FECR SURESİ TEFSİRİ(89.SURE)
Süleyman Karagülle
1543 Okunma
15 VE 20.AYETLER

***

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

فَأَمَّا الْإِنسَانُ إِذَا مَا ابْتَلَاهُ رَبُّهُ فَأَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَكْرَمَنِي(15) وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلَاهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَهَانَنِي(16) كَلَّا بَل لَا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ(17) وَلَا تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ(18) وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ أَكْلًا لَمًّا(19) وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا(20)

 

فَ(Fa)  “Ve”

Bundan önce III’üncü bin yılın başlamasına işaret ederek bu zulüm devrinin karanlıklarının kolayca biteceğini, fecrin başlamakta olduğunu ifade etmiştir.

Gerçekten yirminci yüzyıl en büyük zulümlerin yüzyılı olarak geçti. Beşyüz yıldan beri devam eden sermayenin zulmü yetmiyormuş gibi, onu rahmetle aratacak musibet komünizm geldi. Arkasından faşizm geldi. Bir taraftan yönetimde ve ekonomide zulüm ve sömürü devam ederken, diğer taraftan din düşmanlığı had safhaya ulaştı. Yaşlılar ölünce yeryüzünde dinin kalmayacağı zannedildi.

İşte bu karanlık dünyadan ancak 90’lı yıllardan sonra çıkma ümidi belirdi. Türkiye’de Refahyol Hükümeti kuruldu. Beş senelik karanlık yılların ardından AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu. Sol kendi kabuğuna çekildi ve hemen hemen yok olur duruma geldi.

Türkiye’de bu olaylar olurken, Avrupa Birliği tezkere olayında bizim tarafımızda oldu. Papa, Türkler İbrahimî dindendir diyerek AP’ye alın diye fetva verdi; Avrupa Parlamentosu üçte iki ekseriyetle Türkiye’nin AP’ye girmesini istedi. Papa Sultan Ahmet Camii’nde kıbleye dönüp dua etti.

Bütün bunlar fecrin belirtileridir. Artık sabah oluyor.

Bu karanlık gecenin çok kolay geçeceğini Kur’an ilk âyetlerde bildirdi. Ondan sonra ilk uygarlıkların kurulduğu Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerini anlattı. Onlar vahye dayalı ilk uygarlıkları kurdular. Biz peygambersiz ilk uygarlığımızı kuracağız.

Böylece durumumuzu bildirdikten sonra, bize ne yapacağımızı anlatacaktır. İnsanın karakterini anlatacaktır. İki tür insanı anlatacaktır.

İşte buradaki “Fa” harfi bize verilen haberlerden sonra genel kuralı anlatmaktadır. Buna tafsilat Fası diyoruz. Yani kolay geçecek olan gecenin nasıl geçeceğini anlatacaktır. Bu zulüm devrinden aydınlık devrine geçerken olacak olayları anlatacaktır.

أَمَّا الْإِنسَانُ(EamMa elEiNSANu)  “İnsan ise”

Yukarıda insanlığı anlattı, tarihi anlattı, topluluğu anlattı, uygarlığın gelişmesini anlattı. Şimdi de peygambersiz uygarlığın gelişmesi sırasında ne olacaktır, onu anlatmaktadır.

Eskiden insan ne idiyse şimdi de insan odur. Aynı insan yeni uygarlığı kuracaktır. İnsanlığın kaderini Allah çizmiştir, O’nun dediği olacaktır. İnsan ise bu kader içinde istediği takımda oynayabilir. Allah kişilerin kaderini ise kişilere bırakmıştır. İnsanın nasıl uygarlaşmada direnişçi olarak yer aldığını ve âhirette insanın nasıl pişmanlık duyacağını anlatmaktadır. Sonra, “Ey mutmain olan nefis” diye hitap ederek, olanlara teslim olan nefsi cennete davet etmektedir.

Yani, sûre;

a) III. Bin Yıl Uygarlığının Fecri,

b) İlk Uygarlıklar,

c) İnsanın Genel Karakteri,

d) Âhirette Durumu, e)

Cennete Dâvet

bölümlerinden oluşmaktadır.

İnsan kötü yaratılmıştır, eksik yaratılmıştır. Kendisine iyi olması için, mükemmel olması için akıl verilmiştir. Kitaplarla aydınlatılmıştır. Böylece insan kendi emeği ile yüksek seviyelere çıkmaktadır. Bu çıkış kendi eliyle olduğu için de çok kıymetli olmaktadır. Mahlukatın en iyisi olmaktadır. Canlıların en aşağısında olan, edall olan, en yukarıya çıkabilmektedir. Adil Düzen uygarlığını kurmağa çalışanlar işte böyle bir fırsatı yakalamış bulunmaktadırlar.

İnsan kimdir?

Yeryüzünde Adem oğludur.

Kâinatta ise başka Ademlerin oğulları vardır.

Ama insan böyle bir varlıktır.

Uzaydan aldığımız bilgilerle biliyoruz ki, uzayda da yeryüzünde var olan maddeler vardır. Demek ki orada da bizimkinin benzeri bir hayat vardır, aynı genleri taşıyan insan vardır. Yeryüzündeki insan yeryüzünde mi var olmuş, yoksa uzaydan mı getirilmiştir? Bu sorun çözülmüş değildir. Adn bahçesi yeryüzüne getirilen insanın bahçesi midir, yoksa uzaydaki canlı mıdır? Henüz bilemiyoruz. Kur’an’ı anlayamıyoruz.

DNA’larla insanların hayat hikâyesi bulunmuştur. İnsan yaratılalı 60 bin yıl olmuştur. Ama acaba diğer canlıların yaratılışı da böyle midir? Hangi yerde ortaya çıkıp yayıldılar, henüz bilinmemektedir. Yani türlerin oluşum haritası çizilmemiştir.

Burada asıl insan “EmMa”dan önce gelmeli idi. “El-İnsanu Emma” denmesi gerekirdi. Ama insanı sonraya almıştır. Bunun sebebi şudur. Burada tasnif edilen insanın kendisidir, insana yapılan değildir. Eğer insan başa alınsaydı yapılan tasnif edilmiş olurdu. İnsanın tıyneti kendisine yapılanları böyle karşılar demektir.

