ŞÛRA SÛRESİ TEFSİRİ(42.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1475 Okunma
36 VE 43.AYETLER

ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 12

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَمَا أُوتِيتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا عِنْدَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَى لِلَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ(36)وَالَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَإِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَ(37) وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ(38)وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمْ الْبَغْيُ هُمْ يَنْتَصِرُونَ(39)وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ(40)وَلَمَنْ انتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ فَأُوْلَئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَبِيلٍ(41)إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(42) وَلَمَنْ صَبَرَ وَغَفَرَ إِنَّ ذَلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ(43)

فَ   (Fa)  “Ve”

Fe” harfi “ve” harfi gibidir. “Ve”de sıra sözkonusu olmadığı gibi, birlikte olması şartı da yoktur. “Fe”de ise iki pay peş peşe bitişik olarak olmuştur. Cümleler birbirine atfedildiğinde “ve”de biri diğeri ile ilgilidir. Ama biri ile diğeri arasında sebep sonuç ilişkisi yoktur. “Fe”de sonraki cümlenin ilk cümle ile ilişkisi vardır. Birinci ikincisinin sebebi olabilir. Buna sebep “Fe”si diyoruz. Yahut ikincisi birincisinin açıklaması olur. Buna Fa-i tafsiliye diyoruz. 

Bundan önceki âyetlerde Allah’ın âyetlerinden bahsediliyordu. Bilhassa olayların gelecekte benzerinin olacağına âyet olduğu bildiriliyordu. Nasıl trafik işaretleri insanlara gidecekleri yolları gösteriyorsa, müsbet ilimle tesbit edilmiş doğa olayları da İlâhi kanunları gösterir. Böylece her doğa kanunu bir âyettir. Çünkü bize gelecekte ne olacağını belirtir.

Ondan sonra “Fa” harfi getirilerek doğanın kanunları niçin böyledir, Allah niye bu kâinatı var etti; işte bu âyetler de onu anlatmaktadır. Daha önce anlatılanların bize verilenlere sebep olduğunu ifade eder. Yani kâinat sizin için yaratıldı denmiş oluyor. Ondan sonra da işe yaradığı bildirilmektedir.

Fa” harfi kânatın insan için yaratıldığına işaret için getirilmiştir.

مَا أُوتِيتُمْ مِنْ شَيْءٍ

(MAv EUvTIyTuM MiN ŞaYEin) 

“Her şeyden size ne ita edildiyse.”

Kâinat yaratılmış ve onun nimetlerinden gerekli olan şeyler verilmiştir. Bizden başka cinler, melekler ve ruhlar da yaratılmıştır. Kâinattan onlar da yararlanmaktadırlar. Bu kâinat 13.7 milyar yıl önce yaratılmıştır.

Kâinatın ömrünü nasıl tesbit ederiz?

  1. Kâinat büyümektedir. Bugün bu büyümeyi ölçüyoruz. Işık hızına yakındır. Bugün çapını da ölçüyoruz. Böylece çapını ışık hızına bölersek kânatın yaşı ortaya çıkar. En çok bu kadar yaşında olur deriz. Bunu şöyle ifade edebiliriz. Madem en büyük hız ışık hızıdır, ondan daha fazla hızla büyüyemez.
  2. Her maddenin iki hızı vardır. Kendi hızı ve dalga hızı. Bunların çarpımı ışık hızının karesi etmektedir. Bir cismin kendi hızı ile dalga hızının çarpımının sabit hızın karesine eşit olması için büyüme hızının ortak hıza eşit olması gerekir.
  3. Güneşin ve diğer yıldızların hidrojenleri tükenmektedir. Tükenen miktar hesaplanıyor. Oran da bilindiğinde yıldızın yaşı belirleniyor. Kâinat en yaşlı yıldızdan daha yaşlı olamaz.
  4. Yeryüzünde taşların ömürleri ölçülebiliyor. Yerin yaşı tesbit edilebilir. Galaksilerin oluşması ve yerin soğuması da hesaba katılarak bir yaş bulunur.

Kâinat yaratıldığı gibi kâinatın ömrü de hesaplanabilmektedir. Entropinin büyümesi ile geçmiş ve gelecek tahmin edilebilmektedir.

İşte bu kâinat ölümlüdür.

Kâinat yaratılmıştır, insan da yaratılmıştır.

Kâinatın da ömrü vardır, insanın da ömrü vardır.

O halde her ikisi üzerinde düşünelim; bunlar niçin yaratılmıştır?

فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا

(Fa MaTAGu eLXaYATi elDüNYAy) 

“Dünya hayatının metaıdır.”

Yani geçici hayatın araçlarıdır.

Bu dünyada verilen hiçbir şey âhirette işe yaramayacaktır. Ne bedenimizin, ne çevremizin, ne de ruhumuzun elde ettiği şeyler orada bir işe yaramayacaktır. Ancak verilen kimselerin elde ettikleri ruhi kazanım onların olacaktır.

Meta” kendilerinden yararlandığımız şeylerdir.

Meta” uzun zaman kendisinden yararlandığımız her şeydir.

“Menfaat” ise geçici olarak elde ettiğimiz çıkardır. O anda işimize yarar, ileride bir işe yaramaz olabilir, zararlı da olabilir. “Meta” ise tümünü içerir.

Mesela, bir elma yerseniz size menfaat verir, o anda açlığınızı giderir. Ama onun meta olması için sindirilmesi ve size besin olması gerekir. Menfaat cüzlerden ibarettir. Meta ise bir entegrasyondur.

Üretimde menfaatler sözkonusudur. Çünkü paylar sağladığınız menfaatlerle ilgilidir. Ama tüketimde ise temettü önemlidir. Parça parça menfaatlerin toplamı meta olmaz. Menfaatlerin birlikte bulunması meta oluşturur.

Dünyada ne varsa hepsi dünya metaıdır. Bunların hiçbirisi âhirete yaramaz. Bunun çok önemli mânâsı vardır. Allah bize bunu yapın demişse, onun bize bu dünyada da yararı olduğu için demiştir. Sırf âhirette yarayacak bir şeyi bize emretmemiştir. Dolayısıyla bütün emirlerde illetlerin yanında hikmetleri de aramak zorundayız.

“Adil Düzen” Kur’an’dan öğrenilmiştir. Ama biz hiçbir zaman Kur’an’da vardır, onu yapalım, âhirette işimize yarar demiyoruz. Kur’an’da vardır. O halde bu dünyada da işimize yarar demek isteriz. Bu sebepledir ki “din” olarak Kur’an yalnız mü’minleri davet eder. Oysa “düzen” olarak, Kur’an görüşü olarak tüm insanları davet eder.

“Adil Düzen” âhireti kazanmanız için değil, dünyamızda yararlanmamız için emredilmiştir. Yani ilim Kur’an’ın dediklerini tasdik eder. İşte biz bunu yapıyoruz.

