ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ(43.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1576 Okunma
34 VE 40.AYETLER

ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ - VI. Hafta

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ (34) وَزُخْرُفًا وَإِنْ كُلُّ ذَلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ (35) وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَانِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ (36) وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنْ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ (37) حَتَّى إِذَا جَاءَنَا قَالَ يَالَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ (38) وَلَنْ يَنفَعَكُمْ الْيَوْمَ إِذْ ظَلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ (39) أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (40)

 

وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا(Va Lı BuYUvTıHıM EBVaBan) 

“Ve onların beytlerine bablar/kapılar.”

Vav” “Limen”e atfolmuş olabilir. Yani Rahman’a küfreden kimseler için evlerine gümüşten tavanlar ve evlerine kapılar yapardık anlamı verilebilir. Bu anlam çıkmasın diye “buyutihim” kelimesini iade etmiştir. “Vav”la atfetmiştir. “Lam” harfini iade etmiştir.

Buradaki “evler” yukarıdaki yani daha önce zikredilen evlerden farklı olmalıdır. Gümüşten tavan ve kuleler zikredilmiştir. Burada ise kapılar ve sedirler zikredilmiştir, süsler zikredilmiştir. Bunlar gümüşten olmayabilir. Biri tavan ve duvarlardır. Diğeri ise kapı, pencere ve mobilyalardır. Duvarlar ve merdivenler sökülüp götürülemez, oysa kapılar sökülüp götürülebilir, değiştirilebilir.

Bu şekilde eşyalarda önemli ayırım yapılmaktadır. Biri gövdedir. Onu söküp bir yere götüremezsiniz. Yapıyı parçalamak zorundasınız. Diğerini ise parçalar olarak değiştirebilirsiniz. Parçalar ayrı metadır, piyasada alınıp satılabilir; kullandırılabilir, kiraya verilebilir. Oysa gövde ayrıca kiraya verilemez.

İşte burada “ve” harfi ile “buyutihim” kelimesinin iadesinin sebebi budur.

Birincisinde “li sakfi buyutihim”, ikincisinde “li ebvabi buyutihim” takdirindedir.

Burada şunu öğreniyoruz ki, kapı-pencere ve sökülebilen diğer eşyalar, koltuk kanepe benzeri hükümlere tabidir. Bunlarda bir eksiklik olursa yapı eksik sayılmaz. Bunlar standart olmalıdır. Yani, piyasada ayrı alınıp satılacak şekilde olmalıdır. Kur’an’da ifade edildiğine göre, Hazreti Davut aleyhisselâma dokuma ve ölçümlendirme emri verilmiştir. Burada kapı ve koltukların da ölçümlendirilmiş olması gerektiği ifade edilmektedir.

Arsalar, odalar ve ev eşyaları standart hâle getirilmektedir. Planlama buna göre yapılmalıdır. Yani, kasalar ve koltuk-kanepe yerleri böyle konmalıdır. Kur’an’da pencere kanatlarından ayrıca bahsedilmemektedir. “Bâb” pencere kanatlarını da içermektedir. Açılıp kapanan, sökülüp değiştirilebilen parçalara “bâb” denir. İnsanın girdiği kapı, ışığın girdiği kapı. Kapıların standartları farklı olacağı için ve bir evde değişik kapılar olacağı için nekire/belirsiz getirilmiştir.

وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ(Va SuRuRan GaLaYHAv YatTaKıEUvNa) 

“Ve üzerinde yaslandıkları sedirler/çekyatlar.”

Serir” sedir demektir. Altı kaplı, üstü örtülecek ve yatılacak yer demektir.

Bugünkü evlerde koltuklar konmakta ve oturulmaktadır. Sonra karyolalar konup yatılmaktadır. Yerde yattığınızda sağlık bakımından iyi olmamaktadır. Soğuk zemin ve rüzgar esintisi sizleri rahatsız edebilir. Ayrıca pis hava aşağıya çöker. Onun için korunmak ve temizlik için yüksek yerlerde yatılmalıdır. Ancak yatılan bu yerler üzerinde aynı zamanda oturulmalıdır. Çünkü sadece yatak olursa gündüz boş yer işgal eder ve israf olur.

Demek ki, ev eşyalarımız öyle olmalıdır ki çok amaçla kullanılmalıdır. Bu yalnız ev eşyası için değil, her şey için böyledir. Binanın altında garaj yaparken o aynı zamanda sığınak olmalıdır. Zelzelede bina yıkılsa bile orası çökmemelidir. Görünmesi istenmeyen eşya onun altına konur. “Sır” kelimesi buradan türemiştir. Gizlenmiş anlamındadır. “Sedir” de gizleyen anlamındadır. Burada “onun üzerine yaslanırlar” demek suretiyle, bunun aynı zamanda koltuk olduğu da ifade edilir. Yani, bu âyet çekyatları ifade etmektedir. Hem yatıldığı hem de yaslanılarak oturulduğu için Kur’an bunu istenen bir yapı ve araç olarak zikretmektedir.

Bize göre sırf koltuk veya sırf karyola yerine, hem koltuk hem karyola olarak kullanılan çekyatları bulundurmak meşru olmuş olur. Sadece koltuk, sadece karyola ise israf olduğu için mekruh olur. Ancak 20. yüzyılda icat edilen çekyatlar böylece Kur’an’da zikredilmektedir. Çekyat geleceğin ana mobilyası olacaktır demektir. Standart kapı, pencere ve çekyatlar çağımızın icat ettiği şeylerdir.

“Sururen” “abvaben”e atfedilmektedir.

Toplantı yerlerinin çevresinde böyle çekyatlar olacaktır. Ortası halı ile döşenecek, oraya ayakkabısız girilecek ve isteyenler halı üzerine çöküp toplantıya katılacaklar, isteyenler bu koltuklar üzerinde oturacaklardır. Mescitler böyle olmalı, gerektiğinde aynı zamanda misafir odaları olarak kullanılmalıdır. Hastalar buralardaki yan odalarda yatırılmalıdır. Hattâ bu çekyatlar hareketli yapılarak namaz zamanı mescide getirilir. Yatma zamanı evlerde bulundurulur.

Kur’an el ve yüz yıkamanın nasıl yapılacağını öğretmektedir.

O halde biz de kıyas  yoluyla her şeyi tam olarak bilmeliyiz.

Apartmanlarımızı her katta on daire bulunacak şekilde yapmalıyız. Her katta toplantı yerleri yani mescitler olmalıdır. Yaşlılar veya hastalar burada devamlı kalabilirler. Ona göre planlama, yapılandırma ve organizasyon yapılması gerekir.

Kur’an’da yaslanmaktan birkaç yerde bahsedilmektedir.

Demek ki insan bedeni bu şekilde olmak üzere yaratılmıştır.

وَزُخْرُفًا  (Va ZuPRuFan)  “Ve zuhrufu”

Gümüş tavan, duvar ve döşemelerin yapısını, kapı ve koltuk evin eşyasını göstermektedir. İkisi de alınıp satılan maddelerdir.

“Zuhruf” yani muzahrafat ise ziynet değildir. “Arz zuhrufu ahzeder ve tezeyyün ettiğinde” denmektedir. Meyve olgunlaşıp dallarda göründüğünde anlamına gelmektedir.

“Zuhruf” burada meyve veya başak için zikredilmektedir. Tezeyyün etmesi ise onun şekil alması demektir.

Evin zuhrufu nedir?

Evin zuhrufu onun boya badanası ve süs eşyasıdır. Hılye, insanların bedenlerindeki ziynet eşyasıdır. Zuhruf ise evin veya binaların üzerinde, kitapların üzerindeki eşyadır. Ziynet güzel görüntülerdir. Bir çiçek düşünelim; taç yapraklarının ona bir yararı yoktur ama böcekleri kendine çekmesi için o yapraklar rengarenk görünürler, davet aracıdırlar.

