İNŞİKAK SURESİ TEFSİRİ(84.SURE)
Süleyman Karagülle
1149 Okunma
20 VE 25.AYETLER

İNŞİKAK SÛRESİ TEFSİRİ - 6

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

فَمَا لَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (20) وَإِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْآنُ لَا يَسْجُدُونَ (21) بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا يُكَذِّبُونَ (22) وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُوعُونَ (23) فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (24) إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (25)

 

فَمَا لَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (20)

(FaMAv LaHuM LAv YuEMiNUvNa)

“Neleri var ki iman etmiyorlar?!”

Bu sûrede dört bölüm vardır. İkisinin arasına “Fa” harfi girmiştir. Biri de “Ey iman edenler” ile ayrılmıştır. “Fa” harfi orada hazfedilmiştir, yerine hitap harfi getirilmiştir. Daha önceki âyetler “İzâ” ile başlamıştı. “Fa” gelseydi tafsil “Fa”sı değil de cevap “Fa”sı olurdu.

Burada ise “Fa” harfi ile bölüm ayrılmaktadır.

Burada “Hum” zamiri geçmektedir. Oysa sûrenin bundan önceki bölümlerinde çoğul geçmemektedir, “insan” ve “men” geçmektedir, onlara da müfred zamir gönderilmektedir.  Müfred zamirden sonra ona çoğul zamir göndermek beliğ olmaz. O halde buradaki “Hum” zamiri mahzuf olan cümlede geçen kimselere raci olmaktadır.

Diyelim ki birilerinin gelmesini bekliyorlar, sizi de gözcü koymuşlar, bakıyorsunuz ki kafile göründü. “Geliyorlar” dersiniz. Böylece beklediğiniz kimseleri hazf edersiniz.

İşte burada da hazf vardır. Kur’an’ın açık âyetleri anlatıldığı halde inanmayanlar vardır. Ay’a çıkılacağı açıkça belirtildiği halde, bunu herkes televizyonlarda seyrettiği halde ve gelecekte de Ay’a çıkılacağı projeleri yapılmaya devam ettiği halde, Kur’an bunları haber verdiği halde, hâlâ Allah’ın âyetlerine ve Kur’an’a inanmayanlar vardır. Hâlâ Kur’an âyetlerine kulak verip “Adil Düzen”i uygulayacakları yerde, karşılıksız faiz parasını mabut edinmiş olup onun peşinde koşup duruyorlar. Bu kimseler şirk içindedirler.

Bu sûre 1400 sene evvelki insanlar için müteşabih idi. Ay’ı o günkü insanlar bir lamba zannediyorlardı. Araplar öyle düşünüyorlardı. “Tabakadan tabakaya bineceksiniz” âyetinin manâsını ancak 20’inci yüzyılda tepkili uçakları keşfettikten sonra anladık.

Yeryüzünde havanın olduğu yerlerde kanatlarla ve pervanelerle uçabilirsiniz. Bugün gökte uçan kuşlar ve milyona varan türleri ile böcekler vardır. Hattâ memelilerden yarasalar vardır. Geçmişte sürüngenler de vardı. Bunların uçuş tekniği gemilerin yüzme tekniğinden fazla farklı değildir. Hızlanınca kanatlara kaldırma kuvveti gelir ve o canlı veya uçak uçar.

İkinci Cihan Savaşı’nda iki önemli keşif vardır. Biri tepkili bomba yapıldı. Hidrojen gazı ile doldurulan bombanın arkası oksijenle yakıldı ve tepki sonunda bomba hareket ederek uzaklara ulaştı. Almanlar buna dayanarak tüm Avrupa’yı, Afrika’yı, Asya’yı fethe başladılar. Öğreten Yahudilerdi. İngilizlere ise radarı öğretmişlerdi. Londra’yı fethe çıkan Alman gemileri denizin ortasında batırıldı, gece karanlığında batırıldı. Böylece İkinci Cihan Savaşı’nı İngilizler kazandı.

İşte bu tepkili araç özelliği gereği boşlukta da istediği istikamette gidebilmektedir. Bu füzelere konan yakıt tankları boşaldıkça atılmakta, böylece araç hafifletilmektedir. Yani araç tabakalardan oluşmaktadır. İnsanlar ona binmektedir.

İşte bu tepki tekniği sayesinde Ay’a çıkılabilmektedir.