إِذَامَا  (EiÜAv Mav)  “Her ne zaman”

Sadece “İza” gelirse bir defa gelmeyi, “Mâ” ile geldiğinde tamimi ifade eder. Ne zaman gelirse her gelişinde demek olur. Yani ikram ettiğinde denmiş olur. İnsan tabiatını anlattığı için böyle getirilmiştir.

Her canlı ihtiyacını giderdikten sonra tatmin olur, başka bir şey istemez. Hattâ günlük olarak karnını doyurduktan sonra yarını için avlanmaz.

İnsan ise durmadan daha fazlasını ister. İnsanın ihtirası doyum bilmez.

Sultanlardan birine, Yavuz Sultan Selim’e sormuşlar, ‘Dünya ne kadar büyük?’ demişler. ‘Bir hükümdara çok ama ikiye de az!’ demiş. Yani dünyada rakibinin kalkmasını istemiyor ama tamamına da kendisi hükmetmek istiyor.

Bugün süper devletler daha saldırgan oluyorlar. Zenginler daha doyumsuz oluyorlar. Çünkü insan muhteristir.

Biz akıllı mü’minler de muhterisiz, daha fazlasını dünyada değil âhirette yani cennette istiyoruz. Cennetteki alt katları da benimsiyoruz ama üst katlara tırmanmak istiyoruz. Çünkü biz de insanız.

ابْتَلَاهُ(iBTaLAvHu)  “Onu ibtilâ ettiğinde.”

Yeryüzü hayatı bir imtihandır. Dünyaya sadece imtihana girmek için geldik. İmtihan sıkıntı demektir. Sıkıntı sayesinde insan olgunlaşır, sıkıntılar onu eğitir ve yüksek derecelere çıkarır. Dünyadaki belalar daha iyi insan olmamızı sağlar.

Belâ” bileme taşından yapılmış bir kelimedir. Bileme taşı onu törpüleyerek keskin yapar. “Belâ” kelimesi bilenmek demek, keskinleşmek demektir. “İbtilâ” müteaddi olmuştur. İftial babında olan bu kelimenin müteaddi olması üzerinde durursak, ibtilâ babı kendisi için bir şey yapmadır. Bir şeyin kendisi olmadan çok kendisi için yapma anlamını taşır. Evet, burada insan ibtilâ edilmektedir. Kendisine yarasın için ibtilâ ediliyor. Kendini eğitiyor. İnsanı yüceltmek için ona iyilikler yapıyor. Kendine halife yapıyor, halife yetiştiriyor.

İbtilâ iki şekilde yapılmaktadır.

Biri darlık içinde kişinin dayanma gücü ölçülür. Sıkıntılarla kişi eğitilmiş olur. Sıkıntılar onu oluşturur. Bu ibtilâ kolay ibtilâdır. Kişi istese de istemese de dayanır.

Asıl imtihan bolluk zamanındaki imtihandır. İmkanlara kavuşan kişi acaba ne yapar? Kendisini nasıl korur? Esas imtihan bu imtihandır. Bu sebepledir ki önce ikram ibtilâsını almıştır.

رَبُّهُ(RabBuHUv)  “Rabbi onu iptila ediyor.”

Rabbi” kelimesini ibtilâ edilen kimseye izafe ediyor. Burada izafet tahsis içindir. Burada temlik değil tahsis vardır. Yani Rab yalnız o kişiye ait değildir, kişiyi yetiştiren yalnız O’dur. Kişinin olgunlaşması için ona ikram etmektedir. Rabbi ona ikram etmektedir. Onun eğiticisi ona ikram etmektedir.

Allah ona atomları ve ona hız kazandıran enerjiyi, kudreti var etmiştir. Bundan 13.7 milyar yıl önce patlama olmuş ve kâinat genişlemeye başlamıştır. Zaman ve mekan meydana gelmiştir. Sonra atomları var etmiştir. Atomların birleşmesinden cisimler oluşmuştur. Sıvı halden gaz hâline dönüşen kâinat yoğunlaşarak galaksileri meydana getirdi. Galaksilerin etrafında gezegenler dolaşmaya başladı. Bunlar hep Rab sıfatının evriminin bir sonucudur. Sonra yeryüzü düzenlenmiştir. Sonra canlılar meydana gelmiştir. Canlılar evrimleşerek yeryüzünü insanın yaşayacağı şekle soktular.

Şimdi de insan terbiye edilmektedir. Her bir kişiyle rab ayrı ayrı ilgilenmektedir. Her bir insanı ayrı ayrı yetiştirmektedir. Topluca rableri değil, fert fert kişilerin rabbidir. Bu sebeple müfret olarak izafe edilmektedir. İnsan bu sebeple şahsen sorumludur. İnsanın kendi içtihadı ile amel etmesi de buradan gelmektedir.

فَأَكْرَمَهُ  (FaEaKRaMaHUv)  “Ona ikram etmiştir.”

“İza”dan sonra gelen maziler muzari mânâsını taşırlar. Her ibtila edip ona ikram ettiğinde, ikramı imtihan etmek içindir. İmtihan ikram için değildir. Bununla beraber onu imtihan etmesi de ikram içindir. Dolayısıyla buradaki “Fa” hem sebep Fası hem de illet Fası olabilir. İmtihan etmiştir. Çünkü ona ikram etmektedir.

Ona ikram etmiştir.

Çünkü onu imtihan etmektedir.

Bir kimsenin imtihana alınması ikramdır.

Liseyi bitirmemişsen seni üniversitelerin giriş imtihanlarına sokmazlar. Öyleyse imtihana alınmak bir ikramdır. Üniversitelere girebilmek ise imtihanın sonucudur. Oraya da imtihanın sonucunda girilir.

Kerum” üzüm asmasıdır. İnsanların en gerekli gıdası üzümdür. “Kerem” iyilik demektir. Yani ona en gerekli besini vermek anlamındadır. “Kerum” ise kendisinin iyi olması demektir. “Hasen”de güzellik vardır. “Kerem”de ise iyilik vardır. Yani biri zahir iyiliktir, yapı bakımından iyiliktir. Diğeri ise iş bakımından, yarayışlık bakımından iyiliktir.