Biz insanları “İslâm dini”ne değil, “İslâm düzeni”ne çağırıyoruz. İslâm dinine çağırma ilim adamlarının işi değildir; o din adamlarının işidir. M. Şevket Eygi ile anlaşamadığımız nokta burasıdır. O İslâmiyet’i lâik anlıyor, yalnız din anlıyor, dolayısıyla dindeki hükümleri dışında Kur’an’a bir fonksiyon vermiyor. Bize ilmihal yeter diyor. Diğer ilim, siyaset ve ekonomi sahasında ise lâik anlayışa gerek yoktur. Mason taifesi o işleri nasılsa yürütüyor. S. Demirel yeter; N. Erbakan’a gerek yok. Erbakan da Demirel gibi İslâm şeriatı ile değil de, İslâm dini ile uğraşmalı, siyasetten uzak durmalıdır. Müslümanlar da ekonomiden uzak durmalıdır. TÜSİAD’çılar yeter. Şimdi M. Şevket Eygi bana ‘yalan söylüyorsun’ diyecek ama, ‘ilmihal yeter’ dediği zaman neleri söylemiş oluyor? İşte bunları söylemiş oluyor.

وَمَا عِنْدَ اللَّهِ  (Va MAv GıNDa elLAvHı)

“Allah’ın indinde olan”

Sizin için ayırdığı ama şimdilik size bu dünyada vermediği şeyler yani âhiret için olan şeyler demek oluyor. Daha hayırlıdır, daha bakidir demekle, o Allah’ın indinde bizim için olan şeyler demektir. Dünya metaı geçici metadır. Öldüğümüz zaman oraya hiçbir şey götürmeyeceğiz. Bedenimizi de burada bırakacağız. Kendimiz ve hepsi çürüyüp toprak olacaktır. Sonra dirileceğiz. Orada Allah’ın indinde olanlar verilecek, daha doğrusu onlar bizim olacaktır. Bu dünyadaki bedenimize benzeyen bedenimiz olacaktır; ancak ölümsüz ve hastalıksız olacaktır. Bu dünya hayatından daha ileri hayat olacaktır. O hayatınız için ne varsa hepsi bizim için orada durmaktadır. Yani bu dünyada verilenlerden yararlanacağız. Bu dünyanın ihtiyaçlarını gidereceğiz. Ama aynı zamanda âhirette de buradaki ihtiyaçlarımızı O’nun istediği gibi giderirsek daha iyisini bulacağız.

Yukarıda anlattığı evrim kanunlarını ve bizim yaşadıklarımızı burada şimdi noktalamaktadır.

Bu evrim kanunları niçin vardır?

İnsanlar niye bu akışta yerlerini almışlardır?

Bu dünyanın yaratılış hikmeti âhirette bizi cennete ulaştırmadır. Kendi çabamızla ve emeğimizle oraya varmaktır. İnsanı da eğite eğite yüceltmedir. İnsan böylece bir dereceye kadar Allah’a muhatap olmakta, O’nunla görüşecek seviyeye yükselmektedir. Bu çilelerden geçmeyen melekler ise ahsen-i takvim üzerine yaratılmış ve tekrim edilmiştir, insan seviyesine ulaşmamaktadırlar. Ne var ki insan bu üstün seviyesini koruyamadığı zaman da esfel-i safiline düşmektedir.

خَيْرٌ وَأَبْقَى (PaYRun Va EaBQAv) 

“Daha hayırlı ve bâkidir.”

Demek ki dünya metaıdır, hayırdır. Ama âhiret hayatı daha çok hayırdır. Böylece dünya hayatının kötü olduğu şeklinde bir anlayış vardır. Bu âyet dünya hayatının da hayır ve bâki olduğunu, âhiret hayatının ise daha hayırlı ve daha bâki olduğunu söylemektedir.

Burada daha hayırlı olduğu ifadesi kolay anlaşılır. Ama âhiret hayatının daha baki olduğu sözünü anlamada zorluk vardır. Dünya hayatı hayırlıdır. Âhiret hayatı daha hayırlıdır cümlesinde bir zorluk yoktur. Sadece dünyayı hor görme şeklindeki geleneğe bu ifade uymuyor. Dünya leştir, talip olanı köpektir diyenlere bu âyet uygun düşmüyor. Dünya da hayırdır, âhiret de hayırdır, ama âhiret dünyadan daha hayırdır. Dünyayı tercih etmek anlamında hadis olarak rivayet edilen doğru olabilir.

Ebka” kelimesi çok daha zor anlaşılır. Çünkü “baki” sürekli demektir, sonu olmayan demektir. “Ebka” daha sonu olmayan demektir. Bunu anlamak çok kolay değildir. Önce matematikte sonsuzların da sonsuzları vardır. Biri sıfıra bölersek sonsuz elde ederiz. Sıfırın karesine bölersek sonsuzun sonsuzunu elde ederiz. Çünkü sonsuzun sonsuza bölümü bir sayı ettiği halde, buradaki sonsuzun sonsuza bölümü sıfır eder. Yani kareli sonsuz ebkadır. Basit olarak izah etsek; biz cennete gidemiyoruz ama cennettekiler buraya gelebiliyor. Ne var ki bu dünya da bakidir, yani biz buraları terk ettiğimizde buralar yok olmayacaktır. Dolayısıyla burası da baki ama âhiretten farklı bizim için geçici. Bizim için artık bizim de terk etmeyeceğimiz bir dünya olacağı için ebkadır. Ebka sözü ile bu dünyanın da baki olduğunu bildirmiş olmaktadır. Dört boyutlu uzayla bu ifadeler ilmen sabit olmuştur.

Âhirette de baki olan vardır, ebka olan vardır.

Mü’minlerin cenneti müslimlerin cennetinden daha ebkadır.

Aralarında acaba nasıl bir fark vardır?

Bu konuyu daha iyi çözebilmemiz için Kur’an’ı yeniden ele alıp bu nokta düşünülerek baştan sonuna kadar Kur’an âyetleri tetkik edilmelidir. Bugünkü ilimleri de bilerek tetkik etmek gerekir. İlim devamlı gelişmekte olduğu için Kur’an’ın her gün yeniden okunması ve mânâlandırılması gerekmektedir.

Ebka” kelimesi bize yepyeni bir ufuk açmaktadır.

لِلَّذِينَ آمَنُوا (LilLaÜIyNa EAvMaNUv) 

“İman etmiş olanlar için.”

Evet, Allah’ın indinde olan hayat iman etmiş olanlar içindir. Yani bu dünyada ne verilmişse mü’min ve müslime verilmektedir. Allah’ın indinde olan ise âhiret için saklanmıştır. Mü’minler içindir. Yani bu dünyanın doğal kanunları vardır. Kişinin mü’min olup olmaması değişmez. Ama mü’minler olarak âhirette Allah’ın indinde olanları bulmuş oluyorsunuz. Bu dünyada insanlar arasında adalet yoktur. Adalet âhirette gerçekleşecektir. İman edenler için âhirette Allah’ın indinde daha hayırlı ve daha ebka vardır.

وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ(36)

(Va GaLAy RabBiHiM YaTaVakKaLUNa) 

“Ve Rablerine tevekkül ediyorlar.”

