MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1385 Okunma
36 VE 37.AYETLER

MUHAMMED SÛRESİ TEFSİRİ - 11

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

إِنَّمَا الحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا يُؤْتِكُمْ أُجُورَكُمْ وَلَا يَسْأَلْكُمْ أَمْوَالَكُمْ(36) إِنْ يَسْأَلْكُمُوهَا فَيُحْفِكُمْ تَبْخَلُوا وَيُخْرِجْ أَضْغَانَكُمْ(37)

 

إِنَّمَا 

(EnNa MAv)

“Gerçekten”

İnnemâ” kelimesi “inne” ve “mâ”dan oluşur. “Mâ” burada nefy “mâ”sı değildir, ondan sonra gelen cümleyi teyit etmektedir. “Mâ” nefy için olsaydı “illâ” gelirdi.

” nedir? “Mâ” “İnne”nin ismidir. Ondan sonra gelen mübteda haber birlikte haberdir. “Mâ hüve, hüve hayatü-d dünya” demektir. O olan var ya, o dünya hayatı lağv ve leibden ibarettir. Gerçekten doğrusu o dünya hayatıdır demektir.

“İnne” ismin başına gelir, kendisini nasb ederse, burada vurgulanan isimdir. “İnne Ahmede âlimün” dersek, Ahmet gerçekten âlimdir. Burada vurgulanan Ahmet’tir, Ahmet’in âlim olması değildir. Oysa “İnnemâ Ahmedü âlimün” dediğimizde, burada vurgulanan Ahmet değil, Ahmet’in âlim olmasıdır. Ahmet mühendistir zanneden kimseye, “Ahmet mühendis değil doktordur” diyeceksen, “İnnemâ Ahmedü tabibün” dersin. Ahmet’in değil de Hasan’ın mühendis olduğunu belirteceksen “İnne Ahmede tabibün” dersin. Tabip olanın Hasan değil de Ahmet olduğunu söylemiş olursun. Bu açıklamamızda şu soru akla gelir; “İnnemâ”da hasr var mıdır? Ahmet tabiptir, başkası değildir. Böyle hasrı kabul edecek olursak dünya hayatı lehv ve laibden ibarettir, âhiret hayatında lehv ve laib yoktur anlamı çıkar. Burada kastedilen odur diyebiliriz. Yoksa dünya hayatı başka bir şey değildir, lehv ve laibden ibarettir ama başka lehv ve laib olan hayat da vardır.

“Bima rahmetin minellahi linte lehum” âyetinde ise rahmet mecrurdur. Yani “mâ” “bi”yi amel etmekten alıkoymamış. Burada ise “el-hayatu” merfudur. Yani mensub olması gerekirken merfu olmuştur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Burada “rahmet” hem lafzen hem de mahallen mecrurdur. Oysa “innemâ”da “hayat” lafzen Mensub, mahallen ismi fail olduğu için merfudur. “Mâ” gelince amel edemediği için nasb olmuştur. Mânâ olarak düşündüğümüzde, “bi rahmetin” olarak düşündüğümüzde, leyin olması Allah’ın rahmeti sebebiyle olur, rahmet leynin sebebi olur, oysa burada leyn rahmetin hikmeti olmaktadır. Allah rahmet ettiği için yumuşamamış, yumuşasın diye rahmet etmiştir.

Burada dünya hayatı olduğu için oyun ve eğlence değildir, aksine dünya hayatı oyun ve eğlence olsun diye var edilmiştir.

الحَيَاةُ الدُّنْيَا

(eLXaYAvTü elDünYAv)

“Dünya hayatı”

Hay” kış uykusundan çıkmış yılandır. “Meyyit” ise kış uykusuna girmiş yılandır.

Hayat” canlılık anlamındadır. “Mevt” ise yokluk değil bekleme anlamındadır.

Otlar ve ağaçlar ilkbaharda canlanır, hayat bulur. Ağaçların yaprakları çıkar, otların ise köklerinden yeni gövdeleri fışkırır.

Neden?

Kış soğuktur, kendilerini korumaları zordur. Yaz da çok sıcaktır, sıcak ülkede susuz kalırlar. Yılanlar da kışın besin bulamadıkları için yarı ölü hâle gelip kış uykusuna girerler. Yazın ise canlanıp hayatlarını sürdürürler, çoğalırlar. Aslında tohum da böyledir. Kök ve yaprakların muhafazası zor olduğu için tohum içine tüm bitki sıkıştırılır, kış uykusuna terk edilir, mevt hâline getirilir. Çimleneceği yere taşınınca, mevsimler de uygun olunca, orada yeniden hay hâline gelir. Yani bitkilerin köklerden dirilmeleri veya tohumdan çıkmaları aynı şeydir. Mevtten hayata geçmedir.

Allah hayyun layemuttur, yani kış uykusu olmayan bir diriliş ve haydır.

Aslında uyku da bir türlü mevttir.

Dünya deni yani yakın demektir. “Edna”nın müennesidir. En yakını demektir. Öldükten sonra dirileceğiz, ikinci derecede yakın hayatımız olacaktır. Bu arasat meydanı dediğimiz cennet veya cehenneme girmeden önceki hayatımızdır. Orada da belki buradaki hayatımız kadar elli-yüz sene yaşayacağız. Buradan farkı; cennetlik olsun cehennemlik olsun bütün atalarımız ve bütün torunlarımızla, yani bütün insanlarla beraber olacağız. Dünyada yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. Burası da denidir ama burası daha yakındır. Ondan sonra cennet veya cehenneme gidecek, orada uzun zaman kaldıktan sonra oradan da başka yere gideceğiz. İşte bu sebeple “dünya” denmektedir.

Bizim daha önce de hayatımız vardı. Hz. Adem’den beri anne babaların sülbleri ve teraibinden atlaya atlaya geldik. Biz o zaman bilinçli değildik, şimdi bilinçliyiz.

Acaba ilk yaratılışımız ne zaman başlamıştır?