وَنَعَّمَهُ(Va NagGaMaHUv)  “Ve ona in’am etmiştir.”

İkram etmiştir. Onun yapısını iyi yapmıştır. Ona nimetler vermiştir.

Nimet” de dışarıdan kendisine verilenlerdir.

“Naim” davarlardır. Sütünü içtiğimiz, etini yediğimiz hayvanlardır. Allah onları bize nimet kılmıştır. Biz onlarla besleniriz. Bunu tef’il babı ile getirmiştir. Çünkü ikram malda, hilkatte iyiliktir. İn’am ise hayat boyunca iyiliktir.

Burada “ikram” ve “in’am” kelimelerini yan yana getirerek, bize oluşlardaki ikilikleri anlatmaktadır. İkram ve in’am ile başka bakımından ikiliği ortaya koymaktadır.

Bu iki kelimenin yapısına bakalım. Her ikisinin sonu M ile bitmektedir. Sonra N ve R harfleri vardır. Bunların ikisi de orta titrek harflerdendir ki, en çok akraba olan harflerdir. K ile G (ayın) ise ikisi de arka kameriyedendir. Biri boğaz harfidir, diğeri değildir. İşte burada bu iki kelime arasındaki farklılığı ortaya koyan bu iki harftir. G sert sürekli, K ise yumuşak süreksiz harftir. En çok birbirine benzemeyen iki harf. Bu iki kavram arasındaki farkları bu iki harfin özelliği ile ayırt etmek gerekir. Nimetler maddidir, zahiridir. Onun için sert harf seçilmiştir. Fonksiyonları ise manevidir, görünmez. Bu sebeple yumuşak harf seçilmiştir. İn’am süreklidir. G (ayın) harfinin iki defa gelmesi ile de sabit olduğu üzere teksir yani çokluk vardır. Oysa K (kef) harfi süreksizdir. Çünkü ikram toptan yapılmıştır. İnsan yaratılışta keremli yaratılmıştır. Nasıl kimyada atomlar var, birleşince cisim olmaktadır; dilde de harfler var, birleşince kelime olmaktadır. Harfler görünürde mânâlarını kaybederler ama derinliklerinde mânâlarını korurlar.

Bu hususta parça parça çalışmalar vardır. Ancak ince tesbit ve tahliller henüz yapılmamıştır. Kur’an’ın kelimeleri üzerinde bu hususta uzun çalışmalar yapılması gerekmektedir. Kur’an üzerindeki araştırmalar asırlarca değil, binlerce yıl bitmeyecektir.

فَيَقُولُ  (Fa YaQUvLu)  “Böyle kavleder.”

Böyle düşünür.

İnsanın düşünebilmesi için onu kelimelerle ifade etmesi gerekir. Ağzından söylemese bile beyninde o kelimeler vardır. Nasıl bilgisayarda herhangi bir dosyayı saklamak için ona bir ad vermek zorunda isek, aynen bunun gibi kavramlarımızı beyinde ruhun görebilmesi için onları bir kelime ile çağırması gerekir. Nasıl gözümüz olmazsa çevremizi göremezsek, kulağımız olmazsa çevremizi duyamazsak, aynen bunun gibi beynimizde eğer kelimeler ve cümleler olmazsa ruhumuz onu idrak edemez. Dolayısıyla düşünmek demek aynı zamanda söylemek demektir.

Burada “böyle düşünür” deneceğine “böyle söyler” denmiştir. Yahut insan Rabbine “sen bana ikram ettin” der, diyor. Yahut çevredeki insanlara “Rabbim bana ikram etti” diyor. Burada söylenen kimse mahzuftur. Duruma göre her üçü de olabilir demektir. Hangi durumda olursa olsun, sonunda durum tesbitinin yapılmasıdır. Bu ikramdan kişinin sevinmesi, memnun olması anlamındadır. Sevinir, hoşlanır denmiyor da, hoşlanmanın sonucunu bildiriyor.  ‘Düşüp ağladı’ dediğimizde, düştü, acıdı ve ağladı demiş oluruz. Olaylar zincirini atlayarak bildiririz. Burada acımasına delalet  iktiza ile delalettir. Kinayedir, mecaz değildir.

رَبِّي أَكْرَمَنِي(RabBIy EaKRaMaNIy)  “Rabbim bana ikram etti.”

Rabbim” diyerek onu kendisinin rabbi olarak ifade etmektedir.

Gerçekten de insan yaşarken sıkıntıya girince veya sevinç duyunca rabbini hatırlar.

Burada anlatılan insan vahyi almadan aklıyla yaşayan bir insandır. İnsan öyle yaratılmıştır ki, kendisinin bir rabbi olduğunu doğuştan bilir. Kendisine iyilikler geldiği zaman rabbinin ona iyilikler ettiğini hatırlar ve sevinç duyar. Kötülükler geldiği zaman rabbinin onu cezalandırdığını kabul eder. İnsan beyninde bu kavram o kadar kazınmıştır ki, Rabbe inanmayanlar kendilerine rab icad ederler, dağa taşa, güneşe aya, ineğe kurda, krala komutana tapmaya başlarlar. Aslında bunlara tapanlar onların rableri olduğunu kabul etmiyorlar ama rabbi başka türlü veya başka şey görüyorlar.

Yirminci yüzyılda insanlar Tanrı’yı inkâr etmişledir. Zenginler ve devlet adamları kendilerini üstün görüyor, Tanrı’yı inkâr ediyorlardı. Tanrı’yı yoksullar, düşkünler, cahil tabaka kabul ediyordu. Onlar inanan insanlara tepeden bakıyorlardı. İnanmış insanlara toplulukta bir yer vermiyorlardı. Ama yine de bir rabbe, bir tanrıya inanmak zorunda kalmışlar, diktatörler üretmiş ve onlara tapmışlardır. Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler, Mao’nun dışında, Kaddafi, Saddam, Esat, Nasır gibi cüce tanrılar da vardır.