Yalnız iman yeterli değildir. Aynı zamanda tevekkül şartı getiriliyor.

Vekletmek” yüklenmek, onun üzerine binmek demektir. Yani ona teslim olmak anlamına gelir. Allah’a iman edecek ve ona tevekkül edecektir. Bu çok zor görülüyor.

Biz 1960’larda Demokrat Parti’den ümidi kesince, bağımsız adaylıkla olsa da siyasete girmemizi düşündük. O’na tevekkül ettik. Herkes ayağa kalktı ve bu hareketin yanlış olduğunu savundu. Herkese göre Adalet Partisi’nde toplanmalı ve zar zor yaşamamıza devam etmeliydik. Erbakan bize katıldı ve sonunda bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız.

Bugün de AK Parti, Saadet Partisi, Risale-i Nur şakirtleri ve İlâhiyatçılar hâlâ “Adil Düzen”e inanmıyorlar. Hâlâ Allah’ın galip geleceğine inanmıyorlar. AK Parti’nin yanlış yolda olduğunu bile bile onun peşine takılıp gidiyorlar. AK Parti iktidardadır. Herkes onlara karşı takiyye yapması gerekirken, tersi oluyor; hâlâ AK Partililer takiyye yapıyorlar. AK Parti dişlerini göstermedikçe takiyye yapmak zorundadırlar.

Bugünlerde Beşir Atalay bu memlekete yıllarca kan kusturmuş solcu yazarlarla görüşme ihtiyacını duyuyor da, Erbakan’la görüşme ihtiyacını duymuyor! Bizimle görüşmek aklından bile geçmiyor! Çünkü İçişleri Bakanı olmuş ama hâlâ takiyye yapıyor.

İşte, iman etmek yeterli olmuyor. Allah’a tevekkül etmek gerekir. Bu dünyayı kaybedebilirsiniz ama Allah’ın indinde sizin için hazırlanmış olanlara sahip olursunuz.

Âhirette daha hayırlısını ve daha bakisini bulacak zümreleri Allah bu âyette zikrediyor.

Birinci grup iman edip Allah’a tevekkül edenler.

İkinci grup büyük günahlardan sakınanlardır.

Üçüncü grup “Adil Düzen” içinde yaşayanlardır.

Dördüncü grup ise “Adil Düzen”i savunanlardır.

“Adil Düzen”i ortaya koyanlar. “Adil Düzen”i ortaya koymamakla beraber sabredip İslâm ahlâkında ve şeriatında yaşayanlar. “Adil Düzen” geldikten sonra gereklerini yerine getirenler. “Adil Düzen”e saldırı olunca savunmaya katılanlar.

İman etme ve tevekkül etme en büyük mertebedir.

***

وَالَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ

(Va elLaÜIyNa YaCTaNıBUvNa) 

“İçtinab eden kimseler için”

Bunlar iman edip tevekkül etmemişlerdir ama o zulüm düzeninde herkes ipsiz sapsız ahlâksız bir hayatı sürdürürken, bunlar büyük günahlardan ve fuhuştan kaçınmışlardır. Kendi ahlâklarını korudukları gibi çocuklarının da ahlâkını korumuşlardır.

Bu hususta tarikatlar birinci derecede rol oynamışlardır. İslâm düzeni ortadan kalkıp halkın şeriatla ilişkisi kesildikten sonra, tarihte devreye tarikatlar girmişlerdir. Bunlar halkın ahlâkını korumuşlardır. Böylece ileride oluşacak İslâm düzenine hazırlık olarak cemaati ayakta tutmuşlardır.

İnkılaplar döneminde Türkiye’de yalnız İslâm dinine saldırılmamış, aynı zamanda insanlık ahlâkına saldırılmıştır. Yalnız Türkiye’de değil, dünyada böyle olmuştur. Bu saldırı hâlâ devam etmektedir. İnsanlar içki içmeye zorlanmıştır. İnsanlar serbest cinsi ilişkiye zorlanmıştır. İçki içmeyen ve baloya gelip dans etmeyenler devlet memurluğundan uzaklaştırılmış, iş yapmalarına izin verilmemiştir. İnsanları ahlâklı tutar diye dini okullar kapatılmıştır. Tarikatlar yasaklanmıştır. Bale okulları açılmıştır. Tüm basın-yayını ve her türlü neşriyat cinsi istismara istinat ettirilmiştir.

İşte bu baskılara rağmen o zaman ehli tarikat cemaatlerini bütün bu kötü yollardan alıkoymuştur. Yarım asırdan sonra baskılar gevşemiştir. Türkiye’de tarikatlar hâlâ yasaktır ama varlıklarını sürdürmektedirler. Bu tarikatlar “Adil Düzen”e karşı çıkmaktadırlar ama cemaatlerinin ahlâklarını korumaktadırlar. Biz bu sebeple onlara duacıyız ve destekliyoruz. Onlar bize karşı olsalar da biz onları destekliyoruz.

Demek ki birinci “Ellezîne”de Adil Düzen Çalışanlarından bahsetmektedir. İkinci “Ellezîne”de “Adil Düzen”le ilgilenmekle beraber, cemaatlerini kötülüklerden alıkoyan tarikatlardan, Gülencilerden ve İlâhiyatçılardan, hattâ Millî Görüşçülerden bahsetmektedir.

Adil Düzencilerin işi kolaydır. Kötülüklerden kendilerini koruyan bir halka sahiptirler.

كَبَائِرَ الْإِثْمِ  

(KaBAEiRa elEiÇMi) 

“İsmin kebairinden.”

Fıkıh kitaplarında, hadis kitaplarında bunlar sayılmıştır. Biz de sayalım.

  1. Birinci büyük günah şirktir. Yani Allah’ın kanunlarını beğenmeyip onu düzeltmeye kalkışanların yanında olmak. Bununla şunu demek istemiyorum; Osmanlıların kanunları Allah’ın kanunlarıdır da Cumhuriyetin kanunları değildir. Allah kendi kanunlarını mukaddes kitaplarla bildirdiği gibi ilim yoluyla da bildirmiştir. Büyük Millet Meclisi üyeleri kanun yaparken kendilerinin tanrı olmadığını biliyorlar. Kâinatı var eden Allah’ın isteği böyledir deyip oy kullanırlarsa bunlar da şirk içinde olmazlar. Eğer bir insan karar verirken doğrusu budur diye karar verirse, o Hakka inanmıştır ve şirk içinde değildir. Ama karar verirken ben böyle istiyorum, başkaları bana uyacak diyorsa, o müşriktir. Allah inancını koruyan ehli tarikat böyle düşünenleri devre dışı etmiştir. Daha mücerret hâle getirmek için yargı kararlarına teslim olan kişi müşrik değildir. Yargı kararlarını tanımak istemeyenler ise müşriktir.
  2. Büyük günahlardan ikincisi zinadır. Zina aile müessesesini yıkar. İffetini koruyan kadın ve erkek büyük günah işlememiş olur.
  3. Üçüncüsü ise hırsızlıktır. İnsanların hak ve hukuku mülkiyete dayanır. Gizli olarak mülkiyete taarruz en büyük günahlardandır.
  4. Yalandan şehadet de büyük günahlardandır. Çünkü adalet dolayısıyla nizam şehadete dayanır.
  5. Haksız yere adam öldürmek de büyük günahlardandır.
  6. Suç iftirası.
  7. Faizli işlemler.
  8. Savaştan firar.
  9. Uyuşturucu kullanmak, sarhoş gezmek.
  10. Kumar oynamak.