Bedenimiz dünyaya genle geldi. Ondan önce ilk yaratılan tek hücrede idik. O da kâinatın bir yerinde vardı. Oradan dağıldık.

Demek ki biz bugüne gelinceye kadar hep vardık. Şimdi o eski günlerimizi hatırlayamıyoruz. O zaman da şuurlu olduğumuzu “elestü birabbiküm” âyetiyle anlıyoruz. Nasıl uykuya daldığımızda artık bir şey hatırlayamaz ama uyanınca eski şeyleri hatırlayacaksak, âhirette dirildiğimiz zaman da ölümden önceki hayatı, hattâ “elestü”den beri gelen hayatımızı bileceğiz.

Bizi ve kâinatı bu dünyaya hapsedilmiş görmek dar görüşlülüktür. Hinduların tenasuh anlayışı bu görüşün değiştirilmiş bir şeklidir. Doğru bir yanı vardır. Burada dünyamızın ismi tafdil kalıbı ile adlandırılması üzerinde durursak bunları görürüz.

لَعِبٌ وَلَهْوٌ

(LaGıBun ve LaHVun)

“Laib ve lehvdir.”

Kur’an’da “lehv” ve “laib” kelimeleri geçmektedir.

Laib” nedir, “Lehv” nedir?

Laib” oyun demektir. Oyun bedenin eğitim aracıdır. Çocuklar oyun oynayarak bedenlerini eğitir, büyüdüklerinde iş yapar hâle gelirler. Birlikte oynayarak beraberce iş yapmayı ve yaşamayı öğrenirler. Kızlar bebek büyütürler, erkekler kama kılıç oynarlar. Çocuklar oyuncakları çok severler. Hiç dikkat ettiniz mi; daha bir yaşındaki çocuk bile bilgisayarla uğraşmaya başlar.

Bu beden eğitimi kuşlarda ve memelilerde de vardır.

Allah bizi dünya hayatına getirmiştir. Burada oynayalım ve yetişelim de âhiret hayatına gittiğimiz zaman oraya uyumlu hâle gelelim. Biz sizi dünya hayatına getirdik, burada oynayasınız da yetişesiniz ve âhirete olgun hâle gelesiniz diye, buyuruyor Allah.

Oyun oynanır ama sonunda bir şey elde edilmez. Kız çocuklarının evcilik oyunlarında gerçek bebek doğmaz veya erkek çocuklarının kama-kılıç-kalkan oyunlarında kimse kimseyi öldürmez. Oyun orada oynanır ve orada biter. Bu dünya hayatı da böyledir. Burada ürettiğim hiçbir şey âhirete gitmeyecektir. Bedenî kabiliyetimiz gitmeyecektir. Sadece âhiret hayatı için eğitilmiş olacağız. Şoför eğitim pistinde çalışanlar sonunda sadece bilgi alırlar ve giderler. Hiçbir şey alıp götürmezler.

Burada eğitimin ne olduğunu da öğrenmemiz gerekir. İnsan dışarıdan uyarılar alır, kâinatı öğrenir. Beyinde kâinatın modelini oluşturur, sonra bununla bedenine haberler göndererek ona istediğini yaptırır. Yaptırdığını görür tekrar ileri yaptırıma geçer. Bütün bunlar olurken insanın ruhu bunun bazılarından haberdardır. Freud buna ‘bilinç üstü’ demektedir. Birçok olaylar cereyan eder. Ama bizim ruhumuz ondan habersizdir. Mesela, saniyede bir kalbimiz atar ama biz bundan habersiziz. Bileğimizdeki atardamara parmağımızı koyduğumuzda nabız atışımızdan haberdar oluruz. Uyur gezerlerde beyin çalışır ama ruh onu takip etmez. Alt hafıza da almazsa sonra hatırlayamaz. Bir kısmını ise ruh takip eder ve hafızadan çağırarak görebilir. Bilgisayarda biz ne isek ruhumuz da beynimizdeki bilgisayarın aynısıdır. Beyin bilgisayarı ruhumuzun şifresi ile yalnız ruhuna açılmaktadır. Başka ruhlar girememektedir.

Bedenî eğitimden maksat beynimizden çıkan elektrikî sinyalleri hücrelerimizin DNA’ları ile oluşmuş maddi mekanizmanın algılaması, bunların anlaşmasıdır. Demek ki bizde iki defa değişim olmaktadır. DNA’larla oluşturulmuş hücrelerde elektrikî sinyaller üretilmektedir. Beyindeki bu sinyaller ruha ulaşmaktadır. Orada elektrikî dalgaların ötesinde ışıktan daha hızlı dalgalarla ulaşmaktadır. Bugün bu dalgalar bilinmektedir, hızları hesaplanmaktadır, ölçülmektedir. Dalgalar da maddenin dalgası olmaktadır. Sonra ruhlardan gelen emirler beyinde elektrikî sinyallere dönüşmekte, oradan da hücredeki maddi yapıya ulaşmaktadır. İşte laib de sağlanan bu  periyodun sağlıklı çalışmasına bedeni alıştırmadır.

Bugün oyunlara henüz kıymet vermemekteyiz. Bu konuda henüz ilkel bir durumdayız. Oysa gelecekte oyunlar okul olacaktır. Gerek bahçede oynanacak oyunlar, gerekse bilgisayara konacak oyunlar, belki de başka bir okullu eğitime ihtiyaç bırakmayacaktır.

Lehv” kelimesi de ses çıkaran araçların adından gelmektedir. Ağızdan çıkarılan konuşma dışında sesler vardır. Yahut kamışa üfürülerek ses çıkarılır. Davula vurulur ve ses çıkarılır. Gergin tellerle saz sesleri üretilir. Yahut doğrudan koro halinde şarkı söylenir, ilâhi söylenir, mevlit okutulur, Kur’an okunur.

Bunlara neden ihtiyaç vardır?

