmayacağım” derseniz, bu sözünüzde kolaylıkla durursunuz. “Bunu yapacağım” derseniz, sözünüzde durmanız zor olabilir. Ama ahitsiz ve sözleşmesiz de topluluk oluşmaz. Dolayısıyla iman etmek demek çok sözleşme yapma ama yapılan sözleşmelerde sözünde durma demektir. Sözleşme yapmama iman etmeme demektir. Verilen sözleşmeyi çiğneme ise küfürdür. Sözleşme yapmazsanız mü’min olamazsınız, müslim kalırsınız ama bozacak sözleşme de olmadığı için kâfir de olmazsınız.

Diyoruz ki; Adil Düzen Çalışanları günümüzün Firavunu olan dev sermaye gücünü yenecektir. Bu yenme kolay değildir. Kimseye “ben mü’minim” demek yetmez. Kur’an bunu çok açık şekilde ifade etmiştir.

أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“Nâs amenna deyip terk edileceklerini, imtihan olunmayacaklarını mı hesap ediyor?”

Mü’min olmak malını ve canını iman uğruna vermeyi göze almaktır. Canı dediğimiz zaman yalnız kendi canını değil; çocuklarının canını, eşinin canını, anne babasının canını ve diğer akrabalarının, yakınlarının canını feda etme demektir. Yani onlardan Allah için ayrılabilme demektir. Ondan sonra her ne şartta olursa olsun sözde durmak demektir. Karşı taraf durmazsa sen duracaksın. Sözde durmanın ne demek olduğunu sözünde durmayanlara göstermektir. Yalan söylemeyeceksin, emanete hıyanet etmeyeceksin, sözünde duracaksın, hakem kararlarına kayıtsız şartsız uyacaksın. “Adil Düzen ahlâkı” budur.

Kimileri yalan söyler, verdiği sözde durmaz, emanete ihanet eder, hakemlerin kararlarını çiğnemeye çalışır; ondan sonra da ben mü’minim der!

الَّذِينَ عَاهَدْتَ مِنْهُمْ

(EalLaÜIyNa GAvHaDTa MıNHuM)

“Onlardan ahitleştiğin kimseler.”

Ahitleştiğin kimseler” burada mübtedadır yani sıfat değildir. Belli kimseler kastedilmektedir.

Minhum” kelimesi teb’iz için gelebilir. Yani onlardan bazılarından ahitleştikleriniz denmiş olur. Yahut ahitleştiğiniz kimselerden onlardan olanlar anlamına da gelmiş olabilir.

Bedir Savaşı’nda Mekke müşriklerinden bahsettiğine göre ahitleşilen kimseler yalnız Mekke müşrikleri değildi demektir. Zamir diğer Arap kabilelere de işaret etmiş olur.

Bugün için bu ahitleştiğimiz kimseler Avrupalılardır. Onlarla pek çok anlaşmalar yaptık. Biz her zaman anlaşmalara uyduğumuz halde, onların işine gelmediği zaman onlar ahitlerine uymaya gerek görmezler.

Sözünde durmayan sermaye kastedildiği zaman, insanlıkla doları altınla değiştireceğini ahdettiği halde, 1970’lerden beri bu sözü yerine getirmeyen sermaye kastedilmektedir. Sermaye verdiği sözlerde durmamaktadır. İnsanlık da o günkü kâfir Araplar gibidir. Onların güdümündedirler. Sözde durma onlar için bir manâ ifade etmez.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vardır. Millî Görüş partilerini hukuk dışı kapattılar, milletvekillerinin vekilliklerine son verdiler. Bu açıkça hukuk mantığına savaş açmadır. Dünyanın hiçbir hukukunda savunması alınmadan kişi mahkûm edilemez. Milletvekillerinin savunması alınmadan mahkûm edilmişlerdi. İnsan haklarına dava götürüldü. Mahkeme davayı karara bağlamadan mahkeme beyanda bulundu; buna Türkiye çözüm bulmalıdır dedi! Yani demek istedi ki; evet, partinin kapatılmasına bir madde bulabilirim, onaylarım ama yargısız mahkûmiyete evet diyemem. Türkiye bunu anlamadı bile. Sonra tuttu yargı buna da çözüm buldu. Önce partiyi kapattı, sonra da artık o dosyalara bakmama gerek yok dedi! Oysa davanın tarafları farklı idi. Bir taraftan parti idi, diğer taraftan parti içinde mağdur olan kimselerdi. Türkiye’de milletvekillerini partileri seçmez, parti aday gösterir halk seçer. Bu sebepledir ki partiden çıkarılan milletvekilinin milletvekilliği devam eder. Ama her seferinde Türkiye’yi haksız yere mahkûm eden mahkeme bu sefer haksız olduğu için beraat ettirdi. Her seferinde ahdi nakzetti. Çünkü biz Avrupa insan haklarını koruyacak diye girdik, o da bize onu taahhüt etti ama tersini yaptı.