İnsanlar arasında da sosyal ilişkilerde kullanılmak üzere bazı araçlar mevcuttur. Elbise bunlardan biridir. Mesaj aracıdır. Kıymetli taşlar da bunun için kullanılır. Sanat insanları duygu birliğine götürür. Şair, “Dağ başında salkın salkım olan bulut, saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?” derken, insanlarda oluşan bir duyguyu anlatır. Bize bugün pek anlatmaz. Kırlarda yaşayanlar bulutlarla karşılaşırlar. Yağmur yağmadan önce sıkıcı hava olur. Yağmur yağınca insan ferahlar. Diğer taraftan cenazede de ölü için kadınlar saçlarını çözüp ağıt yakarlar. Böylece ölümün getirdiği sıkıntıyı dağıtırlar. Şair, yağacak yağmuru kendisi için ağıt yakılmasına benzetmektedir. Böylece bu dünyada kendisi dünyadan ilgiyi kesmiştir. Artık beden olarak yaşıyor ama ruhuyla burada değildir, Tanrı’sına yol almıştır, yahut almak istemektedir. Dağlara böyle hitap ederek sıkıcı hâlin giderilmesini istemektedir.

İşte bu sözün zuhrufudur.

Halının deseni bir zuhruftur.

Dışarıda gördüğümüz münferit varlıklar birleşmiş, halının üzerinde sıkışmış ve çoğalmıştır. Dağınıklığın yerini birlik ve düzen almıştır.

İnsandaki bu bir olma, beraber olma duygularını şuur altında canlandırdığı için hoşuna gitmektedir. Bu sebepledir ki mabetler çinilerle donatılmıştır. Ağaçta, resimde, heykelde ziynet vardır. Ama onların başka anlamları da vardır. Oysa işlemelerde ve çinilerde resim olan şekiller yok olmuş, çizgiler kalmıştır. İnsanlar bununla eşyanın ruhuna inmektedirler. Çivi yazısı bunun en açık örneğidir. Şekiller sonraları çivi izleri olarak ortaya çıkmıştır.

وَإِنْ كُلُّ ذَلِكَ(Va EiN KulLu ÜAvLıKa)  “Bütün bunlar.”

İbni Haldun Mukaddime’sinde devletlerin ömürleri olduğunu anlatırken, başlangıçta topluluklar kazanmaya başlar, fetihler yapar ve ganimetler getirirler. Sonra büyür ve artık savaşları kazanma gücünü kaybederler. Bundan sonra devletler kendi halklarını dağıtmak için gayret sarf ederler. İnsanlar siyasi ve ekonomik güçler etrafında toplanırlar. Başlangıçta siyasi güç vardır. Zaferler insanları birleştirir. Duraklama döneminde ise sosyal güç kaybolur, ekonomik güç ile devlet yönetilir. Belli zaman sonra ekonomik güç de düşmeye başlar. Çünkü devlet kendisini zengin göstermek zorundadır.

İşte onun için çökme dönemlerinde göstermelik imara girişilir. Devlet kendisinin güçlü olduğunu bunlarla ispat etmeye çalışır. Oysa bu uygulama ona ağır ekonomik yük getirir ve o devlet çöküp gider.

İbni Haldun diyor ki; devlet bu israfı yapmasa, halk psikolojik bakımından devletine güvenmez olur ve çöker, bu israfı yaparsa bu sefer de devlet borçlanarak çöker. Dolayısıyla çöküşten kaçış ve kurtuluş yoktur.

Halk burada peygamberlerden ekonomik varlığını göstermesini istemektedir. Evet, biz sana inanalım ama senin öyle bir şeylerin olsun ki, mesela zenginliğin olsun ki biz senin etrafında toplanalım diyorlar. Biz şimdi senden daha zengin ve gösterişli olanların peşinden gideriz diyorlar. Oysa peygamberler mâli varlıkları olmayan kimselerdi.

Bugün de durumumuz böyledir. Adil Düzen çalışanları yoksul kimselerdir. Servet edinenler gömlek çıkarırlar. Bu doğaldır. Aksi halde çevremizde “Adil Düzen”i sömürmek isteyenler toplanır ve inananları devre dışı ederler. Bu sebepledir ki “Adil Düzen” uygulamasında bir yerden sermaye beklememek gerekir. Yapacaklarımızı halkın katkıları ile oluşturmalıyız. Halka para dağıtarak değil, halktan para toplayarak iş yapmalıyız. İnsanlara zenginlikler değil, iş vaat etmeliyiz. “Adil Düzen” sizi zengin etmez ama size çalışma imkanı sağlar. Kendinize iş bulursunuz, çocuklarınıza ve torunlarınıza iş bulursunuz, iş derdiniz olmaz. Sosyal dayanışma içinde aş, iş ve eş de bulursunuz. Sorununuz olmaz.

Bugün bütün bunları sadece para sağladığı için ‘paran var mı’ diye soruyorlar; ‘öyle değilse sizde işim ne’ diyorlar.

Oysa bizim düzenimizde para değil, sosyal ve ekonomik yapı düzeni oluşturur, kişilerin refahını sağlar. Para tekellerde toplanmaz. Kredi çalışana verilir, emeğe verilir ama çalışanın eline verilmez, çalıştığı yerde çalıştıktan sonra istihkak eder, banka ona öder, işveren bankaya borçlanır. Böylece para hükmeden değil, işveren aracıdır.

لَمَّا(LemMAv)  “Ettiğinde”

Lemmâ” şart edatıdır. “Hîne”den dönüşmüştür. Bu olduğu zaman bu da olur anlamındadır. “İnNa” “Kâne”den dönüşmüştür. Kesinlikle böyledir anlamındadır. İn-i Nafiye vardır. Lâ mânâsındadır. Birçok dillerde “na” menfi edatıdır. Fransızcada “no”, Farsçada “na”, Türkçede “ne” menfi edatlardır. Şart edatı olan “İn”, “İnLâ” “illâ” olarak istisna edatıdır. “İn” ise “İnne”nin kısaltılmışı olabilir. O zaman tahkik edatıdır. “Kellâ”dan dönüşmüş ise nefy edatıdır.

LemMâ” ise “LenMa”dır. “İn” menfi, bu da menfi olunca, iki menfi müsbet mânâ verir. “İn Lemmâ” kesin böyledir mânâsını taşır. İstisnadan farkı vardır. İstisna edileni eski hükümden çıkarır ama kendisi hüküm koymaz. Oysa “İn Lemmâ” kendisinden sonra gelen için hüküm koyar. “Bel” ve “Lâkin” benzeridir. “Bel”de ilk söylenen cümleyi müphem bırakır. “İllâ” sonra söylenen cümleyi müphem bırakır. “Lâkin” ve “Lemmâ”da kesinlik vardır.

مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا(MaTAGu elHaYatı elDuNYAv)  “Dünya hayatının metaıdır.”

Bunların hepsi dünya hayatının metaıdır.

Konforlu bir hayat yaşamak hiçbir zaman sağlıklı bir şey değildir. Bilakis kırlarda sade hayat yaşayanlar çok daha sağlıklı ve güçlüdürler. Bu sebepledir ki uygar topluluklar daima kırsal topluluklara karşı mağlup olmuşlardır.

İlk uygarlık Mezopotamya’da doğmuştur. Fırat ve Dicle kenarlarında tarımla uğraşan ve çardaklar içinde yerleşik hayat yaşayanlar, kuzeyden gelen çoban Sümerler tarafından işgal edilmiştir. Onların organizasyon, çalışkanlık ve güçleri sayesinde Fırat ve Dicle üzerinde barajlar kurulmuş, böylece büyük sulama tarımı kurulmuş, orada büyük uygarlık doğmuştur. Uygarlık sayesinde çevreye hakim olmuşlar ama biraz sonra savaşma kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Ondan sonra oraları kuzeyden gelen Babilliler ve Asurlular yönetmişlerdir.

Güçlü araçlara sahip olma başka şeydir, konforlu hayata sahip olma başka şeydir.

Burada anlatılan konforlu hayattır. Bununla beraber insanlar arasında uygarlığın doğması için konforlu hayata özenme olmalıdır. İnsanlar o sayede yarışırlar ve çalışırlar. Bilhassa evliliklerde zenginlik temel araç kabul edilmiştir. Zengin olan erkeklere fazla kadınla evlenme imkanı sağlanmış, varlıksız erkekler için tek kadın bile şartlara bağlanmıştır. Dünya metaı için bazı gereksiz şeyler de konmuştur. Varlıklı olanlara özenme topluluğu ekonomik bakımdan geliştirmedir. Ondan dolayıdır ki zenginlik meşru kılınmıştır. Sadece tekel oluşturma yani yarışı durdurma yasak kılınmıştır. “Alışveriş serbest, faiz yasak” demek işte budur. Tekel oluşturmadan yarışmaya devam edilecektir. Yani, iki takım oynayacak ama takımlar birbirini sahneden elemeyeceklerdir. Elenenler olursa yenileri gelecektir.