Cemaatler ve tarikatlar insanları bu günahları işlemekten alıkoymuşlardır. O cemaatler bunlardan uzak durmuşlardır.

Fuhuş ise büyük günahları ve diğer günahları meşrulaştırıp alenen işlemektir, meslek hâline getirmektir. Genelevi açmak fuhuştur. Rüşvet şebekesi oluşturmak fuhuştur. Vergi kaçırma şebekesi kurmak fuhuştur.

İşte tarikatlar, İlâhiyatçılar, Gülenciler hep bunlara karşı savaş açıp Türk halkının bozulmasını önlediler.

    (Va eLFaVAvXıŞa) وَالْفَوَاحِشَ

 “Ve fuhuşlardan”

Fuhuş bir suçun alenen, suç saymadan işlenmesidir. Büyük günahlardan ve suçu mubahlaştıran, sanat hakline getiren durumdan ictinab ederler. Suçu teşvik etmek, örgütlü suç işlemek fuhuştur. Zina bir suçtur. Zina müessesini işletmek fuhuştur. Bu gün devlet resmen fuhuş yaptırıyor. Başkası yaparsa cezalandırıyor. Bir taraftan büyük günahlardan sakınılacak diğer taraftan günah büyük olmazsa bile örgütlenerek işlenmeyecektir.

وَإِذَا مَا غَضِبُوا(Va EiÜAv MAv ĞaWıBUv)

“Gazap ettiklerinde”

Hislerle hareket etme vardır. Akılla hareket etmek vardır. Kin ve gazab değil de akıl ne gerektiriyorsa o yapılır. Bizim PKK’lılara kızmamız onlardan intikam almamız gerekmez. Gazap etmemiz saldırmamızı gerektirmez. Bahçeli’nin kızgınlığı kin değildir. Ülkeyi bölme faaliyetidir.                       

 (HuM YaSTaĞFiRUvNa) هُمْ يَغْفِرُونَ(37)

“Onlar mağfiret ederler.”

Onlar bağışlarlar. Düşmanı yatırmış, kılıcını çekmiş, öldürecekken adam yüzüne tükürmüştür. Öldürmüyor. Çünkü belgi kızdığım için öldürüyorum. Burada çok önemli bir emir vardır. Ceza intikam için değildir. Kızdığımız için ceza vermiyoruz. Caydırıcılık maksadı ile cezalandırıyoruz.

Bu ayetin bugünlere gelmesi bize çok şeyi anlatmaktadır.

 

وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ

(Va elLaÜIyNa eSTaCaBVu LiRabBiHiM)

“Rablerine isticabe ettiler.”

Evet, “Adil Düzen” için savaşmadılar. Evet, zulüm dönemlerinde tarikatlarda yer alıp kendilerini koruyamadılar ama; “Adil Düzen” geldiği zaman daveti kabul edip kötü alışkanlıkları bıraktılar. Sigarayı bir daha ağızlarına almadılar.

Bunlar da üçüncü gruptur.

“Adil Düzen” geldiği zaman “Adil Düzen”e uyan kimselerdir.

Yukarıdakiler iki gruba ayrılmıştır. Zulüm düzeninde halkın imanını ve ahlâkını koruyanlar ve “Adil Düzen”i getirmek için çalışanlar. “Adil Düzen” geldiğinde ise “Adil Düzen”in kurallarına uyanlar da üçüncü grup insanları oluştururlar.

وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ

(Va EaQAvMUv elÖaLAvTa) 

“Ve salâtı ikame ettiler.”

Namazlarını şeriata uygun olarak ikame ederler. Beş vakit kılarak günde beş defa toplanırlar.

“Adil Düzen” iki müesseseye dayanır; namaz ve zekât.

Namaz tüm hayatımızı düzenler. Bu sefer beş vakit namazlara uyarlar.

Biz ocakları ve bucakları serbest bırakıyoruz. Onlar ister namaz kılar ister kılmaz. Toplantılar yapar, meşveret eder veya etmez. Biz bir baskı uygulamıyoruz, her bucağı kendi yönetiminde serbest bırakıyoruz.

Sonra hicret demokrasisini getiriyoruz. İsteyenler istedikleri bucaklara taşınabilirler. Hicret edenlerin mallarını devlet satın alır. Hangi bucak gelişirse o başarılı olur.

Bize göre namaz kılan bucak ve ocaklar başarılı olurlar.

Bucakların başarılarını nasıl ölçeceğiz?

  1. Metrekare başına düşen nüfus ne kadar olursa o bucak o kadar gelişmiştir.
  2. Ortalama ömür. Ortalama ömür ne kadar büyükse o bucak o kadar gelişmiştir.
  3. Saat başına yapılan buğday üretimi  ne kadar çoksa o bucak o kadar gelişmiştir.
  4. İşlenen suç oranı ne kadar azsa o bucak o kadar gelişmiştir.
  5. Fakirlik sınırı bucağın gelişmişliğini gösterir. Fakirlik vasat servettir.
  6. Yoksulluk sınırı bucağın gelişmişliğini gösterir.
  7. Bucaktaki üniversite mezunu da bucağın gelişmişliğini gösterir.

İşte Kur’an okutan bucaklarla içkiye alışan bucaklar daima karşılaştırılabilir. Kur’an okumayı yasaklayan zihniyete sahip olanların başlarını koparıp idam etmek gerekir.

Ne yazık ki Türkiye hâlâ başları koparılacakların talimatı ile Kur’an tefsirini yasaklamaya devam ediyor. Dikkat edin, biz Kur’an okumayanlara bir şey demiyoruz, söylediklerimizi bize Kur’an okutmayanlar için söylüyoruz.

İşte onlara göre “Adil Düzen”de Kur’an okutan siteler çocukların beyinlerini bozacakları için bucaklarında başarısız olacaklar ve sonunda yaptıklarını bırakacaklardır. Ancak buna kimse otel odalarında karar veremez.

وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ

(Va EMRuHUM ŞUvRAy BaYNaHuM)

“Ve beynlerinde işleri şura iledir.”

Namaz kılındığında selam verilince işi olan kimse oradakilere danışır. Onlardan aldığı görüşlere göre kendisi karar verir. Danışmak farzdır. Ama kararı sen kendin vereceksin.

Beynehum” kelimesini kullanarak beş vakit namaz kılan cemaat birbirlerine danışacaktır. En çok Cuma namazı kılan cemaat danışacaktır. Kimse kendi cemaati dışında bir yerlere danışmayacaktır. Avrupa Birliği’ne danışmayacaktır. Ankara’ya danışmayacaktır.