Türkiye’de Mustafa Kemal rasyonalist olduğu ve insanüstü hiçbir insanı kabul etmediği halde,  Batılılar önce onu tanrılaştırmış ve aynı Batılılar sonra deccallaştırmışlardır. Böylece ülkeyi tanrı ve şeytan mücadelesi ile yıkmayı düşünmüşlerdir. Oysa Mustafa Kemal ne tanrıdır, ne de deccaldır. Tarihteki devlet kurucularından biridir.

Türkiye tekrar İslâmiyet’e dönmeye başlayınca bu iki uçtaki bâtıl itikat kalkmış, yerine gerçek inanç gelmeye başlamıştır.

Mustafa Kemal ne tanrıdır, ne de deccal. Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran istiklâl kahramanlarının baş komutanıdır ve cumhuriyetin kurucusudur.

وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلَاهُ(Va EemMAv EiÜAv Mav iBTaLAyVHu)  “Onu iptila edip”

İza ma ibtalahu” kelimesi tekrar edilmiştir. “Ve emma iza kadderahu” diyebilirdi. Böylece iki iptilanın farklı olduğunu ifade etmektedir.

İnsan tekrar edilmediğine göre aynı insandır. Sadece iptilalar farklıdır. Yani bazan iptila eder, bazan iyilik eder, başka bir zaman da iptila eder, takdir eder. Aynı iptilada hem ikram hem takdir olmadığı için ifade tekrar edilmiştir.

Burada Rab kelimesi de tekrar edilmemiştir. Çünkü Rab aynıdır. Her iki imtihan da aynı amaçla yapılmıştır. Amaç insanın yetiştirilmesi, Rabbine yükseltilmesidir. Gaye insanın Rabbine yüceltilmesidir. İnsanın kendi iradesi ile yücelmesidir. Nimetlere gark olduğu zaman da inanması, sıkıntılara uğradığı zaman da ümitsizliğe düşmemesidir.

İmtihanı kazanacak olan kimdir?

Belalara da ihsanlara da aynı şekilde mukabele edendir.

Bu dünya geçicidir. Sıkıntıları çekeriz veya nimetlere gark oluruz ama onları heder etmeyiz. Oruç günlerinde nasıl çevremizde nimetler olduğu halde onları yemeyerek kendi irademizi terbiye edersek, bundan maksat bol nimetlerin içine gark olduğumuzda kendimizi farklı görmemektir. İnsanlarda hemen sınıflaşma temayülü görülür. Farklı yaşayış tarzına dalarlar, farklı mahallelerde oturmaya kalkışırlar. İnsanın bundan kendisini koruması sıkıntılara katlanmaktan çok zordur.

فَقَدَرَ عَلَيْهِ(Fa QaDaRa GaLaYHi)  “Ona takdir etti.”

İnsanlar genel olarak sıkıntılar içinde yaşarlar. Bu sıkıntı şudur. Gerekli olanlara varlık yetmiyor. Ölçerek, hesaplayarak yaşamak zorunda olurlar. Kiramı ödeyebildim mi, ayakkabımı alabildim mi, evimi ısıtabildim mi? Hâsılı, geliri kısıtlı olanlar bu durumdadır. Bazı kimseler ise böyle bir durumdan çok uzaktadır. Onlar kendi geçimlerini düşünmezler. Çünkü gelirleri fazladır. Harcarken bunu nereden bulacağım düşüncesinde değildirler. Onlar iş hayatlarının gelir ve giderlerini düşünürler. Böylece iki durumumuz vardır. Biri giderlerimizi düşünmeyecek kadar varlıklı olmak, diğeri de giderlerimizi ayarlamak.

İşte burada “takdir eder” diyor. Ölçümlendirir. Yoksul bırakmaz. Açlıktan öldürmez.

Ekmek bulamadığı için ölen insana hemen hemen hiç rastlanmaz. Oysa varlıklıların intihar ettiğine sık sık rastlanır.

رِزْقَهُ(RiZQaHUv)  “Rızkını”

Tüm canlıların rızkını takdir etmiştir. Bunlardan bazıları bolluk içinde, bazıları ise ölçülü olarak yaşamak zorundadır.

Şeriat düzeninin olmadığı bir dünyada insanların yaşaması doğal kanunlara tabidir. Zor kazanarak yaşayanlar vardır. Bolluk içinde helâk olanlar vardır. Kur’an burada insanların sosyal düzen olmadan nasıl olduklarını ifade etmektedir. İnançsız insanın nasıl bir varlık olduğunu anlatmaktadır. İnsana vahiy ulaşmadan önceki hâlini anlatmaktadır.

Bugün Avrupalılar Allah’a inanmadıklarını söylüyorlar. Sonra da insan haklarından dem vuruyorlar. Eğer insan rabbine muhatap olmazsa ne olur, ne hakkı kalır? Ama insan yaratılıştan hak kavramına sahiptir, yaratılıştan tanrısını bilmektedir. İkram ettiği zaman ikram edenin kim olduğunun idraki içindedir. Sıkıntıya girdiği zaman da sıkıntıya sokanın da O olduğunu bilmektedir. Bilinç altında doğuştan bilmektedir.

فَيَقُولُ(Fa YAQUvLu)  “Kavleder, der.”

Buradaki “Fa” “Emma”nın cevabıdır, “Fa Kadara”daki “Fa” ise “İza”nın cevabıdır.

İptila edip rızkını takdir edince...

Allah bir düzen kurmuştur. Hidrojeni yaratmış ve ona güç koymuştur. Hidrojen helyuma dönüşünce atmosfer tabakasına gelir. Orada bizim görebileceğimiz ışığa çevrilir ve bize gönderilir. Böyle bir dönüşme olmasaydı bizim gözümüz görmezdi. Demek ki Allah güneş ışığını bizim göreceğimiz dalgalara dönüştürmektedir. Yeryüzüne gelir. Ne var ki hâlâ içinde zararlı ışık vardır. O zararlı ışık atmosferde süzülür. İnsana yarayışlı ve zarar vermeyen ışık hâline gelir. Bu yalnız göz için değildir, aynı zamanda bitkilerin de yararlanabileceği bir ışığa dönüşür. Yani bizim gözümüzün ve bitkilerin kullandığı ışık aynı ışıktır. Göz ile yaprakları uyumlu var etmiştir.