وَالْآخِرَةُ  (Va eL EavPiRaTu)  “Âhiret ise”

“Âhiret” burada “İn Küllü”ne atfedilmiştir. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Oysa âhiret ise Allah’ın indinde muttakiler içindir. “Küllü”ne matuf değildir. Öyle olsaydı “Lemmâ” gelirdi. Âhiretten evvel meta’ hazfedilmiş olabilir. Âhretin metaı muttakiler içindir.

 (وان كل ذلك لما متاع الحيوة الدنيا ) لهم (و) متاع (الاخرة عند ربك للمتقين) Yani, bütün bunlar dünya hayatının metaıdır, onlar içindir; âhiretin metaı ise Rabb’inin indinde muttakiler içindir. Muzaf hazf olunca muzafın ileyh merfu olmuştur. Rabb’inin indinde  olan âhiret olabilir. Âhiretin sıfat veya haberi olabilir. Rabb’inin indinde olan âhiret muttakiler içindir. Âhiret Rabb’inin indindedir, muttakiler içindir şeklinde de olabilir.

Allah cenneti Rabb’inin indinde olarak tavsif ediyor, dünya hayatını sanki O’nun indinde değilmiş gibi gösteriyor. Cehennem de öyle değilmiş gibi mânâlar çıkıyor.

Neden Rabb’inin indinde olarak tasvir ediliyor?

Tasavvufi bir anlayışla şöyle bir mânâ verebiliriz. İnsan dünyaya gelmeden önce cennette idi; âhirette gideceği cennette idi. Cennetin nimetlerinden yeteri derecede yararlanamıyordu. Çünkü ondan yararlanma eğitimini almamıştı. Uyuyan bir insan gibi idi, yahut küçük bir çocuk gibi idi. Varlığını Rahman’ın rahmeti ile sürdürüyordu. Allah dünyayı var etti ve insanı dünyaya gönderdi. Orada eğitmektedir. Başaranlar tekrar cennete döneceklerdir. Başaramayanlar cehenneme gidecek ve orada eğitim devam edecektir. Sonunda istenen onların da cennete Rab’lerinin indine dönmeleridir.

Burada “Rabb’inin indinde” denmiş olmasının sebebi nedir?

Allah’ın insanları asıl var ettiği yer cennettir. Dünya ve cehennem ise oraya lâyık olmak için geçici araçlardır. Onun için “Rabb’inin indinde” denmektedir. Dünya ve cehennem halkına doğrudan hitap etmeyecek ve onlara görünmeyecektir ama cennet halkına Rab’leri doğrudan hitap edecek ve Rab’leri ile konuşacaklardır. Bu sebepledir ki cennette olan Rab’lerinin indinde olacaklardır.

عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ(GınDa RabBıKa LiLMutTaQıYNa) 

“Rabb’inin indinde muttakiler içindir.”

Bugün Türkçede kullandığımız mânâda dindar olmanın Kur’an’daki karşılığı muttakidir. “Muttaki” kendisini korumak isteyen kimse demektir. “Vika” kulübe demektir, sandık demektir. “İttika eden” demek, kabuğuna çekilen, onu koruyan, kalenin içine giren demektir. Kendisini korumak isteyen demektir.

Mü’min, başkasını güven altına alan veya başkası ile kendisini güven altına alan demektir. Müslim, barış içinde olan, başkasına zarar vermeyen kimse demektir. Muhtedi, hidayette olan, ittika yolunu bulan demektir.

Kur’an Arapçasında “din” kelimesi “düzen” demektir. Sosyal yapıyı ifade eder.

“Takva” ise bizim kullandığımız “din” anlamındadır. Kişisel yapıyı içerir.

Bu izahla “Düzende zorlama yoktur” âyeti nasıl açıklanacaktır? Düzende zorlama yok mudur? Hırsızlık yapan insanın kolunu kesmiyor muyuz?

Burasını tam kavrayabilmek için İslâmiyet’teki icrayı iyi bilmemiz gerekir.

Kur’an “salb” ile “katl”ı ayırmıştır.

Salb, kişinin kendi rızası ile asılmasıdır. O kendisi gelir, idam sehpasına çıkar, hattâ idam sandalyesine de kendi ayağını vurur ve kendisini asar. Burada zorlama yoktur. Yahut yakınları yardım ederler. Kendi dayanışma ortaklığı infaz eder.

İdam mahkumu olduğu halde sehpaya gelmez, kendi dayanışma ortaklığının infazına izin vermezse, o zaman artık o dinden/düzenden çıkmıştır. İslâm’dan/barıştan ayrılmış, harbe başlamıştır. Harpte olan ise öldürülür. Bunu da herkes yapar. Mağdurun dayanışması yapar.

Oradaki zorlama din içinde değil, din dışında yani düzen dışında yapılmıştır. Failler düzenin izin verdiği kimselere düzen dışı muamele yapmış olurlar. Lâiklik ve demokrasi budur. Yönetim bucaklarda olur. Yargı orada kurulur. Halk kendi isteği ile yargı kararlarına uyar. Yargı kararlarına uymayanlar ise din/düzen dışına çıkmış olurlar. Onlara askeri hükümler uygulanır, ahkâm-ı harb uygulanır. 

وَمَنْ يَعْشُ  (Va Man YaGŞu)  “Kim aşa ederse.”

Buradaki “vav” vav-ı hâliyedir.

Kur’an için ‘bu bir sihirdir’ dediler. Oysa, kim Kur’an’ı görmek istemezse biz ona şeytanı musallat ederiz mânâsındadır. Kur’an sihirdir, Kur’an büyük bir adama inmeliydi diyenlere burada hatırlatmada bulunmaktadır. Kur’an’a kulak vermeyenlerin hâli bu iken, siz böyle söylüyor ve yapıyorsunuz. İçinde söylenene değil, söyleyene bakıyorsunuz. Oysa söyleyen kim olursa olsun, söylenen doğru ise onu almalısınız;  onlar da almalılar.

Aşa” karanlık demektir. Akşam yemeğine “ışa” denmiştir. Sonra karanlığın adı olmuştur. Gözleri kapayıp görmezlikten gelmek demektir. Kendi kendini kör etmek demektir. Elektrik kaynağı makinesine, parlayan ateşe bakıp sonra görmez hâle gelmek demektir. Suni körlüktür. Onlar ‘bu sihirdir’ diyerek gerçekleri görmek istememişledir.

Kur’an insanlara bir şey göstermiş, onların gözüne değil kulağına hitap etmişti. Ama insanlar ona inanmağa başlıyor ve mü’minler artıyordu. Bütün baskılara karşı direniyor, Müslümanlar imanlarından vazgeçmiyorlardı. ‘Muhammed onları büyülüyor, üfürükçülük yapıp uyutuyor’ diyorlardı. Bu direnmelerin sebebi Kur’an’ın kendilerine inmemiş olmasından ileri geliyordu. ‘Niye bize değil de ona indi?’ diyorlardı.

Bugün Kur’an’a karşı direnenlerden çok, “Adil Düzen”e karşı olanlar Kur’an’a karşı direnenlerdir. Çünkü Kur’an’ı yeniden yorumlamaya ve anlamaya başlayınca, onların bildiklerinden farklı şeyler ortaya çıkıyor. Burada hata etmez kabul ettikleri şeyhlerin ve fakihlerin hata ettiği ortaya çıkıyor. İşte bunun için “Adil Düzen”e karşı çıkıyorlar.

Oysa hata etmeyen sadece ve sadece Allah’tır.

Biz kimseye bizim dediğimiz gibi Kur’an’ı anlayın demiyoruz. Biz Ehli Sünnet Ve’l-Cemaatin Kur’an’ı anladığı gibi anlayın diyoruz. Dört çift delille anlayın diyoruz. Kur’an’ı usulü fıkıh kuralları ile anlayın. Fukahanın geliştirdiği usul içinde Kur’an’ı anlayın. Kur’an’ı zamanla fetvacı ulemaların fetvalarına göre anlamayın diyoruz. Sünnet Kur’an’ı anlamak için bir örnektir, çağının sorunlarını çözmüştür. Kur’an ile karşılaştırın, ona göre usul içinde değerlendirin diyoruz. İcmayı yeniden ele alın. Kur’an’ı yorumlayan veya nakleden sahabe icmaına kayıtsız şartsız ittiba edin. Diğer icmalar, sükuti icmalar, Kur’an’a dayanmayan icmalar kendi zamanlarının sorunlarını çözdüler. Değerlendirin ama onlara uyma zorunluluğu yoktur. Kıyası bugünkü ilimlerin verileri içinde illetleriyle, müçtehitlerin tesbit ettiği usullerle tesbit edin ve hükümler çıkarın diyoruz.