Değirmenin oluğundan tahıl aksın diye oluğu sarsan bir araç koyarlar, o araç haznedeki tahılları değirmen taşlarının arasına tane tane akıtır. Bir sepete veya çuvala bir şeyler doldurduğunuzda, onların iyice yerleşmesini sağlamak için onu sarsarsınız.

İnsan vücudu hücrelerden oluşur. Hücrelerde sitoplazma vardır. Kanın vücudumuzda dolaşımı gibi hücreler de devamlı hareket hâlindedir. Bunlarda bazen takılma olur. Hücrelerin sesle uyarılması gerekir. Cırcır böcekleri bunun için sabahtan akşama kadar öterler. Kurbağalar bağırıp dururlar.

İnsanın da böyle müziğe ihtiyacı vardır. İnsan bedenine en şifalı ses yine kendi sesidir. İşte şiir okuduğunuz zaman bunun için hoşunuza gider. En tatlı ses “r l n m” yani titrek harflerdir. Çocuklar bu harflerden biriyle uyutulur. Değişik yörelerde değişik ninniler vardır. “Ru ru ru” derler, “la la la” derler, “ni ni ni” derler, “mi mi mi” derler. “Allah” kelimesi böyle tekrar edilince la la olmuş olur. “Lailaheillallah”da hep leler geçmektedir.

Bu ninni sesi yalnız sitoplazmayı harekete geçirmez. İnsanın sinir hücreleri vardır. Birçok elektriki iletken tellerden oluşur. Bunlar zaman zaman kopar veya takılır. Sesle uyardığımızda bir daha birbirine yapışır. İşte Türkçede zikir dediğimiz tesbih de budur. “Sübhanellah, sübhanellah” derken sinirlerin sağlıklı çalışmasını sağlarsınız.

Namazda, ayakta iken kanınız aşağıda başınız yukarıdadır. Rükua varırken de kalbinizle başınız aynı hizadadır. Secdeye varırken kalbiniz yukarıda, beyniniz aşağıdadır. Böylece beyindeki basıncı artırmış ve beyninize kan akıtmış olursunuz. Bu arada yaptığınız tesbih ve dualar beyindeki kılcal damarlarda hareketlere kolaylık sağlar.

Demek ki tüm canlıların ve insanların müziğe ihtiyacı vardır. ‘Müzik ruhun gıdasıdır’ sözüne de gelmeliyiz ve bu vesileyle bu sözü de hatırlamalıyız.

İşte insan beyninde bunlar olurken ruh da bunları takip etmektedir, hoşlanmakta veya istemektedir.Yani beden düzenlenirken ruh da eğitim almaktadır. İnsan aldığı seslerle hissî bağ kurmaktadır. Bu bağ ruhi bir bağdır.

Fikirlerimizi kelimelerle ifade ederiz, hislerimizi sanatla alırız ve sanatla ifade ederiz.

Bütün bunlar eğitimdir, cennette anlaşmamız için gereklidir.

İşte, Allah bizi bu dünyaya yetişmemiz için getirmiştir.

Yetişmemiz de beden eğitimi ve ruh eğitimi ile olmaktadır.

Beden eğitimi “laib”dir. Ruh eğitimi de “lehv”dir.

En çetin oyun gerçek savaştır. Gerçek savaşa katıldığımız zaman ciddi eğitim görmüş oluruz. Ciddiyet ölüm korkusu ile doğar. Savaşanların ruhları yücelmiş olur. Bugünkü uygarlıklar hep insanlar savaşmak zorunda kaldıkları için doğmuştur.

İnsanları uygarlaştıran yarıştır.

Bunlar şunlardır.

  1. Savaşta yarış,
  2. Kazanmada yarış,
  3. Eş bulmada yarış,
  4. Dayanışmada yarış.

Savaş bunların en korkuncudur ve en etkilisidir. Savaşta ganimet vardır. Savaşta kölelik ve cariyelik vardır. Savaşta örgütlenme vardır. Örgütlü olanlar kazanır. Savaşsız dünya ciddi dünya değildir.

Bu sûre savaşla başladı ve burada da hayatın felsefesini vermiş oldu.

Dünya hayatı “oyun” ve “eğlence”dir.

Oyun” kazanma üzerine kurulmuştur, kazanma esasına dayanır.

Eğlence” ise insanları savaştan uzak tutma, uyuşturma ve uyutmaya dayanır.

Hep “savaş” ile sonuç alınamayacağı gibi hep “uyuşukluk” da bize bir sonuç getirmez.

Kur’an’daki her “kelime” birer akademik “doktora” konusudur; birbirleri ile eşleştirilmiş iki kelime de ayrıca “doktora” konusudur. Herkes Kur’an’la meşgul olmalıdır. Böyle özel çalışmalar başlamalıdır. Tarihteki Bağdat medreselerine ve onların fonksiyonlarına ancak o zaman ulaşmış oluruz.

وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا

(Va EiN TuEMiNUv Va TatTaQUv)

“Ve emniyete alırsanız ve ittika ederseniz.”

Dünya hayatı laib ve lehvden ibarettir. “Oynamaya ve eğlenmeye başlayın” cümlesi burada mahzuftur. Buradaki “Ve” mahzuf olan bu cümleye atfedilmiştir, yoksa “Fa” ile başlaması gerekirdi. Eğer siz, size emrolunduğu gibi oynar ve eğlenirseniz, sizin ücretiniz verilecektir. Çocuklar oyun oynarken ne için oynadıklarını bilmezler. Siz de böyle bilinçsiz oynamayın. Niçin bu dünyaya geldiniz de oynamaya ve eğlenmeye tâbi tutuldunuz?

O şöyle anlatılmaktadır.

Görevimiz asker olarak insanlığın güvenini sağlamaktır. O halde insanlığı güven içine alınız, güveni sağlayınız. Siz bunu yaparken aynı zamanda kendinizi yetiştirmektesiniz. Askeri düzen oluşacak, birbirine dayanışacak, emir komuta zinciri içinde savaş kazanılacak.

Savaşın dört kuralı vardır.