Bakınız kâinat nasıl düşünülerek düzenlenmiştir. Tesadüflerin eseri değildir.

Güneş atmosferinde yarayışlı ışık üretiliyor. Yer atmosferinde zararlı ışınlar süzülüyor. Sonra bitkinin yapısı ile insanın yapısı aynı ışığı kullanıyor.

Bunların tesadüf olması mümkün değildir.

رَبِّي أَهَانَنِي(RabBı EHavNaNı)  “Rabbim bana ihanet etti.”

“Havan” içinde yiyecek dövülen küçük bir kap ve onun tokmağıdır. “Hevn etmek” ezmek anlamına geldiği gibi gevşeklik, kolalık, ihmal anlamlarına da gelir.

Rabbim bana ihanet etti” derken, “Rabbim beni ihmal etti” anlamına gelmiş olur.

“Vehn” ile “Hevn” akraba kelimelerdir.

“Rabbim” kelimesini ifade etmektedir. “Bana ikram etti”nin karşılığı “bana ihanet etti” kullanılmaktadır. İkram ve in’am karşılığı derece, takdir kelimesini getirmektedir. İkram etmek fazlasını vermek demektir. Bir kimseye borcunu ödersin, fazlasını da versen ikram olur.

İnsan yaratılışta kendisine yapılmış olan şeyleri bilmektedir. Burada insan nankördür anlamında gelmiş olabilir. Bunun dışında normal insanın yaratılışı böyledir. Kendisine gelen iyiliklerin rabbinden geldiğini bilir ve bunu söyler. Ben böyleyim demez. Çünkü bilir ki onu öyle yaratan da Allah’tır.

Diyelim ki Mustafa Kemal insanüstü varlıktır. Eline kılıcı aldı ve kendi kendine Türkiye’yi helakten kurtardı. Türkiye yoktan onun sayesinde var oldu. Her şeyimizi ona borçlu durumdayız. Şüphesiz böyle bir şey yoktur. Türkiye devletinin varlığı İskitlerden başlar, Hunlardan başlar. Malazgirt, Selçuklu, Osmanlı, Fatih ve daha niceleri tarihi yaşadılar. Türkiye öyle var oldu. İstiklâl Savaşı’nı Anadolu halkı başlattı, Kazım Karabekir organize etti. Binlerce şehit kanı aktı. Şimdi onlar yok da bir Mustafa Kemal vardır diyelim.

Mustafa Kemal’i okullarda okutan kimdir?

Onu subay yapıp orgeneralliğe yükselten kimdir?

O halde işte bütün bunların olmadığını, orgeneral olarak ortaya çıkmadığını farz edelim. Ama bu insan doğmuş, yaşamış, yaşlanmış ve ölmüştür. O kendi kendisini var etmiş olamaz. Öyle olsaydı ölmezdi. O halde bunları yapan bir Rab vardır. işte O onun Rabbidir. Bu hususu her insan bilmektedir. Kendi yaratılışı ile bunları anlamaktadır. Buna aklî delil diyoruz. Kelamcılara göre iman aklî olmalıdır, yani imanın kaynağı bu akıldır.

كَلَّا(KalLAv)  “Öyle değil.”

Kellâ”nın aslı “Kâne Lâ”dır.

Öyle değil.

Kendisinden önce gelenin yanlış olduğunu vurgular, ‘öyle değil’ der.

Yani Rabbi ona ihanet etmemiştir. Evet, Rabbi ona ikram etmiştir. Ama Rabbi ona ihanet etmemiştir, yani onu terk etmemiştir. Tam tersine Rabbi ona ikram etmiştir. Çünkü onu iptila ederek onu kendisine yüceltecektir.

Biz cehennemin de bir iptila yeri olduğuna kaniyiz. Başka türlü ıslah olmayan, olgunlaşmayan, Rabbine yaklaşmayan kimse o yolla Rabbine yakınlaştırılacaktır diyoruz.

Şunu belirtmemiz gerekir ki, bu anlayışımız Kur’an’ın zahirî âyetlerine uymamaktadır. “Onlar cehenneme ebedi kalacaklardır” deniyor. Biz “kimseye miskalen haksızlık yapılmayacak” âyetine bakarak bu hükme varıyoruz. Yani bu âyetler arasında tearuz vardır. Birini tebdil ederek tearuzu gidermemiz gerekmektedir. Her iki âyette de açıklık vardır. Ancak ben miskale zerreatin âyetini tevil ettiğimde beynimdeki sorunları çözemiyorum. Ama hâlidîne ebedayı tevil ettiğimde sorunları çözüyorum. Beynimde takıntı kalmıyor. Bununla beraber ben amelimde asla bu sebeple bir gevşemede bulunmuyorum. Dolayısıyla hata etsem de günah işlemiş olmam. Siz de öylesiniz, beyninizdeki düşüncelerinizden dolayı sorumlu değilsiniz. Amelinize aksederse o zaman onlardan sorumlu olacaksınız.

بَل(BaL)  “Bilakis”

“Kellâ” kendisinden önce gelenin yanlış olduğuna işaret eder.

Bel” ise kendisinden sonra gelenin doğru olduğuna işaret eder.

Burada ikisi bir aradadır. Öyle değil böyledir denmiş olur.

Şuna işaret edelim ki, ne “kellâ” ne de “bel” iptal etmezler, yoruma açık tutarlar. Yani Rabbin ona hevn ettiği sözü tam doğru değildir. Evet, Rabbin hevn etmesi vardır ama bunun sebebi kendisidir. Bir görevi yerine getirmemiştir. O sebeple bu hevne maruz kalmıştır. Kellâ, öyle değil, yanlış anlaşılma vardır şeklinde tercüme etmemiz daha doğru olur. Kellâ, bel yanlış düşünüyor o kişi, öyle değil, siz yetime ikram etmiyorsunuz da ondan böyledir deniyor.