Hasılı, bizim söylediğimiz şudur: Deliller ve bu delilleri değerlendiren usul değişmemiştir, değişmeyecektir. Ama bu delil ve usulle çözülen problemler yer ve zamana göre her an değişecektir. Bin sene önceki içtihatların sonuçlarını bugün uygulayamazsınız. Uygularsanız başaramazsınız. Böyle bir şey yaparsanız, sorunlarınızı çözülmesi gereken şekilde çözmezseniz, o zaman Avrupa sokaklarında sürünürsünüz.

İşte bu âyetler, bugün Kur’an’a inanmayanlardan çok, Kur’an’a inandığı halde, onu raflara koyup ölülere okunan bir müzik hâline getirenlere, cenaze ağıtçılarına hitap etmektedir. Kendisi yapmıyor diye başkalarının yapmasını da reddediyor!

عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَانِ(GaN ÜıKRi elRaXMAvNı) 

“Rahman’ın zikrinden.”

“Rahman” kelimesi Kur’an’da 41 kere geçmekte, ayrıca 113 Besmele’de geçmektedir. Toplam olarak 154 eder. 7*11*2 etmektedir. Dördü bu sûrede geçmektedir.

Rahman” mahlukata kendilerinin emeği olmadan Allah’ın onlara verdiği nimetleri ifade eder. Allah bize göz vermiştir ama bizim göze sahip olmamız için çabamız yoktur. Oysa Allah bize ilim de vermiştir. Biz çalışmış, O da onun karşılığını vermiştir. Bu rahim sıfatı ile ifade edilmektedir.

Kur’an bize bizim çalışmamızla gelmemiştir, Allah’ın bize lütfüdür. Kur’an’ı anlamak O’nun rahman sıfatından yararlanmak demektir. Gözleri görmek için kullanmak demektir. Rahmanın zikrine gözleri kapatmak demek, onu anlamaktan uzaklaşıp başkalarının yorum ve içtihatları ile yetinmek demektir. Başkalarından yararlanmalıyız ama biz Kur’an’ı kendi gözümüzle görmeliyiz.

Usulcüler bu hususta şu kuralları koymuşlardır.

a)      Ümmiler, velileri ne söylerse onu yapmalılar. Bunlar velilerini değiştirmezler, soru da sormazlar.

b)      Sailler, velilerini velilerinin izni ile değiştirebilirler. Sual sorarlar ama onlara uymak zorundadırlar.

c)      Âmiller, kendi velilerini kendileri seçerler. Onlardan izin alırlar. Onda kendi içtihatları ile amel ederler. Mezun olmadıkları hususlarda  fetva alıp amel ederler.

d)     Zâkirler, kendilerine bir fakih veya rasih seçerler. Onların kitaplarını okurlar. Yeni sorunları seçtikleri fakihe sorarlar. Ölü fakih veya rasihe tâbi olmazlar.

e)      Fakihler, rasihlerin görüşlerinden tercih ettikleri ile amel ederler. Kendileri içtihat yapabiliyorlarsa yaparlar ve ona göre amel ederler; yapamıyorlarsa rasih müçtehitlerin kavilleri ile amel edebilirler. Rasihin hayatta olması gerekmez.

f)       Râsihler ise başkalarının içtihadı ile amel edemezler. Kendileri içtihat etmekle mükelleftirler. İcma, hayatta olan rasihlerin içtihatlarında aynı sonuca varmaları ile hâsıl olan hükümlerdir. Ülkede rasihlerin bulunması gerekir, farzı kifayedir. İllerde fakihler olmalıdır. Bucaklarda zakirler olmalıdır. Farzı kifayedir, yoksa herkes günahkâr olur.

İşte, bir topluluk veya insanlık rasih, fakih, zakir yetiştirmiyor ve bunların Kur’an’dan içtihatları ile amel etmiyorlarsa, o topluluk Kur’an’ın zikrine gözlerini kapatmış olur.

İslâm âlemi 1000 yıldan beri içtihat kapılarını kapatmış, rasih yetiştirmemiş, sadece fakih yetiştirmiştir. 500 yıldan beridir fakih de yetiştirmiyor. Zakir yetiştirmekle yetinmiştir. Cumhuriyet döneminde zakir de yetiştirmiyor, sadece birbirinin benzeri aynı adamları yetiştiriyor.

Akevler’deki Adil Düzen çalışmaları işte buna dur diyen bir çalışmadır. Erbakan da bunu kabul etmiş, çalışmaya katılmış ve bu çalışmayı dünyaya duyurmuştur. Bu çalışmalara karşı çıkanlar ve direnenler, yasaklar uyduranlar, işte onlar Rahman’ın zikrine gözlerini kapatmış kimselerdir.

نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا(NuQayYıD LaHUv ŞaYOAvNan) 

“Biz şeytanı ona takyıd ederiz.”

Şeytanlar, insanları doğru yoldan saptırmak için Allah’ın izin verdiği cinlerden kimselerdir. Melekler insana hayır telkin ederler, şeytanlar ise şerri telkin ederler.

Kayd” kabuk demektir. Onların çevresinde öyle oluşlar, öyle kabuklar örter ki, artık onlar hakkı ve hakikati görme imkanına sahip olmazlar.

Batı günümüzde dünyayı bu şeytan örgütleri ile idare etmektedir. Bir yere geldi mi, onun artık sekreteri var, sekreterinin sekreteri var; kapıcısı var, kapıcının kapıcısı var; artık ne telefonla, ne mektupla, ne de başka bir şeyle ona ulaşamazsınız. Bugün sekreterlik atlatma sanatı hâline gelmiştir. Çevreyle ilgisini kestikten sonra artık o kimse kendisine gelen yalan yanlış haberlerle, saçma sapan mantıklarla dalalete götürülür.

فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ(Fa Huve Lahu QaRıYNun)  “O ona karin olur.”

 “Karin” zaman içinde yakınlık demektir. Artık şeytanla yaşamaya başlar, onun emrine girer. Şeytan ona karin olur.

Bunu önlemek için ne yapılmalıdır?

Önce yöneticiler, örnek olarak başbakan ve bakanlar kurulu, aileleri ile bir apartmanda oturmalıdırlar. Cumhurbaşkanı ile siyasi partiler Çankaya’da oturmalı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri bir sitede oturmalıdır. Bunlar beş vakit namazlarını beraber kılmalı ve her zaman birbirileri ile görüşme imkanı bulmalıdırlar.

Bunun dışında, kimsenin sekreteri olmamalıdır. Bunlar başka kimselerle de görüşmemelidir. Bunlar beş vakit namazlarını birlikte kılmalıdır. Başkan sabah erken gelip ilk müzakereleri yapmalı, önemli konuları sadece onlarla istişare etmelidir. Necva yani özel görüşmeler çok ender yapılmalıdır. Yerinden yönetimle sorunlar bucaklarda çözülmelidir. Sadece fakihler il merkez camilerine her zaman girebilmelidir. Rasihler de merkez devlet camilerine her zaman girmelidirler.

Hasılı, bu sorun beş vakit ve Cuma namazları ile çözülebilir.

وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ  (Va EinNAHuM La YAÖudDUvNaHuM) 

“Ve onlar onları sudud ettiler.”

“Men” müfreddir. Şeytan da müfreddir. Ama her ikisi de umumluğu içerir. Burada şeytanlar da erkek kurallı çoğul gönderilmiştir.

Buradan anlıyoruz ki, kabuk ören kimse bir tek kişi değil, bir gruptur. Kabuk örülen de tek kişi değil, onlar da gruptur. Bundan dolayı istişare müessesesine ihtiyaç vardır. Halk kendilerine temsilci seçer. On kişi bir temsilci seçer. Temsilciler de kendilerine bir temsilci seçerler. Böylece temsilciler merkeze ulaşırlar. Son temsilciler kendilerine başkan seçerler. Bunların sayıları onlar civarındadır. Başkan sorumlu atar. Sorumlular da sorumluları atarlar. Böylece halk ayrı kanalla şuraya ulaşır. Başkan da ayrı kanalla halka ulaşır.