ثُمَّ يَنْقُضُونَ عَهْدَهُمْ

(ÇumMA YaNQuWUvNa  GaHDaHuM)

“Sonra ahdini nakzettiler/nakzediyorlar.”

Mübtedadan sonra yalnız “Fa” harfi cevabın başına gelir. O da mübtedaya şart manâsını verir. Haberin başına “Ve” gelmez, “Sümme” de gelmez. Burada gelmiştir. Ancak “Sümme”den başka mahzuf bir haber var demektir. O haber “Fa” ile gelmiş olabilir, olmayabilir de. “Fayenqudune.” Onlardan ahdettiğiniz kimseler ahdini nakzettiler veya ediyorlar. Sonra da nakzettikleri bundan sonra da nakzedecekler demektir.

Demek ki kimlerin küfreden kimseler olduğunu anlamamız için ahitlerine riayeti hiçbir zaman hesaba katmamalarıdır. Bedir Savaşı’ndan önce herhangi bir ahitleri yoktu. Asıl anlaşmalar Hudeybiye’de oldu ve onlar nakzettiler.

Demek ki bu âyet Bedir dönemini tam olarak anlatmaz, çağımızı anlatır.

“Âhedte” kelimesi ile doğrudan yapılan ahitler ifade edilmiştir.

Kosova Savaşı’ndan önce Latin Hıristiyanlarla sözleşme yapmıştık. Sonra Papalarına sordular. Onlar Hıristiyan olmayanlarla ahit geçersizdir diye fetva verdiler. Bizimle ahitleri böyle olmuştur, her seferinde bozmuşlardır. Bizim Avrupa Birliği’ne girme hususunda da kırk senedir böylece verdikleri sözlerinde durmamaktadırlar.

Burada “Sümme” kelimesini kullanması, başlangıçta uyar görünürler, işlerine geldiği zaman uygularlar, sonra işlerine gelmeyince artık uymaz olurlar.

Bir ahdi bir defa yerine getirmeme mazeret olabilir.

Mesela, sermaye diyebilirdi ki; ben dardayım, artık dolar karşılığı altın veremem. Sonra kısa zamanda tekrar sözünde durur duruma gelebilirdi. Oysa bunlar öyle yapmıyor. Sözlerini yerine getirmiyor. Ahdi tek taraflı olarak ortadan kaldırıyor. Kaldırabilirdi, dolar artık benim uluslararası param değildir diyebilirdi.

فِي كُلِّ مَرَّةٍ

(FIy KulLi MarRaTin)

Her merrede”

Her olay olduğunda ahdi bozarlar.

Demek ki bizim temel ayıracımız sözde durmaktır. Uluslararası anlaşmalarda da sözümüzde duracağız. Onlar bozmadıkça biz de bozmayacağız. Bizim stratejik müttefikimiz sözünde duran devlettir. Sözleşmenin yorumlanması da önemlidir.

Cümleleri yanlış tevillerle tevil edip duruyor demek sözde durmak demek değildir. Yahut fiilleri tevil ederek sözde durmuş olmak sözde durma değildir. Bu sebeple yargı son mercidir. Adil yargının kararlarına uymak sözde durmaktır. Sözleşmeyi onlar yorumlayacak, fiillerin uygunluğunu onlar tayin edecek.

Hakemlerin kararlarına uymayan sözünde durmuş olmaz.