Kur’an da şihabı sakıba tabi olunarak çıkılabileceğini bildirmiştir.

İşte böyle bir teknik ancak İkinci Cihan Savaşı’nda öğrenilmiştir. Savaştan sonra Ruslar bir yumurta büyüklüğünde taşı uzaya fırlatabildiler. Uzay yarışı başladı ve Amerikalılar Ay’a indiler, oradan taş parçasını getirdiler. Ay’ın yaşı tesbit edildi, Yer ile aynı yaşta idi.

Böylece Kur’an’ın bir haberi daha teyit edilmiştir.

İşte burada hazfedilen cümle 20’inci asrın insanına hitap etmektedir; bilhassa Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap etmektedir. Çünkü bu keşifleri onlar yapmışlardır. Bu seyahatleri onlar tertip etmişlerdir. Bundan önceki âyette “Siz bir tabakadan bir tabakaya rukub edeceksiniz” denmekte idi, zamir “siz” yani hitap zamiri idi. Çünkü Ay’a seyahat edecek tüm insanlar olacaktır. “Ey insan” diye hitap edilenler onlardır. Hâlbuki burada “Onlar neden iman etmiyorlar?” denmektedir. Onlara tahsis edilmiş olmasının iki sebebi vardır. Biri, biz inanıyoruz, dolayısıyla siz neden iman etmiyorsunuz ifadesi doğru olmazdı.  Diğeri de bu işin asıl mucidi onlardı, onların hepsinden önce iman etmeleri gerekirdi. İşte bundan önce hazfedilmiş cümlelerin muhatabı bugünkü uygarlığın mimarları olan batılılardır, kapitalist ve sosyalistlerdir. Âyet doğrudan doğruya zamanımıza bakmaktadır.

Bu iman etmeyenler arasında “Adil Düzene karşıyım” diyen AK Partililer de yer alır, Adil Düzen çalışmalarını yasaklayan bir kısım Saadetçiler de yer alır, bizim çalışmalarımıza sansür koyan tarikatçılarla nurcular da yer alır.

Olay bu kadar açık iken hâlâ neden iman etmiyorlar?

Etmiyorlar da bâtıl zinacı ve faizci düzenden medet umuyorlar.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm faizi zinaya benzetmiş. Gerçekten de sosyal yapıyı çökerten zinadır. Zina sebebiyle AİDS dünyaya yayılmıştır. Zina serbestliği sebebiyle Hıristiyanların nüfusu azalmaktadır. Ekonominin çıkmazı faizdir. Krizler karşılıksız paradan doğmuştur.

O halde Kur’an’a inandıklarını söyleyen bu kimseler neden İlâhi ahkâmın Kur’an nurunun yeryüzüne yayılması için çalışmıyorlar? Allah’ın kendilerine verdiği basın ve yayın organlarını spor gibi heva ile ilgili şeylerle doldurup Akevler’in “Adil Düzen” çalışmalarına katılmıyorlar.

فَمَا لَهُمْ

(FaMAv LaHuM)

“Onların nesi var?”

Fa” tafsil “Fa”sıdır. Kâinatın yaratılması ve insanların uygarlaşmasına işaret ettikten sonra insanların durumunu ortaya koymaktadır. Bugünkü insanların iman etmemelerine işaret etmektedir. Oysa müsbet ilim 20’inci yüzyılda esasları ile kemale ermiştir. Artık kâinatın ucunu bucağını biliyoruz. Kur’an’ın da bunları çok açık ifade ettiğini görüyoruz. O halde en çok iman eden nesil bu nesil olmalıdır. Oysa tam tersine yeryüzünde 20’inci asrın münkirleri kadar inkârcı bir nesil tarih boyunca hiç olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.

İşte buradaki “Fa” harfi ile bunlar anlatılmaktadır.

” soru ismidir. Onlar çağımızın mağdubun aleyhleri yani münkirleridir, çağımızın dâllînleridir. İnkâr etmemekle beraber düzeni kabul etmeyen şaşkınlardır, sapıklardır.

لَا يُؤْمِنُونَ

(LAv YuEMiNUvNa) 

“İman etmezler”

” istikbali nehy eder. Türkçede şimdiki zaman geleceğe eklenir. “Gelir” dediğimiz zaman şimdi gelir veya gelecekte gelir anlamı var. “Geldi” dediğimiz zaman da geçmiş kastedilir, şimdiki zaman dâhil değildir. Arapçada ise şimdiki zaman geçmişe dâhildir. Muzariler daha çok gelecek zamanı içerir. Hemen başlamayacaksa “Se” ve “Sevfe” getirilir.