Bu durum gerek kan dolaşımında gerekse sinir sisteminde böyledir. Başkan bir şeyi istişare edeceği zaman atadıkları sorumlular aracılığı ile halka ulaşır. Halk da kendi temsilcileri ile şuraya, dolayısıyla başkana ulaşırlar. Böylece oluşmuş kabuk delinmiş olur. Bunu sağlayacak da beş vakit namazdır, Cuma namazlarıdır. Cuma namazlarında başkanlar halka ulaşırlar. Beş vakit namazlarda halk merkez şuraya ulaşır. Bugün ulaşım ve haberleşme sistemi o kadar gelişmiştir ki, haftalık periyot içinde tüm istişareler gerçekleşmiş olur.

عَنْ السَّبِيلِ(GaNI elSaBIyLı)  “Sebilden.”

Bu etrafı örme işi yalnız “Adil Düzen” aleyhine değildir. Her düzen için bu böyledir. Diktatörler de böyle çembere alınır ve sonunda yıkılıp giderler. Bu sebepledir ki burada “An Sebilillah” denmemiş de, “Ani’s-Sebiyli” denmiştir. Bu her topluluğa musallat olan hastalıktır. Kuvvet yönetimleri de bu hastalıkla yoldan sapar ve helâk olurlar.

وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ(VaYaXSaBUvNa EanNaHuM MuHTaDUvNa) 

“Onlar muhted olduklarını sanırlar.”

Yukarıda “muttakiler” dedi, burada da “muhtediler” dedi.

“Muttaki” kurtulmak isteyen, korunmak isteyen kimsedir.

Muhtedi” ise kurtulan, doğru yola giren kimsedir.

Kur’an’la ilişkiyi kesen kimselerin hâli budur. Şeytan onların çevresinde ağ örer ve sonra siz doğru yoldayım zannettiğiniz halde dalalette olursunuz.

Şeytanın ilk işi insanları Kur’an’dan uzaklaştırmaktır.

Şeytan ne yapar?

Şeytan, Kur’an yerine önce hadisleri ikame etmeye çalışır. Bir bakmışsınız, insanlar Kur’an okuyup istidlâl edeceklerine, hadisler uydurup rivayet etmeye başlarlar. Bir müddet sonra ne yaparlar? Bir müddet sonra hadisleri de bırakır, şeyhlerin kerametlerinden bahisle zamanlarını öldürürler. Kurtuluşu mehdilerde ve İsa’nın nüzulünde ararlar.

Bu da yetmez.

Bu sefer kerametler çıkmayınca, bırakın da maç veya benzeri bir şeyler seyredelim derler. Bu yanlış oluşların ve şeylerin peşine takılmaya ne gerek var derler. Artık insanlar düşünme ve bir şeyler öğrenme yerine, maçları ve benzeri boş şeyleri seyretmeye başlarlar.

Bu da yetmez.

Sonra maçlarda taraftar, hattâ fanatik taraftar olmayı seçerler, vakitlerini ve paralarını ortalarda harcarlar. Öyle azgınlaşırlar ki, işin içine başka şeyleri de katarak insanlar birbirine girerler. Terör ortaya çıkar, anarşi ortaya çıkar.

Bu durumda ne yapmalıyız?

Namazla bu işi çözmeliyiz.

Beş vakit namazı birlikte kılmaya başlamalıyız.

Bu namazlarda Kur’an’ı müzakere etmeliyiz.

Bütün sorunlarımızı Kur’an’a sormalıyız.

Usulü Fıkıh içinde sorunlarımızı çözmeliyiz.

Kur’an’ın dışında bize doğru yolu gösterecek bir şey olmadığını bilmeliyiz. Sünnet, icma, kıyas Kur’an’ı anlamamız için gereklidir. Müsbet ilimler de Kur’an’ı anlamamız için gereklidir. Kur’an insana nasıl yapacağını öğretir ama ne yapması gerektiğini öğretmez. Onu öğretecek tek kaynak İlâhi kaynaklardır, onların hepsini içeren de Kur’an’dır.

حَتَّى إِذَا جَاءَنَا(XatTAy EiÜAv CAvEaNAv) 

“Hattâ bize ciet edene dek şeytanı kayd ederiz.”

Bize gelinceye kadar onun peşini bırakmaz. Şeytan onun karini olur.

Bu dünyaya gelmek kendisinden uzaklaşmak şeklinde anlatılmaktadır. İnsana irade-i cüz’iye verilip “haydi git, ister böyle yap, ister şöyle yap” demesiyle, insanı kendisinden, kendi iradesinden uzaklaştırmıştır. Âhirete varınca burada yaptıklarının hesabını verecektir. Hesabı bizzat Allah görecektir. Bu dünyaya benzer mahkemeler kurulacak, hakimler ve savcılar olacak, şahitler olacak, ancak son karar O’nun olacaktır. Cehennemliklerin bir kısmını affedecek, o insanlar cennete gidecek.

Bize gelindi diye bahsedilmektedir.

Şeytan insanın peşini bırakmamaktadır.

Sizin çevrenizi şeytan sarar ve bir türlü arkadaşlarından vazgeçemez. Onlarla birlikte yaşarsınız. Bu durum bir kişi olduğunuz zaman da böyledir, iktidar olduğunuz zaman da böyledir. İnsanı bu şeytanın şerrinden koruyan tek müessese vardır, mukarrebunlarla beraber beş vakit namazı birlikte kılmaktır. Siz küçük bir aşiret büyüklüğündeki bir cemaatin imamı veya cemaati olacaksınız. Günde beş defa o imamınızla bir araya geleceksiniz. Sorunları onunla istişare edeceksiniz. Çare ve çözümleri birlikte üreteceksiniz.

Kur’an’ı tedris edeceksiniz. O zaman Allah şeytanı sizden uzak tutar. Bunu yapmadığınız müddetçe şeytan sizin peşinizi bırakmaz.

İslâmiyet’te merkezi yönetim yoktur. Aşiret ve kabile yönetimi vardır. Yani beş vakit namaz imamı ile Cuma imamı topluluğu yönetir. Her bucak sosyal birer hücredir. Merkez bucaklar vardır. Yani kabileler vardır. Orada kendilerini yönetirler. Taşraya hizmet ederler.

İşte insanları şeytanın şerrinden koruyan bu beş vakit namazdır. Münafıklar beş vakit namaza devam edemezler, dolayısıyla kopmak zorunda kalırlar.

قَالَ يَالَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ  

(QAvLa YAv LAYTa BaYNIy Va BaYNaKa BuGDa eLMAŞRıQAYNı) 

“Seninle benim aramda maşrıkler arası kadar bu’d olsaydı diye kavleder.”

Maşrık” doğu demektir, “magrib” batı demektir ama; “iki maşrık” demek, doğu ile batı demektir. Yer yuvarlaktır. İki çap arasındaki mesafe en uzak mesafedir. Biri güneşin doğduğu yerde ise diğeri de güneşin battığı yerde olursa, birbirlerinden yeryüzündeki en uzak noktada olurlar.

“Senden mümkün olduğu kadar uzak olsaydım” diyecektir.

Bununla beraber iki meşrık, yaz kış oluşan en uzak doğu yerler olarak görülebilir.

Şark” doğuş anlamındadır. Yani benin varlığım ile senin varlığın arasında uzaklık olsun diyecektir. Âhirette şeytanı ile karşılaşacak ve onunla konuşacak, yahut kendi kendine öyle diyecektir.

فَبِئْسَ الْقَرِينُ(Fa BiESa elQaRIyNu)  “Ne beis bir karin.”

Karîn” zaman içinde yakın, çağdaş, yahut günlük arkadaş. “Karîb” akrabalıkla yakın olandır, “karîn” ise işte ve yaşamada yakın olmaktır.

Her insanın bir veya birkaç yakın çalışma ve yaşama arkadaşı vardır, onlarla birlikte yaşar ve iş yapar. Onlara “karîn” denmektedir. Beş vakit namazın cemaati onun en yakın karinidir. Sonra da Cuma imamının cemaati onun karinidir. Onlarla çalışıp yaşar. Eğer şa’b içinde nöbetli olursa komutanı onun karînidir. Askerlik arkadaşları karîndir. Merkez bucakları temsilciler oluşturur ve kendilerini yönetmek için imamlarını seçerler; taşraya hizmet ederler, taşraya hükmetmezler. Her kademedeki ihtilaflar hakemlerce çözülür.