  1. Savaşta kim galip gelirse haklı odur.
  2. Savaşta kural değil emir-komuta esastır. Sen savaşı kazan da nasıl kazanırsan kazan; çünkü mağlubiyetin ve ölümün ötesinde köy yoktur.
  3. Savaşta ortak sorumluluk vardır. Ayrı ayrı işler yapmaktan çok birlikte iş yapma asıldır. Birinin zaferi hepsinin zaferidir, birinin kusuru hepsinin kusurudur. Bundan dolayı birlikte ceza çekerler.
  4. Savaşta sonuçtan sorumluluk vardır, davranışlardan değil.

Bu kurallar içinde askeri birlikleri kuracak ve savaşacaksınız. Sonuçta ölseniz bile siz eğitilmiş olacak ve âhirete yetişmiş olarak geleceksiniz demektir. O kadar ki, şehit olanlar âhirette sorgusuz sualsiz cennete gireceklerdir. Geçiş dönemi onlar için olmayacaktır, onların günahları ve sevapları tartışılmayacaktır.

Şimdi, yukarıda anlattığımız “iman”ın yanında, âyet “takva”yı da zikretmektedir.

Takvanın da tam tersine dört kuralı vardır.

  1. Takvada haklı kim ise kuvvetli odur. Mü’minler haklıyı kuvvetli kılarlar. Kimin haklı olduğuna hakemler karar verir. Hakem kararlarına herkes teslim olur. Teslim olmayanları ise mü’minler (silahlı güç) etkisiz hâle getirir. Haklıyı kuvvetli kılanlara mü’minler diyoruz.
  2. Takvada üstün asta emri yoktur. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder ve kurallara uyar. Kural dışına çıkma konusunda üstlerine değil hakemlere karşı sorumludurlar. Herkes kurallara uymak zorundadır. Üst ve ast yoktur, veli vardır. Veli demek, sırt sırta verenler demektir. Hukuk düzeninde başkan da kapıcı da aynı hak ve yetkilere sahiptir.
  3. Takvada ortak sorumluluk yoktur. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yaptığının hesabını hakemlere kendisi verir.
  4. Nihayet takvada sorumluluk sonuçlardan değil davranışlardan olmaktadır. Sonuç ise takdir-i ilâhi olarak kabul edilir.

Peki, bu iki zıt durumda insan hangisi olacaktır?

“Müslimler” takva ile mükellef olup iman ile mükellef değildirler.

“Mü’minler” ise savaşta iman ile barışta takva ile mükelleftirler.

Askeri mıntıkada iman ilkeleri geçerlidir.

Sivil yerlerde ise takva ilkeleri geçerlidir.

Yine burada da “takva” ile “iman” ayrı ayrı akademik “doktora” tezidir. Bir de ikisi arasında mukayese için üçüncü “doktora” tezinin yapılması gerekmektedir.

يُؤْتِكُمْ أُجُورَكُمْ

(YuETiKuM EuCUvRakuM)

“Ücretlerinizi verir.”

Ücretlerinizi kim verir?

Allah verir.

Ücretleri Allah kendisi mi verir, yoksa halifesi olan topluluk mu verir?

Bundan önce, öldükten sonra Allah’ın onları mağfiret etmeyeceğini bildirmiştir. Yani âlemlerin rabbi olan Allah’tan bahsedilmiştir. Burada fiilin tahtında müstetir (saklı) olan zamir ona aracı olduğu için ücreti verecek olan âlemlerin rabbi Allah’tır. Âhiretin ücretini vaat etmektedir. Bu dünyadaki ganimetlerden söz etmemektedir.

Burada mü’minlerden istediği iki şey var; güven altına almak ve ittika etmek. Mü’minler için ittika adaletle davranmaktır.

İşte, devletin iki görevi vardır.

Biri; iç ve dış güvenliği sağlamaktır. Bu askeri kurallarla sağlanır. Düşmanlara karşı böyle davranılacaktır.

Diğeri ise; ülke içerisinde barışı sağlamadır, ülkeye şeriatı hakim kılmadır.

Bugün devletimiz güvenliğimizi sağlamaktadır ama adaleti tesis edememektedir. Kırk yıl süren mahkemelerin ve davaların adalet dağıtması sözkonusu olamaz, elbette. Ağır vergiler ve sosyal mükellefiyetler altında ezilen işverenler vergi kaçırmak zorunda kalıyorsa, elbette adaletten bahsedilemez. Bu arada vergi kaçıramayanlar eziliyor demektir.

O halde AK Parti iman ediniz emrini yerine getiriyor ama ittikada yani adalette bir şey yoktur. Millî Görüş ve Adil Düzen gömleği bunun için çıkarılmıştır. Kendisi rüşvet almıyor ama alanların rüşvet almasını da kendisine dert yapmıyor.

Ordumuz görevini yerine getirdiği için biz onlara karışmayacağız.

Ordunun lehine bazı değişiklikler yapacağız.

  1. Cumhurbaşkanı askerlerden seçilecek.
  2. Ordular doğrudan cumhurbaşkanına bağlanacak, başkomutan cumhurbaşkanı olacak. Genel kurmay başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları kurmay seviyesine indirilecektir.
  3. Başbakanı cumhurbaşkanı atayacak, ondan sonra sivil yönetime karışmayacak; başbakan da askerlerin işine karışmayacak. Cumhurbaşkanının başkanlığında ve hakemlerin denetiminde askerler askeri işleri yapacaklar, siviller sivil işleri yapacaklardır.
  4. Orduların bütçeleri anayasada oluşturulup tesbit edilecek, askeri bütçeler parlamentonun atıfetinde olmayacaktır.
  5. Ordu da demokratik yoldan oluşacaktır. Şöyle ki, erler ordularını seçeceklerdir. Ordu içinde de ast üstü seçebilecek, değiştirebilecektir. Böylece ordu oluşurken tam demokrasi içinde oluşacak, sadece çalışırken kayıtsız şartsız askeri düzende olacaktır.
  6. Ordu da demokratik yoldan oluştuğu için parlamento ile eşit seviyede olacaktır. Başkan ve hakemler aralarındaki dengeyi kuracaklardır.
  7. Silahlı güçler sadece hakem kararlarını yerine getiren güç olacaktır. Savaş da ancak hakem kararları olunca meşru olur.