İşte, “yerinden yönetim ilkesi” budur.

Bununla beraber tüm ilgililere, konuklara, bütün il halkına danışır. Şura aynı zamanda insanların birbirlerinin sorunlarını bilmesini sağlar. Herkes kendisi karar alır ve çözüm olarak uygular. Böylece deneme yapılmış olur. Birbirlerinin denemesinden yararlanmış olurlar. Herkes kendi çözümünü uygulamakla denemeler çeşitli olmuş olur.

Demek ki istişare yalnız istişare eden için değil, topluluğun oluşmasına ve topluluk için de yararlıdır. İstişare müessesesi genişletilebilir.

Bir bucak başkanı istişare yapacağı zaman semt başkanlarını çağırır veya yazar, onlarla istiare eder, meseleleri izah eder. Yazılı metni verir. Onlar da aşirete ve yöneticilere sorunu izah ederler. Kendileri konuşurlar. Aşiret başkanları sadece dinlerler. Aşiret başkanları da sorunu cemaatlerine anlatırlar. Böylece bucak başkanının istişaresi bütün halka arz edilmiş olur. Sonra herkes kendi dayanışma ortağına, dinî veya ilmî veya meslekî veya siyasî dayanışma sorumlusuna görüşünü iletir. Onlar toplantıda başkana tek görüş olarak iletirler. Başkana görüşlerini iletirlerken açık olur. Halk kendi sorumlularının görüşlerini doğru iletip iletmediğini kontrol eder. İletemiyorsa dayanışma sorumlusunu değiştirir. Böylece bucak başkanı tüm halkı ile istişare etmiş olur.

Benzer şekilde il başkanı ilçe yöneticilerine, ilçe yöneticileri bucak başkanlarına, bucak başkanları semt sorumlularına iletir. Onlar ocak başkanlarına, onlar da halka iletirler. Onlar bucak dayanışma sorumlularına, onlar da il dayanışma sorumlularına iletmiş olurlar. Böylece il başkanı bütün halkıyla istişare etmiş olur.

Devlet başkanı da benzer şekilde bölge sorumlularına, onlar il başkanlarına, böylece halka kadar iner ve sorar. İşte halk oylaması budur. Halkla istişaredir.

Bu istişarede oy şeklinde, evet-hayır şeklinde soru da sorulur. Ancak sandığa atılmaz, herkes dayanışmasına bildirir. Halk dayanışmaları denetleme imkanına sahiptir. Beğenmezse sorumlusunu değiştirir. Ocak, bucak, il veya devlet başkanını beğenmezse yerini değiştirir.

İşte hicret demokrasisi budur. 

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ(38)

(Va MimMAv RaZAQNAvHuM YuNFIQUvNa) 

“Rızıklandırdıklarımızdan infak ederler.”

İnfak etmek” harcamak demektir. Kendi evine harcamak da infaktır, başkalarına vermek de infaktır, üretim için harcamak da infaktır. Bedeni faaliyetlerini namazla, mâli faaliyetlerini zekâtla düzenlerler. Birlikte çalışırlar, bölüşerek tüketirler.

Topluluk böyle oluşur.

“Adil Düzen” budur.

Bunlar üçüncü grup insanlardır.

“Adil Düzen” içinde “Adil Düzen”in kurallarına uyarlar.

Bugün ne yapacaklar?

Bugün de bugünün düzenine uyacaklar. Ya o bucağı, o yönetimi terk edecekler, ya da oradaki düzene uyacaklar. Yalnız herkes uyarsa uyacaklar. Herkes vergi kaçırıyorsa onların uyması gerekmez. Herkes rüşvet veriyorsa onların vermemesi gerekmez. Ne var ki mü’minler herkes yaparken bile yapmamaya çalışırlar. Bu grup mü’minler grubu değil, müslimler grubudur. Bununla beraber zulüm düzeninde insanların büyük günahlardan da kaçınmaları yahut hicret etmeleri gerekir.

***

وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمْ الْبَغْيُ

(Va elLaÜIyNa EiÜAv EAÖAvBaHuM eLBaĞYu) 

“Bağy kendilerine isabet ettiğinde.”

Burada dördüncü grup insanlardan bahsetmektedir. Bağy kendilerine isabet ettiğinde denmektedir. Bu bağy iki şekilde olur. Dışardan gelen saldırıdır. Yahut iç isyandır. Hangisi olursa olsun, bunlar ancak dayanışma ile çözülür. Bu görev de müslimlere değil de mü’minlere düşer. Onun için bunlar ayrı grup olarak sayılmıştır. “Adil Düzen” geldikten sonra nöbet tutan gruptur bunlar. Bunlar bağya karşı intisar eden kimselerdir. Başta sayılan mü’minler ise “Adil Düzen”i getirmede gösterdikleri faaliyetlerdir. Buradakiler ise “Adil Düzen” kurulduktan sonra nöbetleşe onu koruyanlardır. Biz mü’miniz. Madem ki “Adil Düzen”i getirmeye çalışıyoruz; ilerisinin mü’miniyiz. Ama biz şimdilik insanlığın güvenini sağlayamıyoruz. Ama o güveni sağlayacak çalışma içindeyiz. Bir gün gelecek bu çalışmalar sebebiyle “Adil Düzen” gelecek, insanların güveni sağlanacaktır.

Bugünkü asker, bugünkü jandarma, bugünkü polis, bugünkü zabıta sağlayamıyor mu?

Evet, sağlayamıyor.

Neden?

  1. Ordu sadece dış savunmasını yapacak şekilde eğitildiği halde, iç güvenlikte görevlendiriliyor. Mesleği bu olmadığı için başaramıyor ve ayrıca bir takım zulümlere sebep oluyor.
  2. Jandarma teşkilatının kendi il halkından oluşması gerekirken, başka illerden gelenlerden oluşturuyor. Bu da ülke halklarını birbirine düşman ediyor.
  3. Hukuk düzeninde suç işlenir. Önlenmez. Polis tahkik eder ve suçlulara ceza verilir. Oysa bugün polis suç işlemesini önlemeye çalışmaktadır. Toplum polisi hukuk düzeninde yoktur. Askeri düzende de öldürme vardır, boğuşma yoktur.
  4. Yargılama (davalar) on sene, yirmi sene sürüyor. Geciken yargı etkinliğini kaybediyor, caydırıcı olmaktan çıkıyor.

Bu sebeplerden dolayı bugün insanların güvenliği sağlanamıyor.

“Adil Düzen”de yapılacak iş basittir. Ülke yüze yakın illere ayrılacak, her il kendi jandarma teşkilatını kuracak ve iç güvenliğini kendisi sağlayacaktır. Sağlayamazsa, o zaman sıkıyönetim ilan edip orduyu çağıracaktır. Bunu da il yapacaktır. Ordu iç güvenliğe karışmayacak, sadece dış savunmayı ve cephe savaşını yapacaktır. Polis soruşturma görevini yüklenecek, olaylara müdahale etmeyecektir. Hukuk düzeninde suçu önleme yoktur, cezalandırma vardır. Yargı hakemler sistemi ile yürütülecek ve kısa zamanda fiilin işlendiği yerde yargılama yapılacaktır.