Kâinatı var eden Allah’tır, tektir. O’nun dışında bir var edici yoktur. Şeytanı da O var etmiştir, bize karîn olarak O yapmıştır. Onun karşısındaki peygamberleri O göndermiştir. Kitapları O indirmiştir. Melekleri de O halk etmiştir. Her ikisi yani peygamberler ve kitaplar ile bize iki yolu çizmiştir. Biz kendimiz istediğimiz tarafı tutarız. Kendi irademizle o tarafta veya bu tarafta bulunuruz. Buna göre mükafat veya mücazat içinde oluruz.

Demek ki kâinat aşağıdaki varsayımlar üzerinde yaratılmıştır.

a)      Kâinat büyük bir düzen ve denge içinde yaratılmıştır. Kâinat tek Tanrı’nın eseridir. Bu husus bugünkü ilimlerle kesin olarak kanıtlanmıştır.

b)      Kâinatın düzeni “yapıcılar” ile” “yıkıcılar/bozucular”ın dengesi üzerinde kurulmuştur. İki takım devamlı yarış içindedir; “yapıcılar” ileri götürmekte, “yıkıcılar” başarısızları elemekte ve ortadan kaldırmaktadır. Bu varsayım da ilmen kanıtlanmıştır.

c)      İnsanlar iki gruba ayrılmaktadır; kimi “yapıcı”, kimi “yıkıcı”dır. Kişi isterse “yapıcılar” tarafında, isterse “yıkıcılar” tarafında yer almaktadır. İnsan bu hususta serbest bırakılmıştır, istediği takımda oynamakta yani ya “yapıcılar” ya da “yıkıcılar” takımında yer almaktadır. Bu varsayım da ilmen kanıtlanmıştır.

d)     Dördüncü varsayımı peygamberler getirmişlerdir. Öldükten sonra hayat yani âhiret hayatı vardır. Orada “yapıcılar” mükafat görecek, “yıkıcılar” cezalandırılacaklardır. Yani, insan kendi iradesiyle “yapıcılık” veya “yıkıcılık” yapmaktadır ve yaptığına göre de bunun mükafatını veya mücazatını görecektir.

Bu varsayımı bugün biz toplulukta uygulamaktayız. Kişileri sosyal düzene uyup uymamakta serbest bırakıyoruz. Suç işlediği zaman cezalandırıyoruz. İstediğimiz işi yaptığında mükafatlandırıyoruz. Bu, bugünkü topluluklarda zaten kabul edilmiş bir ilkedir. Bunu kabul etmeyen bir topluluk yoktur.

Peygamberlerin mucizeleriyle ispatladıkları şey, bu mükafat ve mücazatın öldükten sonra tamamlanacağıdır, yani herkese mükafatının verileceğidir.

Her şeyden önce, bu varsayımı reddetmemiz için bir delilimiz yoktur.

Sonra, bu varsayımı kabul etmediğimizde, o zaman Tanrı -haşa- başarısız olmuş, yani bu dünyada koyduğu ve yarattığı insanlar tarafından benimsenmiş bir varsayımı tamamlayamamış ya da eksik bırakmış olur. Çünkü dünyada kâmil adalet gerçekleşmemektedir. Kimi hasta-kimi sağlam, kimi güçlü-kimi zayıf, kimi zengin-kimi fakir, kimi zalim-kim mazlum. Hem adalet varsayımı var hem de gerçekleşmiyor. İşte bu sebeple bu dördüncü varsayımı aklen de kabul etmek zorundayız.

‘Allah niçin böyle bir şey yapsın, insanın suç işlemesine izin verip neden cezalandırsın?’ gibi bir itiraz sözkonusu olabilir.

Buna verebileceğimiz cevap şöyledir: Allah bu dünyada niçin bunu böyle yapıyorsa, âhirette de o sebeple yapacaktır. Ama burada olduğu gibi eksik değil, orada tam yapacaktır. Âhirette zerre kadar kimseye zulmedilmiş olmayacaktır. Âhiret burada sorulan soruları cevaplandırmak içindir.

Bu dördüncü varsayımın izahından tatmin olmayanlar, bundan daha iyi bir izah getiremezler, başka bir varsayım koyamazlar. Aksi halde bu ancak düzensizlik veya Tanrı’nın acizliği ile izah edebilirler ki; böyle bir şey olamaz.

وَلَنْ يَنفَعَكُمْ الْيَوْمَ(Va LaN YaNFaGaKuM eLYaVma) 

“Bugün size bir menfaati olmayacaktır.”

Burada “Ve” harfiyle, sûrenin başındaki “Siz müsrif bir kavimsiniz diye sizden zikri kaldıralım mı?” (Zuhruf, 43/5) âyetine atfedilmektedir. Size zikr gelecekse, siz dinlemek istemeseniz de size zikr gelecekse, bugün yani âhiret günü size bir menfaati olmayacak; yani hesabın görüldüğü günde şeytana karîn olmayı istememenizin, pişman olmanızın size bir yararı olmayacaktır.

Allah insanlardan dünya hayatında tevbe etmelerini istemektedir.

“Yapıcılar” ile “yıkıcılar” arasındaki savaş devam ederken, “yapıcılar” ile “yıkıcılar” arasında önce belirsizlik olur, tapıcıların kim olduğu, yıkıcıların kim olduğu belli olmaz. Zamanla bu belirsizlik ortamı ortadan kalkar ve herkesin nerede ve kimin tarafında olduğu netleşir.

Meşrutiyet döneminde Osmanlı Devleti’ni yıkmak isteyenler yıkıcılardı. Cumhuriyet döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nu savunanlar yıkıcı olmuşlardır. Bu sebepledir ki insan hata ederek bazen yapıcıyım diye yıkıcılar arasında yer alabilir.

Âhirette kişisel sorumluluk vardır. Herkes niyetine göre mükâfatlanacak veya mücazatlanacaktır. Ali ile Muaviye arasındaki savaş böyledir.

Bugün AK Parti’nin yanında yer alanlarla AK Parti’nin karşısında olanların durumu da böyledir. Yaptıkları içtihat hatalarından dolayı ise iki taraf da mükafat alır. Mevcut  düzen içinde AK Parti haklıdır, ona yani onlara zulüm yapılmaktadır. Ancak, Allah onlara bu düzeni değiştirme gücünü verdiği halde değiştirmek istememelerinden dolayı suçludurlar.

Bir yeri ya işgal etmeyecek, ya da işgal ettiğinizde gereğini yapacaksınız. Yapılması gereken yapılmazsa, o zaman onlara karşı olmamız doğaldır. Aksi halde bu sefer biz de zalimlerin yanında yer almış oluruz. Bizim yapacağımız doğruları söylemek, çözümleri ortaya koymak, ondan sonrasına karışmamaktır.

Biz asıl işimize bakmalı ve Adil Düzen çalışmalarımıza devam etmeliyiz...

إِذْ ظَلَمْتُمْ(EiÜ JaLaMTuM) 

“Çünkü siz zulmetmediniz. / Zulmetmiş iseniz.”

Burada çok önemli bir kural ortaya konmuştur. İnsanlar söyledikleri veya emirlere karşı geldikleri için değil, sadece zulmettikleri için cezalanırlar. O halde bizim daima dikkat edeceğimiz husus, zulmetmememizdir. Komünist olabilirsiniz, ineklere tapabilirsiniz; eğer zalim olmazsanız cezalanmazsanız. Cennete gitmeseniz bile cehenneme gitmezsiniz.

Zalim olanlara mutlaka ceza verilecektir. Eğer yaptıkları başka iyilikler varsa cezalanmayacaklar, bir iyilik on kötülüğü götürecek, ancak zalim olanların zulmü mazlumların mükafatlarını artıracaktır. Bana zulmedildiği zaman buna kızmamam ve üzülmemem lazımdır. Çünkü görülen zulüm mazlumun cennetteki yerini yüceltmektedir. Zalimler de zulmettiklerine karşılık iyilik yaparlarsa günahları silinebilir.