وَلَا يَسْأَلْكُمْ أَمْوَالَكُمْ (36)

(Va LAv YaSEaLKuM EaMVAvLaKuM)

“Mallarınızı sual etmemektedir.”

“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını satın almıştır” deniyor.

Şimdi de burada “sizden mallarınızı istememektedir” deniyor.

Evet, savaşan insanlar canlarını Allah için verdiklerinde artık onlardan mal istenmemektedir. Napolyon “savaş kendi kendisini finanse etmelidir” diyor. Asker olanların ayrıca mal ile katılmaları gerekmez.

Bu bize şunu ifade eder. Ordu kendi kendisini besleyebilmelidir.

Ordunun gelirleri neler olacaktır?

a) Müslimlerden alınan askerlik bedelleri. Mü’minler bedenen iştirak ederler, müslimler ise bedel verirler. Biz bunu hep söylüyoruz. Ama deliliniz nedir deseydiler, biz onlara bu âyeti okuyamazdık. Şimdi bunun mânâsı bize yeni vahyolundu.

b) Güvenliği sağladığı için devlet bütçesinden aldıkları beşte birler.

c) Gümrük gelirleri.

d) Askerler orduda çalışırlar ve kendi ihtiyaçları için üretirler.

Dolayısıyla askerlerden herhangi bir ücret alınmaz.

Bu âyet çok açık olarak bunu ifade etmektedir.

Kur’an’da zıt ifadeler vardır. Bunlar mânâlandırılırken duruma göre biri bir yerde, diğeri diğer yerde mânâlandırılır. Örnek olarak; “erculeküm” ve “ercüliküm” kıraatlerinden birisi “gasil” için birisi “teyemmüm” için mânâlandırılır. “feyetharu” ve “feyettahharu” âyetlerinde birisi hayızın kesilmesini diğeri hayız günlerinin tamamlanmasını ifade eder. Tamamlanmamışsa, yıkanmadan evvel cinsi ilişki kurulamaz. Tamamlanmışsa, on gün dolmuşsa kurulabilir. Yıkanması hâlinde müddetin tamamlanmasını beklemesine gerek yoktur.

Burada da; sizden mallarınızı istemiyor, Allah yolunda infak etmenizi istiyorum mânâsı budur.

Sual etmek” sormak anlamına geldiği gibi istemek anlamına de gelir. “Talep” kelimesi ile de anlam yakınlığı vardır. “Talep etmek” arzulamak demektir, öyle olmasını istemek demektir.

Sual” ise birisinden bir malı ve görüşü talep etmektir. Karşı taraftan ya mal istersiniz ya da cevap istersiniz. Türkçede “sormak” kelimesi kullanılmaktadır. “Sarmak, sermek” kelimeleri ile ilişkili olmalıdır. Arapça dili Hz. Adem’in dilinden gelişmedir. Oysa Türkçe sonradan başka dillerin etkisinde gelişmiştir. Her zaman kök mânâsını bulmak mümkün olmaz. “L” harfi “R” harfine en yakın harftir. “Sormak” da “selmek” yani “sual etmek”le aynı kökten gelmiş olabilir.

***

إِنْ يَسْأَلْكُمُوهَا

(EiN YaSEaLKuMUvHAv)

“Onu sizden sual etse.”

Bu cümle şart cümlesidir. Cevabı bundan sonra gelecektir.

İsteyecek olsa durumunuz ne olacaktır?

İnsanlardan yapamayacakları şeyleri talep etmeyeceksin. O takdirde onu yapmazlar ve sonunda karşı çıkarlar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve tüm dünya kanun sistemi ile yaşıyor. O kadar çok kanun vardır ki, insanlar ömür boyu bunları okumak bir yana, bu kanunların sadece sahifelerini çevirseler, bitiremezler. İşte, o zaman ne yaparlar? Kimse kanun okumaz; ne uygulayanlar, ne hakimler, ne de halk, hiç kimse kanun okumaz! Belledikleri birkaç maddeyi ezberler, onların etrafında dönüp dururlar! Hakimler olaylara kanun maddelerini tatbik etmezler, olayları maddelere uydururlar. Avukatlar bu duruma ses çıkaramaz, çünkü o zaman bütün davaları kaybederler. Vatandaş zaten bu incelikleri anlamaz. Hakimler de haklı; günde otuz davaya bakacak, sonra da kanun okuyacak, olaylara madde bulacak!

Bunun gibi; vatandaştan eğer kaldıramayacağı vergi isterseniz, o zaman o da vergisini kaçırır.

İşte bu durumdan dolayı “Adil Düzen” gelmeden yapılan her hareket mazurdur.

Biz bugün suç işleyenleri cezalandıralım demiyoruz. O bugünkü yönetimin işidir. Biz vatandaşı suç işlemeye mecbur eden düzeni düzeltelim diyoruz. Kur’an da işte bunu söylüyor. Önce cihat edin. Önce düzeni düzeltin. “Adil Düzen”i getirin. Ondan sonra vatandaştan, yöneticiden, sivilden, askerden doğru hareket etmesini isteyin.

R. T. Erdoğan’ı suçlayanlar şunu unutuyorlar; siz de orada otursanız, onun yaptığından başka bir şey yapamazsınız. Onun suçu belki oraya gelmesidir. Belki de suçu zulme teslim olmasıdır. Bunları kritik edebilirsiniz ama niçin öyle yaptığını söyleyemezsiniz. Siz de o makama talip iseniz ağzınızı açmaya hakkınız yoktur. Sen günah işleme, ben işleyeyim diyorsunuz demektir. Yahut sen yeme ben yiyeyim diyorsunuz.