لَا تُكْرِمُونَ(LAv TuKRiMUvNa)  “İkram etmiyorsunuz.”

Burada meaninin iki konusu vardır. Biri tekilden çoğula geçmedir. Yukarıda Firavun’dan bahsederek, sonra “ellezîne” diyerek çoğula geçti. Yukarıda insandan bahsederek burada çoğulu muhatap aldı.

Burada muhatap olan kimdir?

Bütün insanlardır.

Yukarıda anlatılan da insan idi. Yani mü’min veya kâfir olan insan değil, insan.

Her insanın yaratılışı böyledir. Burada da tüm insanlara hitap etti. Çoğul aldı, çünkü Rabbin istediği topluluk içinde bağımsız kalmadır. Yani mükellef olan insandır. Tek kişidir. Ama külfet topluluğa karşıdır. Çünkü Allah kendi haklarını ve yetkilerini topluluğa devretmiştir. Tanrı yeryüzünde devlet olarak tecelli eder. Yalnız mü’min devletler olarak değil. Sosyalist devlet de ilâhi tecellidir. Halkın iptilası içindir. Allah kişilere ikram etmektedir. Buna karşılık Allah kişilerden diğer insanlara ikram etmesini istemektedir.

İkram etmeyi bilirsek, ikram olunmaya da hak kazanırız. Eğer ikramlar azalmış, rızkımız takdir edilmişse, bunun sebebi bizim ikramdan habersiz olmamızdır. Sen başkalarının iyiliğini istersen, başkası da senin için iyilik ister.

Hayatımda ben ne kadar başkalarının topluluğunu düşündümse, Allah da bana yani şahsıma o kadar ikram etmiştir. Çevremdeki insanlar bana hep iyilik ettiler. Hattâ ben istemeden onlar öyle yaptılar. Bugün İstanbul’da bulunuyorsam ikram etmek için bulunuyorum. Ama Allah da bana sizlerin eliyle daha fazla ikramda bulunuyor.

Siz de deneyebilirsiniz. Kendinizi değil, topluluğu ve çevreyi düşünün. O zaman size ne kadar ikram gelecektir. Sıkıntıya düşüyorsanız bilin ki ikramınızın az olmasındandır.

Zaman zaman ben de sıkıntıya düşüyorum. Ama neden sıkıntıya düştüğümü biliyorum. Çünkü layıkıyla çevremdekilerle ve akrabalarımla meşgul olamıyorum.

الْيَتِيمَ(eLYaTIyMa)  “Yetime”

Yetime ikram etmiyorsunuz.

“Yetim” burada marife gelmiştir. Ne içindir? Cins içindir.

Yetime ikram etmiyorsunuz.

Yetim, sürüden ayrılmış, tek başına kalmış koyundur. İncide ayrı bırakılan parçaya yetim denir. Ailesi olmayan kimse yetimdir. Anne babası olan yetim değildir. Yalnız annesinden veya yalnız babasından yetim kalan da yetimdir. Genel olarak illet, onu canından daha çok düşünen birisi yoksa, kendisi de kendi başına yaşamaya muktedir değilse, o yetimdir. Yeryüzü bütün insanlığındır. Çalışıp üretim yapanlar vardır. Bir de çalışamayanlar vardır. Bunlar yetimdirler. Eğer anne babaları varsa onlara bakacaklardır. Yoksa, o zaman onlara bakmak, ikram etmek diğer insanlara düşer. Bunlar komşu veya akraba olabilir.

Burada “ikram etmiyorsunuz” ifadesi ile “ikram etmeniz gerekir” manâsı çıkar. İkram edecek olanlar da tüm insanlardır, topluluktur.

“Topluluktur” deyince ne anlıyoruz?

İnsanların topluluğu aşiret, kabile, şa’b ve kavmdır. Tüm insanlıktır. Yani ocak, bucak, il, ülke ve insanlıktır. Adım adım bunlardan her birindeki yetimlere ikram vazifesi düşmektedir. Yani genel sosyal güvenlik sağlanmalıdır.

İnsanın akrabaları yoksa, komşuları ona bakmakla yükümlüdürler.

a) Anne ve baba çocuklara bakmakla yükümlüdürler.

b) Ondan sonra usul ve füruu gelir.

c) Ondan sonra kardeşler gelir.

d) Ondan sonra da yeğenler ile amca ve halalar gelir; dayılar ve teyzeler de onlarla beraberdirler.

Bunlardan kimse yoksa, o zaman komşular gelir. Komşularda ise yine akrabalık sıralanır. Yani komşu amca çocuğu yükümlüdür demektir. Yani kardeş uzak da olsa yetime bakmakla yükümlüdür. Ama amca oğlu, teyze kızı komşu değilse yükümlü değildir.

Yetime bakmakla yükümlü olanların toplulukça desteklenmesi gerekir. Yani onlara ek gelir sağlanmalıdır. Anne baba muhtaç iseler yardım alırlar. Oysa akrabalar veya komşular o görevi fiilen yerine getirirler ama karşılığını da topluluktan istihkak ederler. İslâmiyet’te huzurevleri ve yetimhaneler yoktur. Onun yerine akrabalık ve komşuluk ikame edilmiştir. 

Bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Burada zekât müessesesini ortaya koymuştur. Sadece miktarlar belirtilmemiş olmaktadır. Sonra Medine’de bunların uygulaması yapılmıştır.

Demek ki, İslâm devlet nizamını planlama ile yürüteceğiz. Planlama yaparken her şeyi teferruatı ile belirleyeceğiz. Ama uygulama tedrici olarak yapılacaktır.

Bu tür ifadelere “mücmel” denir. İkram edin deniyor ama neyi ikram edeceğimiz, ne kadar ikram edeceğimiz bildirilmiyor. Beklemeliyiz, yahut içtihat edip amel etmeliyiz.

وَلَا تَحَاضُّونَ  (Va Lav TaPawWUvNa)  “Hadd  etmiyorsunuz da.”

Hadde” kelimesi sırttan dökülmüş kaya parçalarıdır. Sürüyü harekete geçirmek de haddetmektir.