İşte bu görevleri yerine getiren gönüllü nöbetliler olacaktır. Bu son grupta onlardan bahsetmektedir.

هُمْ يَنْتَصِرُونَ(39) (HuM YaNTaÖıRUvNa) 

“Onlar intisar ederler.”

Bağy kendilerine isabet edince onlar intisar ederler.

Yurt savunması, ülke güvenliği, doğal âfetler ve hırsızlıklara karşı intisar söz konusudur. Ordular cepheleri korurlar.

Erzurum Ordusu Kafkasya’dan gelen saldırıları, Samsun Ordusu Karadeniz’den gelen saldırıları, İstanbul/Tekirdağ Ordusu Trakya’dan gelen saldırıları, Bursa Ordusu Boğazlar’a gelecek saldırıları, İzmir Ordusu Ege’den gelen saldırıları, Adana Ordusu Akdeniz’den gelen saldırıları, Diyarbakır Ordusu Suriye ve Irak’tan gelecek saldırıları, Van Ordusu İran’dan gelen saldırıları önlerler; Konya, Kayseri ve Afyon Orduları bunlara hava desteği yaparlar. Ankara Ordusu tüm cepheleri destekler.

Bununla beraber bir cephe çökmeye doğru giderse, tüm ordular oraya destek verirler. Zaten ordular başka bölgelerden oluştuğu için ülke intisar hâlindedir. Karadeniz’den gelecek saldırıya Samsun Ordusu cevap verecektir ama Samsun Ordusu da tüm ülkeden gelen askerlerce oluşturulmaktadır. O halde tam intisar vardır.

Bu âyet bizim bölge askerleri bölge dışı halktan oluşacağı ilkesinin bir ifadesidir.

***

وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا 

(Va CaZAEu SayYiETin SayYiETun MiÇLüHAv) 

“Bir seyyienin cezası seyyienin mislidir.”

Bu genel hukuk kuralıdır. Her suçun bir cezası vardır. Bu ceza ona denk olmalıdır. Bu ceza kanunlarında tesbit edilmiştir.

Mislüha” kelimesi marifedir. “Mislün leha” denseydi biz onu takdir ederdik. Ama “Mislüha” demek, baştan belirtilmiş demektir. Bugün ceza kanunlarında bu temel ilkedir. Birini cezalandırabilmeniz için onun cezasını baştan koymanız gerekmektedir.

Lâikliğe aykırı hareket anayasada suç olarak devem ettiği halde, 163. madde kaldırıldığı için kimse cezalandırılamıyor.

Cezalar konurken misliyete dikkat edilmelidir. Misliyet başta kısasa dayanır. Kısas mümkün olmadığı zaman diyete dönüşür.

Cezalarda da misliyet vardır. Zinanın cezası aldığı zevke karşı onu sopa ile eziyete uğratmadır. İftira ise kıyas yoluyla cezalandırılır. Yani cezalandırma tam misliyet ilkesine dayanır.

En büyük suç amden öldürmedir. Cezası ölümdür. Diyete dönüşür. 66 senelik çalışmadır. Hata ise yarıya düşer. İnsandaki bir sistemi, mesela işitmeyi veya görmeyi veya yürümeyi yok etme, ölüm cezasına denktir.

Çift olanların birisi yarım diyettir. Dirsek dörtte bir, bilek sekizde bir, beş parmak on altıda bir, bir parmak seksende bir, birinci boğum 160’da bir, ikinci boğum 320’de bir, tırnak 640’di bir diyettir. Bir sopa bir günlük hapse tekabül eder. Bir hafif diyet 10 000 gün eder.

İşte cezalar bu şekilde kıyaslanarak bulunur.

Kırmızı ışıkta geçen bir araba diyelim ki on arabanın birer saniyesini almıştır. Ona göre keffaret cezaları hesaplanır.

Bu âyet bize yapacağımız takdirlerin kıyas ilkesine dayanması gerektiğini bize bildirmiş olmaktadır. Her şey varsayımlara ve hesaplara dayanmalıdır. Kıyas dili bize aynı zamanda nasıl düşünmemiz gerektiğini öğretir.

فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ

(Fa MaN GaFAv Va EaÖLaXa) 

“Kim affeder ve ıslah ederse.”

Bir adam suç işler ve affederseniz, o ıslah olur ve bir daha yapmaz. Onu affetmeniz gerekir. Öyleleri de vardır ki, onu affederseniz azar, daha çok suç işler. Dolayısıyla affedip etmeme kişiye göre, duruma göre iyi veya kötü olabilir. Buna karar verme işi mirasçı olmayan en yakın erkek akrabaya düşmektedir. Demek ki af aynı zamanda ıslahı da getirmektedir.

Bugün PKK olaylarının affı yeterli değildir. Islah edilmeleri gerekir.

Islah nasıl olacaktır?

Ülke ocaklara, bucaklara ve illere bölünmelidir. Yönetimler çok güçlü hâle getirilmelidir. Yönetimleri beğenmeyenler o ocaktan, bucaktan, ilden hicret edebilmelidir. Devlet onların taşınmazlarını cari değerle satın almalıdır. Bunun dışında her bucağa halkını çalıştırıp geçindirecek faizsiz kredi verilmelidir. Üretime verilen kredi enflasyon yapmaz. Dolayısıyla insanlar eşkıyalık yapmaya yönelmezler. Hasta olanlar masrafsız tedavi edilmelidir. Bir de okuyacaklara çalışarak okuma imkanı bulmalıdırlar. Okuyacaklara kazandıkları şehirlerde aynı zamanda iş bulabilmeli ve öyle okuyabilmelidir. Bunlar için işveren işletmelerine faizsiz belli miktarda kredi verilir.

İşte, affetme yeterli değildir, aynı zamanda ıslah edilmelidirler.

Burada “Ve” harfi ile getirilmiştir. Yani af ile ıslah birlikte olmalıdır.

فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ

(Fa EaCRuHUv GaLay elLAHi) 

“Ecri Allah’ın üzerindedir.”

Burada affın önemine işaret gönderilmektedir. Affedecek olan kimseler şehit anneleridir. Önce onların gönlü alınmalıdır. Onlar razı edilmelidir. Af ıslahı içermelidir. Yani aftan sonra daha çok azmamalıdırlar.

Bugün eğer bizden birtakım haklar koparırlarsa, yarın daha fazlasını istemeye kalkışırlar ve ülke parçalanır. Onun için yapılacak iş mutlaka ayrıcalıklı olmamalıdır. Kürtlere bir hak tanınmamalıdır, illere tanınmalıdır; bütün illere tanınmalıdır; bucaklara tanınmalıdır. Kürtlerden ayrıcalık almamalıdırlar. Ama diğer halklar ne kadar yararlanırlarsa Kürtler de o kadar yararlanırlar.