Bugün Türkiye’de bu düzen içinde iktidara talip olmak bir mü’min için mümkün değildir. Düzeni değiştirdikten sonra talip olunur. Parti iktidara gelmek için değil, düzeni değiştirmek için oluşturulur. İktidara gelmeden nasıl değişecek derseniz; halk kendi düzenini, çalışma ve yaşama düzenini değiştirince, iktidardakiler de kendiliğinden değişir.

فَيُحْفِكُمْ

(Fa YuXFıKuM)

“İhfa ederdi.”

Hafa” kelimesi çıplaklık demektir. Çıplak ayaklı olmak demektir.

Haf etmek” tıraş olmak demektir.

Hafi” demek, kapalı olanları ortaya çıkaran demektir. Keşfeden alim demektir.

Kur’an’da üç yerde geçmektedir. “Senden saati sorarlar, sanki sen onu ortaya çıkaracak bir alimsin” denmektedir.

Hafi” mütehassıs anlamındadır. Sen onun mütehassısı mısın? anlamındadır.

Hz. İbrahim babasına; senin için istiğfar edeceğim, rabbim benim hafimdir, beni ortaya çıkarandır. Yani ben O’nun emri ile hareket ediyorum, bunları kendiliğimden söylemiyorum. Burada if’al bâbı getirilmiştir. Oysa hafi zaten bilen, sırları ortaya çıkaran anlamında müteaddidir. İsteseydi sizi zorlardı, sizi açıkta bırakırdı anlamındadır.

“Yuhfi”deki “Fa” harfi cevap “fa”sı değil, atıf “fa”sıdır. Cevap “fa”sından sonra cezimli gelmez. “İn ci’te ükrimüke” dersen, “fe” getirsen “fe ükrimüke” dersin. Burada ise hazfedilerek atfedilmiştir. Sizden isteseydi de örtünüzü ortadan kaldırsaydı, o zaman siz bahil olurdunuz denmektedir. Burada sual ihfanın sebebidir. Sizi zorlasaydı anlamına gelir.

Topluluklara konacak kurallar onların kolayca yapabilecekleri şeyler olmalıdır.

Türkiye’de yapılacak ilk iş mevcut olan kanunları emredici, değil tamamlayıcı hâle getirmektir. Ceza kanununu kurallara bağlamak gerekmektedir.

Önce, işlenmiş bedeni suçların cezası kısastır. Kasten biri diğerine müessir fiil işlese, onun karşılığı aynı fiilin ona da işlenmesidir. Hata varsa, denklik sağlanamıyorsa, kişi terk edip o ilçeden gitmişse, yahut mağdur tarafı affetmişse, o zaman ceza diyete dönüşür.

Yapılan hakaretlere karşı ise sopa cezası uygulanmaktadır. En ağır ceza zina iftirasına verilir. Cezası seksen sopadır. Diğer hakaretler ona kıyas yapılır. Zina, hırsızlık ve yol kesmenin cezaları da belirlenir. Hepsi kıyas yoluyla ortaya konur. Hakemler de bu kıyası yaparak ceza verebilirler.

Bundan sonra vergiler sadeleştirilmeli, basitleştirilmelidir.

“Adil Düzen” işte bunları getirmektedir.

Tüm ülkede bunların birden uygulanması mümkün değildir.

Yapacağımız iş “yerinden yönetim”i getirmektir.

Türkiye’yi on bine yakın bucağa ayıracağız, her bucağı bağımsız hâle getireceğiz. Her bucak kendi kanunlarını kendisi yapacaktır.

Biz de Kur’an’a göre bir bucak kuracağız. İsteyenler bucağımıza gelecek, isteyen terk edip gidecektir. Bucak bin hanelik olacak, “kooperatif” hâlinde oluşacaktır.

İşte burada “Adil Düzen”i kuracağız.

Sonra ne olur?

Biz başardıkça herkes bize benzer bucaklar oluşturur. İller bu bucaklardan oluşur. Devlet de zamanla tamamen ve bir bütün olarak “Adil Düzen”e geçmiş olur.

Cihat neyin cihadıdır?

Çok açık ve seçik olarak görülüyor ki; cihat “Adil Düzen bucaklarının kurulmasına imkan verme cihadı”dır.

Bunu nasıl kurabiliriz?

“Adil Düzen”i kurmak isteyenler birbirlerini tanırlar, bilirler.

Biz bunun için kooperatif/ler (İzmir ve İstanbul’da) kurmuş bulunuyoruz...

Bunun için vakıflar kuracağız, dernekler kuracağız, sendikalar kuracağız...

İktidar olmak için değil de; bin hanelik bir kooperatif kurabilmek için; belediye başkanlığına talip olmalıyız, başbakanlığa talip olmalıyız ama sadece ve sadece bir Adil Düzen bucağını kurmak için bunları yapacağız.

Bu âyet bizim geçmişte yaptığımızın doğru olduğunu belirtmektedir. Önce cihat yapıp siyasi ve sosyal hürriyetimizi elde edeceğiz. Ondan sonra ekonomik kuruluşlara geçeceğiz.

Biz Akevler olarak erkenden işe başladık, kışın ortasında sebze ektik. Kökleri kurumadı ama meyve vermedi. Ne var ki onunla yetinmedik; Gülen hareketini de destekledik, Erbakan’ı da destekledik. Bunlar hep cihadımızın birer parçasıydı.

تَبْخَلُوا

(TaBPaLUv)

“Buhl ederdiniz”

Şart cümlelerinin cevabıdır; “Fa”sız cevabıdır. Her sualde buhletmezsiniz, sadece o şartlar altında, zalim düzende talep ederseniz buhledersiniz.

Buhletmek” ne demektir? Buhar, buğu demektir. Bir şey istediğinizde başından dumanlar çıkar, yani sıkılırsınız. İnsanların bir kısmı verdikçe, yedirdikçe hoşlanırlar, zevk alırlar. Kimileri de bir şey verince canları onunla gider. Bahl yoksulluk korkusundan gelebilir, şimdi verirsem sonra aç kalabilirim der.