Burada bizden istenen miskinlerin doyurulması değildir, miskinleri doyuracak müesseseler oluşturmaktır. Genel sosyal sigorta kurmaktır. Primsiz, aidatsız, herkesin sigorta yapılmasıdır. Bu sigortanın içine işsizler de dahildir.

Yetimlere ikram edilecek ama işsizler de sigortalanacaktır.

İkram ile ıhdad arasındaki fark; birisinde kişinin çalışıp üretim yapmasını istemektir, diğerinde ise aynı yetimlere doğrudan ikramda bulunulmasıdır. Faizsiz çalışma kredisi bunun için gerekmektedir.

عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ(GaLAy OaGAMı eLMiSKIyNa)  “Miskinin taamına”

Burada “ıtami’l-miskin” denmiştir. Yani teşvik ve tergib edilecek. Burada aslolan yoksulun doyurulması değil doymasıdır. Yani yoksul çalışacak ve doyacaktır.

Yetimlerin ikramında emredilen doğrudan onları doyurmadır ve giydirmedir. Ama yoksulların ise doyması önemlidir. Bunlar çalışabilecek kimselerdir. Ya iş bulamadıkları için çalışmıyorlar veya iş bulamıyorlar. İş bulamadıkları zaman biz onlara iş bulmalıyız. Çalışma kredisi bu demektir. Çalışmadıkları zaman da onların doymasına imkan vereceğiz ama onların giymesine imkan vermeyeceğiz. Giyinmek istiyorlarsa çalışsınlar. Yetimlere ikram edilecek, yoksullara ise itam etmelerine imkan verilecektir.

Miskini doyurmayacağız, kendisi doyacak. Yani onu çalışıp kazanacak hâle getireceğiz. Öyle düzen kuracağız ki orada işsiz olmayacak.

Miskin, sakin duran demektir. Bıçağın adı sikkindir, yani durduran demektir. Mesken de ev demektir. Hareketsiz hâle gelmiş, sakin olmuş, evinden çıkamaz olmuş demektir.

وَتَأْكُلُونَ(Va TaEKuLUvNa)  “Eklediyorsunuz.”

Bundan önce iki âyet getirmişti. Yetimlere ikram etmiyorsunuz. Buna karşılık mirası hemen eklediyorsunuz diyor. Miskinlerin taamına haddetmiyorsunuz denmişti. Buna mukabil malı hubben cem ediyorsunuz diyor. Yetimlere ikram etmediğiniz gibi onlara kalan mirasları da yiyorsunuz, onların hukukuna tecavüz ediyorsunuz diyor. Yoksulların doymasına yardım etmediğiniz gibi malları yığıp duruyor ve ekonomik sirkülasyonu önlüyorsunuz diyor.

Görülüyor ki, burada yetim, yoksul, ekl ve cem kelimeleri karşı karşıya getirilmiştir. Dört cümle bir köşegenin dört kenarına konmuştur.

“Ekletmek” bir şeyi tüketmek demektir, yiyip bitirmek demektir. Taam yalnız yemekler için söylendiği halde, ekl hepsi için, mallar için söylenmektedir. Ekletmek ile ikram etmek karşılaştırılmıştır. Biri kendisi için yiyip bitirmedir. Diğeri ise başkasına vermektir. Buna infak da denmektedir.

التُّرَاثَ(elTuRAÇa)  “Mirası”

Turas” cibal veznindedir. Aslı “Viras”dır. “Va” “Ta”ya dönüşmüş, “nasartu”da olduğu gibi vava delalet etsin diye ötreli olmuştur. İrsin yani virsin çoğuludur. Mirasları eklediyorsunuz denmiş olur.

Bu kelime Kur’an’da bir defa geçmektedir.

Miras” ölen kimsenin yakınlarına kalan mallardır.

Bakınız, bu da Mekke sûresidir, ama mirasın meşruiyetini kabul etmiş oluyor. Medine’de mirasın nasıl taksim edileceğine ait âyetler gelmiş, mücmel bu sûre orada beyan edilmiştir.

Mirasın hikmetleri nelerdir? Niçin miras müessesesi vardır? “İnsan için emekten başka bir şey yoktur” âyeti varken, miras neden meşru kılınmıştır?

  1. Akrabalar hayatlarında birbirlerine karşı sorumlu olduklarından bir tür ortaktırlar. Dolayısıyla mirasın onlara kalması en uygun bir olaydır.
  2. Aile müessesesinin devamı gerekmektedir. Bunun için aile kuracaklara babalarından ve analarından kalan mallar onlara kalmalıdır. Çünkü onların soylarını onlar devam ettirmektedirler.
  3. İnsanların mallarını biz yakınlarına bırakmazsak onlar çalışıp malları biriktirmez ve çocuklarına bırakmak istemez, böylece ekonomide tembellik ve durgunluk olur. Oysa anne baba çocuklarına bir şeyler bırakmak ister. Bu da onları hayatlarında çalışmaya teşvik eder.
  4. Mallara sahip bulunmamız gerekir. Sokağa atamayız. Mallardan yararlanma mülkiyetin sonucudur. Asıl gaye mallara sahip çıkmadır. “Mala sahibi gerek, oğlu da değil babası” atasözümüz, malların ancak mülkiyetle korunacağını ifade eder. Miras mülkiyetin temelidir.

أَكْلًا لَمًّا(EaKLan LamMan)  “Lemmen ekl ederek.”

Arapçada eğer masdarın bir hâli izah edilecekse mutlak masdar olarak tekrar edilir. Haksız olarak yeme yerine, haksız yeme ile şeklinde söyler Araplar. Türkçede de benzer söyleyiş vardır. Ancak yaygın söyleyiş “eklen” kelimesini tekrar etmeden söylemektir.

Burada asıl izah edilecek husus “Lemmâ” kelimesidir. Elbette yerilen ekl lem olarak ekldir. Yoksa mallar ekletmek içindir. Nitekim “eklediniz” diye emirler vardır.