Ondan sonra şehit annelerinin ücretlerini devlet vermelidir. Bu barışın getireceği ranttan şehit veren aileler yararlandırılmalıdır. Ama bu yük devletin üzerinde olmalıdır. Allah da onara dünyada ve âhirette me’cur eder.

Görülüyor ki, Kur’an bize af konusunda da gayet açık bir şekilde yol göstermektedir.

إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ(40)

(EinNaHuv LAv YuXıbBu elJAvLiMIyNa) 

“O zalimleri sevmiyor.”

Burada “ve”siz getirilmiştir.

Kimler zalimdir. Onları anlatılıyor.

  1. Önce PKK’lılar zalimdir. Çünkü zulmettiler.
  2. Sonra onları ıslah etmeden affedenler zalimdir.
  3. Sonra onları affedip mağdur olan ailelerin mağduriyetini gidermeyenler zalimdir.

***

وَلَمَنْ انتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ

(Va LiMan İNTaSARa BaGDa JuLMiHİy)

“Zulüm ettikten sonra kim intisar ederse ona sebil yoktur.”

Pişmanlık kanununun hükümlerini ifade eder. Bir zamana bağlı değildir.

Bir kimse çıkar; ‘ben ıslah oldum, artık dağdan iniyorum, ama PKK beni sağ bırakmaz, bana yardımedin’ dese, biz ona yardım ederiz. Önce ona ceza vermeyiz. Af müessesesini çalıştırırız. Eğer yakınları onun diyetini öderlerse serbest kalır. Yakınları ‘biz onu PKK’dan koruruz’ derlerse, onlara bırakırız. ‘Koruyamayız’ derlerse, onların korunduğu bir site yaparız ve orada yerleştiririz. Şayet onun diyetini yakınları ödemezse, o zaman onları zorunlu çalışma sitelerine yerleştiririz, diyetlerini ödeninceye kadar orada çalışırlar. İsteyen yakınları onun yanına gidebilirler.

Şimdiye kadar kaç şehit verdik? PKK’lı sayısı kaçtır? Bir kimseye düşen şehit sayısı ne kadardır? Ağır diyet olmak üzere diyetleri bölüştürürüz. Her birine düşen diyet sayısı bellidir. Bu cephe savaşı benzeridir. Dolayısıyla diyet böyle bölüştürülür. Müşterek katilde ise herkes ayrı ayrı tam diyeti öder.

Bu âyet şöyle de mânâlandırılabilir: Zulme uğradıktan sonra kendisi intikam alırsa ona sebil yoktur. Kardeşini öldüreni kısas hakkı olan kardeşi öldürürse ona kısas yapılmaz. Yani bir kimse haklı olduğu halde başkasına bedenî zarar verirse kısas yapılmaz. Ama diyet ödenir. Kasıtsa kendisi öder, kasıt değilse âkilesi öder.

Bu hükümde bizim ilave ettiğimiz hüküm, diyeti ödemesidir. Biz bunu denge ayetine uyarak yapmış olmaktayız.

فَأُوْلَئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَبِيلٍ(41)

(Fa EUvLAEiKa MAv GaLaYHiM MiN SaBIyLin)

“Sadece bunlara sebil yoktur”

“Sadece bunlara sebil yoktur” denmektedir. Yani PKK’lılar affedilmeyecektir. Toptan af olmayacaktır. Silahı ile teslim olan affedilecektir, yalnız bunlar affedilecektir. Dağ başında silahı ile devam ederken anlaşarak teslim almak yoktur. Türk halkı PKK’ya karşı organize olacaktır. Kürdü ile Türkü ile herkes olacaktır. PKK ile pazarlığa oturulmayacaktır. “FaÜlaike” bu sebeple getirilmiştir. Yalnız bunlar anlamındadır.

Aklımıza değil Kur’an’a uyacak olursak, ileride başımız ağrımaz. Uymazsak, o zaman şimdi içtiğimiz hap sebebiyle başımızın ağrısı diner ama hastalık azarak devam eder.

Buradaki “sebil” onlara verilecek cezadan ziyade, üzerlerine gidilip tenkil etmedir.

Bu âyet aynı zamanda bize nefsi müdafaa hakkını da tanımaktadır. Zulme uğrayan kişi kendisini savunma hakkına sahiptir. Bu sebeple işlediği cinayetten dolayı kısas yapılmaz. Diyeti de âkilesi tarafından ödenir. Diyetin miktarı zulmün büyüklüğüne bağlıdır. Zulüm büyükse diyet hafif olur. Zulüm küçükse diyet ağır olur. Hakemler karar verir, yahut soruşturmacılar karar verir.

***

إِنَّمَا السَّبِيلُ

(EinNaMa elSaBiYLu)

“Sebil sadece”

Tenkil yani saldırıp onu öldürme sadece zalimlere ve bağy edenlerdir. Mahkemede muhakeme edilip ceza vermek seyyienin misli seyyiedir. Sebilde ise misliyet aranmaz. Sebilde kişi etkisiz hâle getirilir. Bir daha o suçu işleyemez duruma düşer.

Bu tenkil hükmü kime uygulanacaktır?

عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ

(GaLa elLaÜIyNa YaJLiMUNa elNAvSa) 

“Nâsa zulmeden kimseler.”

“Ellezîne” ile geldiğine göre, zulüm örgütü kuran kimseler.

Ülkede bir teşkilat kuruyor ve o teşkilatla anarşi çıkartıyorlar. Kendileri adam öldürmüyor ama öldürenleri besliyorlar. Bunlara ne yapılacaktır?

İşte burada bunlara dair hükümler ortaya konmuştur.

PKK’yı destekleyenler, maddeten destekleyenler. Bunlara ne yapacağız?

“Ellezîne”nin içine girmiş olanlar. PKK’ya para toplayıp gönderenler. Bunlara para verenler. Sonra o parayı örgütte adam öldüreceklere ulaştıranlar. Nihayet adam öldürenler.

İşte bu bir teşkilattır. Buradaki “Ellezîne” onlara işaret etmektedir. İşte bunların üzerinde yürünür. Neler yapılır?

  1. Mağdur olanların yani mazlum olanların diyetleri bu topluluğa mensup olanlar tarafından ödenir. Dolayısıyla korkularından da olsa PKK’ya para verenler mağdur olanların diyetlerine de iştirak ederler. Böylece sebebiyet verdikleri için diyetini ödemiş olurlar.
  2. Bunlardan müteşebbis olarak veya iştirakçi olarak katılanlar hakkında kısas hükümleri ve af hâlinde ağır diyet hükümleri uygulanır. Bu da onlar üzerinde sebildir.
  3. Zorunlu tehcir de böyledir. Dağda eşkıya var. Zorla para topluyor ve geçiniyor. Halk bunlara direnemiyor yahut direnmiyor. Bunlara ne ceza verilecektir? Bunlar o muhitten zorunlu olarak tehcir edilecektir.
  4. Eğer bunlar uzakta iken de para toplayıp destekliyorlarsa, o zaman bunlar oradakileri tetikçi olarak kullanıyor kabul edilir. Onlar öldürülür. Bunlar ağır diyet öderler. Zorunlu çalışma kamplarına gönderilebilirler.