Bahl” kelimesi Kur’an’da hep yerilerek kullanılmaktadır.

İnsanları buhla zorlamamak gerekir. Günümüzde kazanmak ve kaybetmek, kumar gibidir. Bu şartlar altında insanların cömert olması da çoğu zaman savurganlık şeklini almaktadır. Mü’minlerin buhldan kurtulmaları ancak “Adil Düzen”e geçmeleri ile mümkündür. Adil Düzen Çalışanları önce “Adil Düzen”i çok iyi bir şekilde öğrenmelidirler. “Adil Düzen”i bilen ve yaşamak isteyen on kadar aile bir araya gelmelidir.

Biz Yenibosna’da, Zafer Mahallesi, Coşarsu Sokak’ta böyle bir kuruluşu gerçekleştirmek için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Henüz on aile olamadık.

Tüm Adil Düzen Çalışanlarını buraya davet ediyoruz; gelin, katılın. Önce bir bakkalı (Akevler Milad Market) çalıştıralım. Mobilya üretim ve pazarlama işletmesi olarak askı dolabı işini yapalım. Üzerinde denemeler yaparak “Adil Düzen”i öğrenelim.

Ondan sonra yüz hanelik bir site kuralım. Orada bir semtin nasıl kurulacağını öğrenelim. Sonra da bin hanelik bir site kuracağız; kooperatif olarak kuracağız.

Tapuların tamamı kooperatifte olacaktır.

Hakemler sistemi ile “Adil Düzen” bağımsız hâle gelmiş olacaktır.

Önce ortaklarımıza kazandıracağız, sonra onlardan katılmalarını isteyeceğiz.

Önce bedenen çalışacak ve “Adil Düzen”i öğreneceğiz; sonra uygulayacağız.

En sonunda bütün insanlığı “Adil Düzen”e kavuşturacağız.

وَيُخْرِجْ أَضْغَانَكُمْ

“Va YuPRıC EaWĞAvNaHuM)

“Ve dığnlarını ortaya çıkarır.”

Dığn” halktan sakladığımız öteberi şeylerdir.

Çirkin şeyleri görünmesin diye örteriz. Aslında onlar kötü şeyler değildir, suç eşyası değildir ama halkın onları görmesi onları rahatsız eder, bizden de onları kaçırır. Onun için biz onlara saygımız olsun diye o şeyleri onlardan gizliyoruz. Bazı fikirlerimiz de böyledir. Karşıdakileri rahatsız eder diye onları gizleriz. Dığnların açığa çıkması iyi bir şey değildir. İşte bunun için Allah dığnlar ortaya çıkmasın diye mallarımızı istememektedir.

Biz bu seminerlerimizi “Adil Düzen”i kuracaklara yardımımız olsun diye yapıyoruz. Şimdiye kadar her konu üzerinde duruyorduk. Bundan sonra sadece Kur’an’a göre “Adil Düzen”in ne olduğunu ortaya koymak için çalışacağız. “Adil Düzen”e nasıl gidilecek; sadece bunun üzerinde duracağız. Çünkü insanlığın acil olarak ihtiyacı bunadır.

Bu sûre savaşla başladı. Sonra savaş meşru edilince bir kısmının hoşlanmadığından bahsetti. Baştan beri anlatırken hep yaşadığımız güne göre yorumladık. Bugün savaş olmadığı halde âyetleri yine bugüne yönelttik. Şimdi bu sûreyi başka bir gözle ele alalım.

Önce Türkiye’de demokrasi vardır. Dört senede bir seçimler olmaktadır. Parti kurduğunuzda iktidar olabiliyorsunuz. O halde Türkiye’deki cihat kanlı savaş şeklinde olamaz. Türkiye’deki cihat savaşla değil barışla sağlanacaktır. Bu sûredeki mânâları onun için savaşa kıyas ederek barış içinde yorumladık.

Kur’an diyor ki; kötülüğü en iyi şekilde def et. Eğer kötülüğün seçimle def edilmesi mümkünse savaşla def edilemez. Bu bakımdan Türkiye’de asla savaş meşru değildir. Türkiye’de yasalar İslâmiyet’e ve şeriata mâni değildir. Türkiye’de dinin istismarı yasaktır. Yoksa İslâm düzeni getirmek yasak değildir. Hiçbir kanunda ne İslâm ne de düzen yasaktır. Anayasanın din ile ilgili 24’üncü maddesi de dini siyaseti yasaklamıyor.

“Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

  1. “Devletin” denmektedir. “Kanunun” veya “halkın” denmemektedir. Dolayısıyla yerel yönetimleri içermediği gibi özel sektörü, halkı da içermez.
  2. “Temel düzeni” denmektedir. “Düzeni” denmemektedir. Yani anayasanın değişmez maddelere aykırı düzen değişikliği yasaklanmaktadır. Mesela Türkiye dini devlet olsun denemez, yani din adamları yönetsin denemez. Yahut din adamlarından fetva alınarak kanunlar çıkarılsın kuralı getirilemez. Ekseriyetin isteği olduğu için İslâmî düzen olabilir. Yoksa İslâmiyet’in bir imtiyazı yoktur.
  3. “Kısmen de olsa” düzen laik olacak ama İslâm dininde olanlar laik olacak gibi kayıtlanmış ve dinin denetimine verilmiş bir düzenin istenmesi yasaklanmıştır.
  4. “Dini, din duygularını veya dince mukaddes sayılan şeyleri…” Burada dini fikriyat yasaklanmıyor, din yasaklanmıyor; sadece inanç ve dini hislerin propagandası yasaklanıyor.
  5. “İstismar edemez” veya “kötüye kullanamaz.” “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz” deniyor. İkisi birden olmalıdır. Çıkarın olmadan bir dinin istediğin kadar medhini yapabilirsin, istediğin kadar da aleyhinde konuşabilirsin. Veya bir dine hizmet ederken çıkar temin edersin. Yasak olan onu kötüye kullanmadır. Kötüye kullanma ise başkasına zarar vermedir, devlete zarar vermedir.