Bir yapı değişik parçalardan oluşur. Kâinat parçalardan mı yoksa suret ve heyuladan mı oluşmaktadır hususunda Yunanistan’da ve Hindistan’da tartışılmıştır. İslâm kelamcıları parça teorisini, İslâm filozofları suret ve heyulayı savunmuşlardır. Parçaların bütün oluşturması için aralarında ilişki olması gerekir. Atomlarda çekme ve itme kuvvetleri oluşmakta, böylece yapı oluşmaktadır. Canlı hücreler de birbirine bitişerek yapıyı oluştururlar. Topluluktaki fertler de sözleşmelerle bu irtibatı sağlarlar. Kan ve sinir damarları uzak hücreleri birbirine birleştirir. İkili sözleşme yerine sözleşmeler ve kanunlar tüm vücudu birbirine birleştirir. Sinir sistemindeki aksama felce sebep olur. Kan damarındaki tıkanma ölüme götürür. Sözleşmeler topluluğun sinirleridir. Vücudun bir yerinden başka yerine sinir sistemi ile ulaşılır. İnsanlar da uzaklardakilerle ilişkilerini sözlerle yaparlar. Sözlerin birliği sağlaması için söylenenler doğru olmalıdır. Sözde durulmalıdır.

İnsanlığı ifsat etmek isteyen tekel sömürü sermayesi, parası ile ele geçirdiği basına yalan söyletmeyi gaye edinmiş, kim daha çok yalan söyleyebiliyorsa o mükâfatlandırılmaktadır. Herkese yalnız kendi yayın organını seyrettirmektedir. Oluşturulmuş yalan sistemleri ile toplulukları paramparça etmektedir. Bir gazete çıkar, yalan haber yazar. Olay tazedir. Eğer o gün yargıya gitse yalan olduğu hemen anlaşılacaktır. O şimdi öyle yazar, beş sene on sene sonra o yalanlara dayanarak ihbarlarda bulunur. Savcı da o yazılanları benimser ve davalar açar. Tarih böyle yazılır. Sanılır ki insanlık yalanı yutacaktır. Olmayan olayları ve kavramları kesin olaylar ve kavramlar imiş gibi insanlık onu kabullenir.

İşte sermaye bu oyunları ile kendi taahhütlerini nakzeder ve zanneder ki hep bu şekilde iktidarda kalacaktır. Oysa yeryüzünü Allah yaratmış, insanı halife yapmıştır. Peygamberleri ile hak dinini yani düzenini getirmiştir. Bu düzen kıyamete kadar gelişerek devam edecektir. Kâfirleri ise mü’minleri uyarmak, uyanık tutmak, gaflet içinde yanlış yapmalarını önlemek için var etmiş, şeytanı onlara rehber yapmıştır. Onların ahitleri nakzetmeleri onları bitirir. Kim sözünde duruyorsa, kim ahdine sahip çıkıyorsa insanlık onlarla anlaşmalar yapar, böylece insanlık onların çevresinde birleşerek topluluk oluşturur.

وَهُمْ لَا يَتَّقُونَ

(Va HuM LAv YatTAQUvNa)

“Ve onlar ittika etmezler.”

Buradaki “Ve” atıf vavıdır. “Fehum Lâ Yu’minûn”a atfetmektedir. Yani onlar şerre devabbı olan küfretmiş olanlar küfrettikleri için iman etmezler ve onlar ittika da etmezler.

Burada ittika imana atfedilmiştir. İttika başka iman başkadır. İman daha çok sosyal yapıdır ve vatandaşlık hukukudur, küfre mukabildir. İttika ise amelle ilgilidir. Başkalarının hak ve hukukuna riayet etmedir. Şeriat içinde kalmadır. Karşılığı fısktır.

Biz bizden olmayan bir yönetimde yaşadığımızda onların düzenine inanmayız ama onların arasında kaldığımız zaman onların düzenine uyarız, ittika ederiz. Eğer onların düzenine uyamayacak isek isyan etmeyiz, oradan hicret ederiz.

Onların da böyle yapmaları gerekir. Bizim düzenimize inanmayabilirler. Ancak bizim aramızda oldukları müddetçe bizim düzenimize uymaları gerekir.

Bizim düzenimiz dayatma düzeni değildir, uzlaşma düzenidir, anlaşma düzenidir.