İslâm uleması tarihte bazı hatalar yapmışlardır. Bu hatalar bugün İslâm âleminin sefaletine sebep olmaktadır. 

a)      İslâm, Hazreti Adem aleyhisselâmdan günümüze kadar gelen bir dindir. Oysa bazı âlimler İslâm olarak sadece Kur’an ehlini anlamışlar, böylece eski dinleri İslâm saymamak gibi hatalara düşmüşlerdir.

b)      İslâm ve imanı eşit kabul etmiş olmaları sebebiyle, İslâm düzeni bir türlü yerli yerine oturmamıştır. Oysa zulüm yapmayan müslimdir, zulmü önleyen mü’mindir. Mü’min ile müslimi bir kabul ettiklerinden bazı fıkhi sorunları çözememişlerdir.

c)      Yaptıkları en büyük hata, insanları “amel” ile değil de “iman” ile mes’ul tutmaları olmuştur. Oysa iman amel içindir, tek başına iman insanı kurtaramaz. İnsan zulüm yapmamışsa sorumlu olmayacaktır. İnanarak ameli salih yapanlar ise mükafatlanacaklardır. Bilerek ve isteyerek yapılan iyilikler mükafatlanacaktır.

d)     Tabi ki hiçbir mazeret ile açıklanmayan dördüncü ve en büyük hata ise içtihat kapısının kapatılmasıdır.

Bugünkü İslâm âlemi içinde bulunduğu sefaleti bitirmek ve kurtuluşa ermek için, sünnet ve kitaba aykırı olarak oluşan bu geleneği mutlaka terk etmelidir.

Bütün dinler İslâm dinidir. Onlardaki bozukluklar sonradan gelmiş olan değişiklikler nedeniyledir. Bizim o din mensuplarından istediğimiz kendi asıl kitaplarına dönmeleridir, onları bırakmaları değil.

Diğer taraftan mü’minler, cihadı kabul eden müslimlerdir. İnsanlardan istenen müslim olmalardır. Mü’minler de mü’min olmak isteyenlerdir. Biz insanların imanları ile değil, amelleri ile ilgileniriz. Ameller onların niyetlerini tesbit eden araçlardır.

İçtihat ise mü’minin bir saniye bile terk edemeyeceği bir emirdir.

أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ(EinNaKuM FIy eLGaÜABı MuŞTaRiKUvNa) 

“Siz azabda müşteriksiniz.”

Zulmeden kimseler zulümlerini yapabilmek için çevredeki insanlardan yararlanırlar. Onlara dayanmadan zulüm yapmaları mümkün değilse, o zaman onların zulüm aracı olmuş olurlar ki; o durumda zulümde nasıl ortak idiyseler, azapta da ortak olacaklardır.

Burada ceza hukukunun temel sorunu müşterek olmaktır. Bu durumda birtakım fıkhi sorunlar ortaya çıkar.

a) Anlaşarak veya anlaşmayarak iki kimse iki kurşunu bir adama atsalar; birinci yaralar ve daha ölmeden sonra ikinci yaralarsa; birincisi yaralama, ikincisi öldürme cezası ile cezalandırılır. 

b) Hangi kurşunun önce isabet ettiği tesbit edilemezse, o zaman ikisi ayrı ayrı katil olmuş olur, ikisine de katil cezası verilir. Ancak iki diyet öderler, kısas olmaz. Yahut mağdurun beyanı ile birisine kısas, diğerine diyet hükümleri uygulanır.

c) Birinin fiili ile suç tamamlanmazsa, ikisinin birlikte fiili suçu oluşturmuşsa, bunlar da suçu birlikte işlemişlerdir. Birisine kısas, diğerine diyet hükümleri uygulanır. Birden fazla olursa da hüküm böyledir. 

d) Eğer birini bir topluluk linç etmiş ve maktulün ölümüne kimin sebebiyet verdiği tesbit edilemezse, o zaman o topuluk diyeti galizi tazmin eder.

Şimdi bir zalim karyede bulunursanız ve siz cihad yapmaz ama kendiniz zulme iştirak etmezseniz, âhirette sorumlu değilsiniz. O zulme karşı tebliğ ile cihat ederseniz, o zaman siz mü’min olursunuz. Bu cihadınız cennete gitmeniz için en büyük sebep olacaktır. O toplulukta o olmasa ve o yapmasa da, zaten o yapılacaksa, onu yapmasından dolayı sorumlu olmayabilir.

AK Parti iktidar olmayıp da başkaları iktidar olsaydı ve  o yapılanlar zaten yine yapılacak idiyse, o zaman onu yapmada insan zulmetse de sorumlu olmayabilir. Başkaları zulmedeceğine, daha adil bir şekilde daha az zulümle iş yapmak mazur görülebilir.

Özelleştirme kötü bir iştir. Ama AK Parti iktidar olmasa da onlar özelleştirilecekti. Bunlar sadece değeri ile özelleştirdiler. Bedavadan gideceğine değeri ile elden çıkarması sebebiyle sorumluluk taşımaz.

Bizim Türkiye’de kalabilmemiz için “Adil Düzen”in Türkiye’ye geleceğini ümit etmemiz gerekmektedir.

Türkiye’de pek çok tuhaflıklar olmaktadır.

a) İstiklâl Savaşımızı beklemediğimiz bir zaferle kazandık. Tam İslâmî hayata ulaşacağımızı zannettiğimiz bir zamanda, iktidarda olanlar birden bire Hıristiyanların yapmadıklarını yaptılar ve halkımızı zorla dinsizleştirmeye başladılar. Şok olduk, şaşkına döndük. Bu hiç beklenmedik bir şeydi.

b) Sonra 1950’de iktidar değişti. Bu sefer de CHP’den kurtulduk zannederken, Türkiye’ye ve İslâmiyet’e beklenmedik daha başka büyük darbeler vuruldu, bazı alanlarda CHP’nin yapmadığı zulmü DP yapmaya başladı.

c) 1960 darbesinde de böylesine beklenmedik şeyler oldu. Olanı kaybettiğimizi zannettiğimiz bir durumda, hiç de beklemediğimiz şeylerle karşılaştık. 1971 ve 1980 müdahaleleri de hep lehimizde olmuştur.

d) 28 Şubat müdahalesinde her şeyimizi kaybettiğimizi zannettik ama o dönemde de AK Parti ortaya çıktı.

Şimdi de AK Parti’yi kaybediyoruz…

Her darbeden sonra biraz daha iyi günler bizi bekliyor...

İşte biz bunun için Türkiye’deyiz, bunun için sabırla çalışıyor ve bekliyoruz. Hepimiz niyetimizle sorumlu olacağız. Amellerimizi ona göre ayarlamalıyız.

Bizim görevlerimiz nelerdir?

a)      Oyumuzu kullanırken içtihat yapıp bu “zalim düzen”de halka en az zulmedecek, devleti yıkmayacak iktidarı başa getirecek şekilde oy kullanmalıyız. Onlardan yani iktidardakilerden bu “zalim düzen”de fazla bir şey beklememeliyiz.

b)      “Adil Düzen”i uygulayarak öğrenmeliyiz... Kendimizi yetiştirmeliyiz...

c)      “Adil Düzen”i halkımıza göstererek anlatmalıyız... Ondan sonra beklemeliyiz...

d)     Allah bundan sonra “Adil Düzen”i uygulamayanları kendisi ortadan kaldırır. Biz değil, halk kendisi “Adil Düzen”i kurar. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i öğrenmek, uygulamak ve anlatmaktır. Sonrası ise bizim işimiz değildir. Medine sitelerimizi kurup o sitelerde “Adil Düzen”i uygulamamız gerekir.

أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ(EaFaEaNTa TuSMıGu elÖumMa) 

“Sen mi sağırlara duyuracaksın?”

O halde onların duymaları ile fazlaca meşgul olmayacaksın. Sen kendinle, kendi mücadelenle ve kendi işinle meşgul olacaksın. Onlar gerçek olan sözleri duymazlar.

Biz çalışmalarımızı yapıyor, yazıyor ve internet ortamında “www.akevler.org”da bunları yayınlıyoruz. Kimse gerektiği gibi okuma ihtiyacını duymuyor. Bizim bundan dolayı sıkılmamız gerekmez. Biz bize düşeni yapmalıyız. Sonrası Allah’a aittir.

www.akevler.org”u duymayan ve bilmeyen yoktur ama her nedense insanlar okuma, anlama, değerlendirme ve gereğini yapma ihtiyacını duymuyorlar.

Kendileri bilir!

Hesabı Allah görecektir.