Kaldı ki, bugün 163’üncü madde de kalkmıştır. O halde Türkiye’de artık dinî faaliyetler tamamen serbesttir. Kimse din hürriyeti gelsin diye devletimizin rejimini değiştirmeye kalkışamaz. Kaldı ki İslâmiyet’te savaş ancak hicret ettikten sonra meşrudur. Hem bu ülkede yaşayacağım, hem de bu ülkeye karşı savaşacağım; bu mümkün değildir.

O halde bu sûreden nasıl yararlanacağız?

Bu sûreden ancak savaş yerine cihattan yararlanacağız. Yani cihat edip barış içinde “Adil Düzen”i getireceğiz. Anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk ama “Adil Düzen”i getiremedik. Bu bizim eksikliğimizdir. Yaptığımız mücadele sonunda Türkiye’ye demokrasiyi ve laikliği getirdik. Artık kim oy alırsa o iktidar oluyor. İktidarlar muktedir de olmaya başlamıştır. Ordumuz bizim yanımızdadır. Üniversite yanımızda yer almaya başlamıştır. Yargı da artık millî iradeye evet diyor. Sorunumuz yoktur.

Sorunumuz nedir?

Sorunumuz bizim beceriksizliğimiz, başarısızlığımızdır. Artık Türk halkı harekete geçecek ve “Adil Düzen”i öğrenmeye çalışacak. Kendi şahsi hayatında, ailevi hayatında uygulayacak. Kendi iş hayatında uygulayacak. Partilerimizi “Adil Düzen”e zorlamalıyız.

Bir hususa yine temas etme zorunluluğu vardır. İstiklâl Savaşı’ndan sonra ordumuz hep müdahale etmiş, bugüne kadar İslâmiyet’e karşı tavır takınmıştır.

Bunu niye yapmıştır? Çünkü Dünya yek vücut olmuş ve tekel sermayenin emrine girmişti. Tekel sermaye de Türkiye’nin dinsizleşmesi ve devletimizin yıkılmasını istiyordu. Bizim gücümüz o gün onlara karşı yetecek seviyede değildi.

Ne yaptık?

Onlara uyar görünerek zaman kazandık.

Geçmişteki olaylar bundan başka bir şey değildir. Gelecekte de ordumuzun böyle eğilimleri tanımaması için ordumuzu güçlendirmeliyiz, çok çok güçlendirmeliyiz. Onu yıpratmamalıyız. O zaman ordumuz bizim yanımızda olacaktır.

Böyle iken; biz de milli mutabakat hükümeti kurmuş ve “Adil Düzen Anayasası”nı getirdiğimiz halde eğer ordumuz bize cephe alırsa, o zaman ordumuzu yenileriz.

Türkiye için bu durum sözkonusu değildir.

Türk ordusu daima inkılapların yanında olmuştur.

Asıl savaşma durumunda, iktidar olduğumuzda ülkemizin sömürülmesine son verilecektir. Bu yasaklarla değil, “Adil Düzen”le olacaktır. Sömürücü ülkeler birleşip komşularımızdan birini ayarlar, birlikte bize saldırabilirler. İşte o zaman savaşmak bize farz olur. Bu sûrenin hükümleri o zaman uygulanacaktır. O zaman bu sûre bir daha okunacak ve yorumlanacaktır.

Bu sûrenin son âyetini (38. âyeti) ayrı seminer konusu yaptık. Sebebi; orada barıştan bahsetmektedir, sebilullahtan bahsetmektedir.

Bizim Kur’an’dan şimdi öğreneceğimiz iki şey vardır.

Bir, “Adil Düzen” nedir ve nasıl öğreneceğiz?

İkincisi de, “Adil Düzen”i iktidar olarak değil, halk olarak nasıl uygularız?

Bakkalda satılan malın miktarı ile fiyatının karşılığı para ödersiniz.

Para=Fiyat*Miktar

Bir gün gidersiniz, dört kilo patatesi 50’şer kuruştan alırsınız, 4*50=200 kuruş ödersiniz. Öbür gün gidersiniz, bu sefer iki kilo pirinç, ikişer liradan, 2*2=4 lira ödersiniz.

Kur’an’da formüller vardır. Zamana ve mekana göre formüllere değerleri koyarsınız, sizin sorununuzu çözmüş olursunuz.

Üçüncü Bin Yıl Uygarlığını kuruyoruz.

Kur’an’da 5000 kelime varsa, beş bin değer bulmamız gerekir. Yani beş bin kelimeye günümüzde eskilerin verdiği mânâlardan farklı mânâ vereceğiz demektir. Çünkü biz artık onların dünyasını/dönemini değil kendi dünyamızı/dönemimizi yaşıyoruz.

Bundan başka, fıkhı yeniden yazmalıyız.

Bütün kanunlarımızın konuları için fıkhımızı geliştirmeliyiz.

Bu kadar geniş vazifelerimiz dururken, henüz kendi sorunlarımızı çözmemişken; nasıl olur da iktidara talip olabiliriz. Başkaları ile savaşmak yerine kendi nefsimizle savaşmalıyız.

İçtihat zaten iftial bâbındadır. Kendi kendine yapmak demektir.

 

 

 


MUHAMMET SÛRESİ TEFSİRİ(47.SÛRE)
1-1 VE 3.AYETLER
1370 Okunma
2-4 VE 6.AYETLER
1641 Okunma
3-7 VE 11.AYETLER
1513 Okunma
4-12 VE 14.AYETLER
1424 Okunma
5-15.AYET
2917 Okunma
6-16 VE 19.AYETLER
1398 Okunma
7-20 VE 23.AYETLER
1601 Okunma
8-24 VE 28.AYETLER
1277 Okunma
9-29 VE 32.AYETLER
1466 Okunma
10-33 VE 35.AYETLER
1402 Okunma
11-36 VE 37.AYETLER
1385 Okunma
12-38.AYET
1647 Okunma