“Lem” ve “cem” baştaki saçın toplanmış şeklidir. “Lem” omuzlara kadar inmeyen saçın bağlanmış şeklidir. “Cem” ise omuzlardan aşağı sarkmış şeklidir. Bu âyette “Lem” getirilmiş, öbür âyette de “Cem” getirilmiştir.

Miras yoluyla birleştirip tek mal hâline getirmeye çalışılır. Oysa sonra çocuklar onları parçalayacaklardır. Bu sebepledir ki Kur’an mülkiyeti ikiye ayırmıştır. Kıyam mülkiyetinde cem vardır. Vasiyet yoluyla intikal eder. İntifa mülkiyetinde ise miras vardır. Herkese binde bir parça olsa bile birleştirilmez, herkes kendisi ondan yararlanır.

Daha Mekke dönemi sûrelerinde bunlara işaret edilmektedir.

Miras yoluyla malları bir araya getirme sistemi Roma hukukunda vardır. Bizim hukukumuzda vasiyet bu işi kıyam mülkiyetinde yapar, intifa mülkiyetinde ise miras malların dağılmasını ve tekelin oluşmamasını sağlar.

وَتُحِبُّونَ(Va TuXıbBUvNa)  “Ve  hubbedersiniz.”

Habbe” tane demektir. Su kaynarken çıkan kabarcığa da “habbe” denir.

İnsan da kaynayan suya benzer bir şey içinden çıkıyormuş gibi olacağından, muhabbet sevmek anlamına gelmektedir. “Kanım kaynadı” deriz.

“Te’külûn”e karşı burada “Tuhibbûne” kelimesi getirilmiştir. Ekletmek yiyip tüketmek olduğu gibi, hubbetmek de kendine çekip saklamak demektir.

الْمَالَ(eLMAvLa)  “Malı”

Mal” “meyl” kelimesinden gelir. İnsanın mala sahip olma meyli ve hırsı vardır. Mülkiyet buradan gelir. Arılar da fareler de malları yığarlar ama farelerin mala karşı bir hırsları yoktur. İnsanlar ise malları ortak olarak üretirler ama ayrı ayrı kendilerinin olmasını isterler. Bu özellik insana verilmiştir.

Bu sûre insanı anlatmaktadır. Diğer hayvanlarda olmayan özellikler anlatılmaktadır. Hayvanlarda miras kavramı olmadığı gibi, malı yığıp ‘bu benimdir’ deme hırsı da yoktur. İnsanlarda ise bu o kadar yaygındır ki, tarihteki savaşlar hep toprak için yapılmıştır. Şimdi de petrol savaşları vardır.

Şimdi, bu izahlardan sonra sûreyi ele alıp baştan yeniden okumamız gerekir. Sûre insana has özellikleri anlatmaktadır.

حُبًّا جَمًّا(20)(XubBan CamMan)  “Cemmen hub edersiniz.”

Ekl ede ede, kırpa kırpa yersiniz demek olur. Malları topluyor, sonra onu kırpa kırpa yiyorsunuz. Çünkü bir araya gelen mallar israf olur. Çocuklar onu kumarda, içkide, fuhuşta yerler. Haram para mutlaka kendisini kusar. Haydan gelen huya gider.

Çocuklarımıza miras olarak sadece iyi topluluk bırakmalıyız.

Onun dışında yapılanlar hiçbir işe yaramaz.

Birçok kimseler isterler ki benim çocuklarım başkalarından daha üstün olsun, okulda birinci olsun, zenginlikte birinci olsun. Hattâ takvada birinci olsun, imanda birinci olsun.

Çocuğu iyi bir insan olarak yetiştirmemiz elbette bizim için gereklidir. Ama asla muhteris olmamak gerekir. İyi bir kapıcı, insanlığa hizmet eden kapıcı, kötü müdürden çok çok iyidir. Ne var ki iyi insan olabilmek için iyi toplulukta olmak gerekir. Yoksa kötü toplulukta seni yiyip bitirirler.

Burada da uzatarak saçları toplamaktır. Yani saçlar ne uzun ne kısa olmalıdır. Omuzlara kadar inmelidir. Şüphesiz bu mecazi anlamdadır. Yani insanlar vasatı sevmelidirler. Toplulukta ne ille başa geçmek için uğraşmalı, ne de sonda kalınmalıdır. Hazreti Peygamber ortadan yürümeyi severdi.

Biz ortada olmaya çalışmalıyız. Ama kader bazen en öne götürebilir. Bazen de en arkada bırakabilir. Bundan asla üzülmemeliyiz, sıkılmamalıyız. Bu dünya geçicidir. Biraz sonra ölüp gideceğiz. Bizim çocuklarımız komşularımızın çocukları ile evlenecekler ve hepsi bizim torunumuz olacaktır.

“Cemmen” kelimesi “cem’an” kelimesine de akrabadır. Cuma yumruktur. Top gibi toplamadır. Cem ve lem ise silindirik toplama, demet yapmadır. Kısa demetler “lem”, uzun demetler “cem” olmaktadır. Yuvarlak yapılan balya ise “Cuma”dır.

Buraya kadar kâinatın yaradılışını, sonra insanı anlattı. İnsanın diğer canlılardan olan farklı tarafları anlatıldı. Çünkü diğer varlıklar hep aldıklarını yerine getirirler. Oysa insan Allah’ın halifesi olarak kendisi kararlar alır ve kararları kul olarak uygular. Kararları Allah adına aldığı için aldığı kararlardan sorumludur. Kararları yerine getirip getirmemesinden sorumludur. Böylece kendisine tevdi edilen ilahlık görevini kul olarak başarıp başarmamasına göre âhirette ona yer verilecek, cennete veya cehenneme gidecektir. Cehennemde piştikten sonra yine Rabbine yaklaşma şansını bulacaktır.

 

 


FECR SURESİ TEFSİRİ(89.SURE)
1-1 VE 5.AYETLER
2633 Okunma
2-6 VE 14.AYETLER
1750 Okunma
3-15 VE 20.AYETLER
1543 Okunma
4-21 VE 26.AYETLER
3572 Okunma
5-27 VE 30.AYETLER
4060 Okunma