Bizim gibi pek çok siteler vardır, dini yayınlar vardır. Onlar 1000 sene önceki İslâmiyet’i amel merhalesine getirmeden anlatmaktadırlar. Siz hiç onların televizyonlarında ve gazetelerinde İslâmiyet’in çok evlilikle ilgili, mihirle ilgili, kölelikle ilgili, muta nikâhı ile ilgili hükümlerini okudunuz mu, duydunuz mu?

Şirk derecesine varan peygamber haftasını, kutlu doğum haftasını yapıyorlar. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın doğumu kutlanacak bir gün olmadığı gibi, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın kendisinin de bir kutsiyeti yoktur. Kelime-i  şehadette de belirtildiği üzere, o sadece bir abd ve resuldür. Sömürü sermayesi insanları Kur’an’dan uzak tutmak için ne yapıyor? Ya insanlara taptırıyor yahut meallerini Kur’an yerine getirtiyor. Bizim görevimiz bunlarla uğraşmak değildir. Biz karanlığa küfretmeyeceğiz, biz sadece mumu yakacağız. Ortalık aydınlanınca karanlıklar zaten yok olacaktır. Sünneti dört delilden biri kabul etmeyip sünnetsiz nasıl İslâmiyet olmazsa, sadece sünnetle de İslâmiyet olmaz. İslâmiyet’in ana kaynağı Kur’an’dır, sünnet dahil her şey onu anlamak içindir.

أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ(EaV TaHDIy eLGuMYa)  “Veya umya hidayet edeceksin?”

Hidayet” demek, yol göstermek demektir. Gözü yoksa sen ona nasıl yol göstereceksin, kulağı yoksa sen ona nasıl duyuracaksın?

Burada “Ve” değil de “Ev/veya” olarak gelmiştir. Burada mantığın çarpma ve toplama kuralı kullanılmıştır. 

أَفَ(أَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ) أَوْ(( تَهْدِي الْعُمْيَ )(و(َ تهدى مَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ))

أ ((أَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ) أَوْ ( تَهْدِي الْعُمْيَ ))(و(ََفَ ((أَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ) او( تهدى مَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ))

افَ((أَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ) أَوْ ( تَهْدِي الْعُمْيَ ))(و(َ (تهدى مَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ)

 أَفَ((أَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ) و( تهدى مَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ)) أَوْ ( تَهْدِي الْعُمْيَ ) (و(َ (تهدى مَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ))

Bugün “ve” ve “veya” mantıkta kullanılmaktadır. Mantıkta  “ve” çarpımı, “veya” toplamı ifade etmektedir.  Bunu usulcüler ortaya koymuşlardır.

“Ve” yerine Fransızcada “et”, “ev” yerine de “ou” getirilmektedir.

İngilizcede “ve” için “and”, “veya” için “or” olarak getirilmektedir.

Batı’da bu kavram ile mantık ilmi üretilmiştir.

Burada da ikisi kullanılmaktadır. 

A +(B*C)=(A+B)*(A+C)        (A +B)*C)=(A*C)+(B*C)

وَمَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (40)  (Va MaN KAvNa FIy WaLAvLın MuBIYNın)

“Dalâlette olana sen mi hidayet edeceksin?”

Bu âyetteki “vav” “tehdî”den sonra gelen “umy”e atfolabilir, yahut “el-summ”a atfolabilir.

Kör ve sağır, kendi kusuru olmayan kimsedir. Belki suçlu değildir ama yine de sen duyuramazsın.

Şimdi “Adil Düzen”i benimsemeyen iki çeşit insan vardır.

Birincisi “Adil Düzen”i duyacak ve anlayacak durumda değildir. Yaratılışı ve bilgisi “Adil Düzen”i duyacak ve anlayacak seviyede değildir. O suçlu değildir ama o duymayacaktır. Burada köre göstermeyeceksin, sağıra da söylemeyeceksin. Köre göstererek anlatacaksın, sağıra da anlatarak duyuracaksın. Bu sebepledir ki yalnız yapmak yetmez, yapılanları açıklayacaksınız. O zaman körler de görmüş olurlar. Anlatılanları yapacaksın, o zaman onlar da görerek anlayacaklar.

Burada “ev/veya” kelimesinin kullanılmasından dolayı, yalnız söyleyerek, yalnız göstererek tebliğ yapmanın caiz olduğu ifade edilebilir. Ama sen ikisine de sahip olacaksın. Dalalette olanlar, açıkça ve bile bile dalalette olanlar duymazlar.

Burada iki yoldan hangisini seçeceklerine karar verme durumunda olacaklardır. Biz cihadımızı halkla değil, düzenle; düzenin düzelmesini istemeyenlere karşı yapacağız.

AK Parti’ye sormalıyız:

a)      Ülkenin çelişkili kanunları var mıdır? Halk bu sebeple ne yapacağını bilmediği için zulme uğramıyor mu? Senin bu kanunları değiştirecek gücün yok muydu? Neden onları değiştirmedin de, okumadığın ve anlamadığın kanunları Türkçeye aktarmak ve meclisten geçirmekle meşgul oldun!

b)      Senin memurların kanunları bilmeden ve anlamadan, zalimlerin baskısı altında, zulümle hükmetmiyorlar mı, zulümle muamele etmiyorlar mı? Bunları bilmiyor musun? Neden bunlara çare aramadın? Kanunlara uymayan görevlileri neden kanunlara çekecek düzeni getirmedin? Meclis, emperyalistlerin Türkiye’yi yıkma emelleri içinde iktidarını sürdürmeye çalışıyor!

c)      Ülkemizde yargılama onlarca sene sürüyor ve en sonunda esastan değil, usulden karara bağlanıyor. Yani borçlu ölüyor ama mahkeme ise senelerce devam ediyor. Anayasa ekseriyetini aldın, bu durumu neden düzeltmedin? Hakemlik sistemini neden getirmedin?

d)     Ülkede kayıtsız ekonomi yok mu, bunu bilmiyor musun? Buna sebeb olan da ülkedeki düzensizliktir. Kanunların ağır vergiler koyması, bürokratların halkı ezmesi karşısında halk ne yapıyor? Halk çareyi kayıttan kaçmakta ve kayıt dışına kaymakta buluyor. Bir muhasebeci olarak hesap tutamazsınız. Çünkü siz doğru dürüst adamsanız, vergi kaçırmaz ve olmayan hayali kayıtlar tutmazsınız. O zaman da hiç kimse size hesap yaptırmaz, defter tutturmaz. Dürüst avukatsan, kimse sana dava getirmez. Dürüst mühendissen, kimse sana proje yaptırmaz. Çünkü sen yalan söylemezsin, yalan yazmazsın. Namuslu insanları aç bırakmaya ne hakkınız vardır? Bütün bunları bilmiyor musunuz?!.

Hiç bilmez olurlar mı?

Kendileri bu yolsuzlukları yapa yapa oraya geldiler.

Akevler ise bunları yapmadığı için kenarda sıkışmış duruyor...

Açık dalâlet budur.

İşte biz onlara da bir şey duyuramayız. 

Onlar da bizzat kendileri dalâlet içine bile bile girmişlerdir.

Demek ki, ister doğuştan kör veya sağır olsunlar, ister sonradan kendi istekleri içinde açık dalâlete düşsünler... Sen onlara bir şey duyuramazsın. 

Peki, bu durumda ne yapmalısın? 

İşte bunsan sonraki âyetlerde bizim ne yapmamız gerektiği anlatılacak, bizim gideceğimiz yolu bize gösterecektir.

 

 


ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ(43.SÛRE)
1-1 VE 10.AYETLER
1547 Okunma
2-11 VE 17.AYETLER
1454 Okunma
3-17 VE 22.AYETLER
1374 Okunma
4-23 VE 28.AYETLER
1432 Okunma
5-29 VE 33.AYETLER
1463 Okunma
6-34 VE 40.AYETLER
1576 Okunma
7-41 VE 47.AYETLER
1268 Okunma
8-48 VE 53.AYETLER
1381 Okunma
9-54 VE 60.AYETLER
1384 Okunma
10-61 VE 65.AYETLER
1729 Okunma
11-66 VE 73.AYETLER
1731 Okunma
12-74 VE 83.AYETLER
1277 Okunma
13-84 VE 89.AYETLER
1778 Okunma
14-1 ve 14.ayetler(YENİ USÜL OKUMA DENEMESİ)
1480 Okunma