İşte, “fıkıh” demek, genel kurallarla bütün olayları çözmek demektir.

Burada “nâsa zulmedenler” tabiri ile hedef gözetmeden belli bir kimseye değil de, kimi görürlerse ona saldıranlar, teröristler demektir. Yani maksatları o kişileri öldürmek değil, ortalığa dehşet saçmadır. Bunların affı caiz değildir.

وَيَبْغُونَ فِي الْأَرْضِ

(Va YaBGUvNa FIy elEARWı)

“Arzda bağy ederler.”

Arz” burada yeryüzü olarak alınabilir. O taktirde bu mafya teşkilatıdır. Mafya teşkilatını çökertmek bizim görevimiz olmalıdır.

Mafya teşkilatı nasıl çökertilir?

  1. Mafya sermayesini yasak malların kaçakçılığından temin eder Bunu önlememiz için yasak maddelerin alınıp satılması yasağı kaldırılmalıdır. İçenlere ceza verilir, alıp satanlara ceza verilmez; sadece o mallar korunmaz. Bu tür mallara yasak koymak, mafyaya kaynak hazırlamak demektir.
  2. Mafya teşkilatının ikinci kaynağı ise haraç toplamaktır. Adam gönderirler, haraç isterler. Vermediniz mi bu sefer zarar verirler. Bunu kurutmanın kaynağı bu aracıları nefy etmektir. Zarar verenleri en ağır şekilde cezalandırmaktır. Mesela kolunu kesmek. Sırf zarar vermek için lastiği patlatanın kolunu kesmeliyiz. Demek ki haraç toplayanları nefy etmek, haraç verenlerden diyet almak, mafya adına zarar verenleri en ağır bir şekilde cezalandırmak ve faili meçhul zararları kasame yoluyla çözmek.
  3. Mafya elebaşlarını tesbit edip onları belli sitelere kapatmak. Bu husustaki kararı mahkeme verecektir. Yahut bucak başkanı verecektir. Bucağından sürer.
  4. Teslim olmayan mafya babalarının ölüm fermanını çıkarıp başını getirip ödül vermek.

İşte mafyayı çökertmenin yolları bunlardır. Bu çökertme sistemi yalnız zulmedenlere değil, aynı zamanda bağy edenlere verilmektedir.

بِغَيْرِ الْحَقِّ (Bi ĞaYRi elXaqQı) 

“Haksız yere.”

Zaman zaman devlet otoritesi ortadan kalkar, halk kendi hakkını koruyamaz olur. O zaman halk senet mafyası gibi bir mafya kurar. Devletin yapmadığını bunlar yapmak isterler. Bunlar bağy etmek için değil de, hakkı ihkak için bunları yaparlar.

İşte böyle bir mafyaya, yani bağy etmeyen bir mafyaya da sebil yoktur.

Bunlar üzerinde sebil olabilmesi için önce devletin adil bir yargı sistemi kurması, etkin hukuku yerleştirmesi gerekir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti senet mafyası üzerinden yürüyemez.

Bunun dışında mafyalar semtleri bölüşür ve işletmeleri yağmacılardan korurlar. Halk onlara bir haraç verir. Bu esasen meşru değildir. Ama eğer devlet bu görevi yerine getiremiyorsa, halkın bunlara haraç vermesine devlet müdahale etmez. 

İşte burada devleti dengede tutan unsurlar ortaya çıkıyor.

Bugün de Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında kooperatifler kamu görevlerinden bir kısımlarını yüklenebilmektedirler. Mesela, özel güvenlik kuvvetleri oluşturulabilir. Mesela, bir kooperatif kurar ve bu tür kooperatifler senetleri tahsil ettirebilirler. Bir kooperatif kurarak özel koruma teşkilatını kurabilirler. Bugün mafya olan bu kuruluşlar meşru örgüt olmuş olur.

Esasen devlet de böyle bir teşkilatın adıdır.

أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(42)

(EuLAvEiKa LaHuM GaÜABun EaLIyMun) 

“Onlar için elim azap vardır.”

Zulmedip bağy edenler için en ağır ceza verilecektir. 

***

وَلَمَنْ صَبَرَ وَغَفَرَ 

(Va LiMan  ÖaBaRa Va ĞaFaRa)  

“Kim sabrederse ve mağfiret ederse.”

Yukarıda mafyanın çalışma şekli anlatılmıştır. Belli toplayıcılar gelir ve işyerlerinden haraç isterler. Vermezlerse, bir teşkilat vardır; gelip zarar verirler. Toplanan paralar bir teşkilata verilir. Onların elemanları var, tetikçileri var; ceza onlara verilir. Böylece mafya teşkilatı çalışır. Bunları bertaraf etmek için onların üzerine yürürsünüz. Bunların üzerine hiç yürümezsiniz.

Mafya bir zaruretin sonucu doğar. İnsanlar yargı yoluyla haklarını elde edemeyince, mafya yoluna giderler. Adil yargı sistemini kurarsanız, biraz sonra mafya kendiliğinden çöküp gider. Çünkü ona ihtiyaç kalmaz. Mafyanın başka bir sebebi de işsizliktir. Siz herkese iş verirseniz, mafya eleman bulamaz, çöküp gider.

O halde mafyayı doğuran sebepleri ortadan kaldırır da biraz sabrederseniz mafya kendiliğinden yok olur. Nasıl sağlığınıza baktığınızda hastalık kendi kendine tedavi olursa, sosyal hastalık da böyledir, kendi kendine tedavi olur.

إِنَّ ذَلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ(43)

(EinNa ÜAvLiKa MiN GaZMi elEuMUvRi)

“Umurun azmi budur.”

Kur’an bize mafyayı çökertmenin yolu olan “Adil Düzen”i getirmektedir. Bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı sistemi mafyayı sona erdirdiği gibi; herkese aş, herkese iş, herekse eş düzeni de mafyayı sona erdirir. Kur’an asıl yapılacak budur diyor.

 

 


ŞÛRA SÛRESİ TEFSİRİ(42.SÛRE)
1-1 VE 5.AYETLER
1614 Okunma
2-5 VE 6.AYETLER
1400 Okunma
3-8 VE 12.AYETLER
1456 Okunma
4-13.AYET
1479 Okunma
5-14 VE 15.AYET
1481 Okunma
6-16 VE 19.AYETLER
1371 Okunma
7-20 VE 22.AYETLER
1333 Okunma
8-22 VE 23.AYETLER
1460 Okunma
9-24.AYET
1372 Okunma
10-25 VE 28.AYETLER
1266 Okunma
11-29 VE 35.AYETLER
1569 Okunma
12-36 VE 43.AYETLER
1475 Okunma
13-44 VE 47.AYETLER
1416 Okunma
14-49 VE 50.AYETLER
1913 Okunma
15-51 VE 53.AYETLER
1606 Okunma

© 2024 - Akevler