İnsanlığı devletlere ayırıyoruz. Her devlet kendi düzenini kendisi kurar. Devletler illere ayrılır, her il kendi düzenini kendisi kurar. İller bucaklara ayrılır, bucaklar kendi düzenlerini kendileri kurarlar. Düzen de sözleşmelere dayanarak kurulur. Bucak değiştirme, il değiştirme, ülke değiştirme serbesttir. Bucakta kalınca o bucağın düzenine uymak zorunluluğu vardır. Sözde durma zorunluluğu vardır. İnsanlık ülkelerin iç işlerini bağlayan yasalar yapamaz. Ülke de illerin iç işlerini düzenleyen yasalar yapamaz. İller de bucakların iç işlerine karışan yasalar yapamaz.

Sözleşmeler ancak yeni sözleşmelerle değişebilir. Biri diğerine dayatamaz. Ahd ile akd arasındaki fark budur. Akdin gereği yapılmalıdır. Ancak akd sınırlıdır. Akitler doğan zararlar tazmin edilmek şartı ile her zaman tek taraflı sona erdirilir. Ahd ise topluluk içinde yapılır. O topluluk içinde kalındığı müddetçe tek taraflı olarak kaldırılamaz. Ahde riayetsizlik savaş sebebidir. Yeryüzünde yaşıyoruz. İnsanlık içinde yaptığımız ahitlere riayet etme durumundayız. Ahit nakzedilemez. Ahitte zulüm varsa hakemlere gidilir, hakemler zulme dayalı ahitleri sona erdirebilirler.

İttika” kelimesi “vikaye”nin iftial bâbındadır. “Vıka” kap demek, kulübe demektir. “İttika” kulübeye girme demektir. Şeriat bir koruma yeridir. Şeriatın olmadığı yerde savaş vardır. İnsanlar birbirini yemektedirler. Şeriatla insanlar barış içinde yaşarlar. Şeriat da sözleşmelerle doğar. O halde sözleşmelere uyma ittikadır, sözleşmeleri nakzetme fısktır.

İman etmiş olanlar küfretmiş olanlarla savaşırlar ve onları yenerler. Kâfirler ve mü’minler iktidarda kim varsa ona uyarlar. Bu dünyada düzen öyle oluşur. Âhirette ise kâfirler cehenneme, mü’minler cennete giderler. İman etmiş olanların iktidarında barış içine giren yani ittika eden ve şeriat içinde kalan kimselere müslim denmektedir. Müslim olmak için mü’min olmak gerekmez. İttika etmiş olması, yeni şeriat hükümlerine uyulması yeterlidir.

 

 

 


ENFAL SÛRESİ TEFSİRİ(8.SÛRE)
1-1.AYET TEFSİRİ
2107 Okunma
2-2 VE 4.AYETLER
1625 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
1341 Okunma
4-7 VE 8.AYETLER
1896 Okunma
5-9 VE 10.AYETLER
2119 Okunma
6-11.AYET
1630 Okunma
7-12 VE 14.AYETLER
2241 Okunma
8-15 VE 16.AYETLER
1856 Okunma
9-17 VE 18.AYETLER
1654 Okunma
10-19.AYET
1392 Okunma
11-20 VE 23.AYETLER
1468 Okunma
12-24 VE 26.AYETLER
1595 Okunma
13-27 VE 28.AYETLER
2443 Okunma
14-29 VE 31.AYETLER
1485 Okunma
15-32 VE 33.AYETLER
1650 Okunma
16-34 VE 35.AYETLER
1366 Okunma
17-36 VE 38.AYETLER
1307 Okunma
18-39 VE 40.AYETLER
1594 Okunma
19-41.AYET
2214 Okunma
20-42.AYET
1736 Okunma
21-43 VE 44.AYETLER
2795 Okunma
22-45 VE 46.AYETLER
2161 Okunma
23-47 VE 48.AYETLER
1599 Okunma
24-49 VE 51.AYETLER
1437 Okunma
25-52 VE 53.AYETLER
2134 Okunma
26-54 VE 56.AYETLER
1472 Okunma
27-57 VE 59.AYETLER
1395 Okunma
28-60.AYET
1665 Okunma
29-61 VE 62.AYETLER
1685 Okunma
30-63 VE 64.AYETLER
3618 Okunma
31-65 VE 66.AYETLER
2034 Okunma
32-67 VE 69.AYETLER
1722 Okunma
33-70 VE 71.AYETLER
1565 Okunma
34-72.AYET
1993 Okunma
35-73.AYET
1471 Okunma
36-74.AYET
1471 Okunma
37-75.AYET
1545 Okunma

© 2024 - Akevler