“İman etmediler” değil de “İman etmeyecekler” denmektedir. Geniş zaman olarak iman etmezler.  Diller arasındaki bu nüans farklarını bilmek çok zor olduğu için Kur’an ancak zamanla daha iyi anlaşılır hâle gelecektir.

İmansızlıkları 20’inci asırda başlamış ve devam ediyor. Sermayenin gücü devam ettikçe yine de devam edecektir. Bugünkü put karşılıksız paradır. Mısırlılar firavunlara taptılar. Şimdiki dünya dolara tapıyor. Sosyalist ülkelerin doları para olarak kabul etmemeleri gerekirken aksini yaptılar. Halktan zorla topladıkları altınları dolara çevirdiler ve Sovyetlere refah getirdiler. Çin de dolar deposu hâline geldi. Tanrıları (karşılıksız paraları, dolarları vs.) ölmek üzeredir. Müslüman ve Hıristiyan ülkelerin yöneticileri de gaflet ve dalalet içinde sahte mabudun peşinde koşmaktadırlar. Namaz kılmanın oruç tutmanın ibadet olmadığını savunduk. Ama neyin ibadet olduğunu söylemedik. İşte şimdi söylüyoruz.

Karşılıksız para peşinde koşan, onu edinmekle her şeyi elde edeceğini sanan, emek karşılığı çıkarılacak reel paraya itibar etmeyenler Allah’tan başkasına ibadet etmiş olmaktadırlar. Mü’minler karşılıksız parayı karşılıklı paraya çevirerek kullanmak zorundadırlar. Para yeryüzünde olanlara maliyet payını gösterir. Allah’ın yarattığı mallarındaki bedeldir. Allah’a ibadettir. Karşılıksız para ise onu çıkaranları Allah’ın kâinatına ortak etme demektir. Emek dışı insanlara hak tanıma demektir. Cahiliye döneminde Mekke’deki putlara tapma bile bu şirkin onda biri kadar bile değildir.

İman etmek” güven altına almak demek, birbirini güven altına almak yani dayanışma ortaklıkları kurmak demektir.

Merkezi yönetimler güvenliklerini tuttukları paralı güçlerle alırlar. Böylece halkın dışında halktan üstün devlet gücü oluşur. Dokunulmazlıklarla bunlar korunurlar. Yargılamayı da yine atadıkları ücretli hâkimlere (hakemlere değil) yaptırırlar. Bu da iman dışına çıkmadır. Yani birbirlerinin güvenini sağlama yerine özel güçlerle güvenliği sağlarlar. Oysa Kur’an onlara hakemler yoluyla sorunlarını çözmeleri, güvenliği de nöbetleşerek ülkede askerlik, illerde nöbetleşerek oluşturdukları zabıta güçleri ile sağlar.

İşte “iman etmeme” demek, nöbetleşe güvenliği sağlamama demektir.

وَإِذَا قُرِئَ عَلَيْهِمُ الْقُرْآنُ لَا يَسْجُدُونَ (21)

(Va EiÜAv QuRiEa GaLaYHiMu eLQuREAvNu LAv YaSCuDUvNa)

“Ve Kur’an kendilerine kıraat olunduğunda secde etmezler.”

Secde etmek” “iman etmek” ile birlikte zikredilmiştir. Birlikte secde olarak emredilmiştir. Güvenlik imanla ifade edilmiştir. Sivil yönetim ise secde ile zikredilmiştir.

İmanda ve askerlikte emir ve itaat vardır. Üst emreder alt yapar. Secdede ise ittiba vardır. İmam secde eder, halk da secde eder. Rükûda imam görülmektedir. Secdede ise yalnız ses duyulmaktadır. Uyma vardır ama imamın cemaatten hattâ cemaatin imamdan haberleri yoktur. Namaz kıyam, rükû, secde, kade, ittiba şekillerini öğretmektedir. Namazda bu öğretilir. Ayakta iken Kur’an kendilerine okunur. İmam okur, onlara okur. İmam rükûa gider cemaat de rükûa gider, imam secdeye gider cemaat de secdeye gider. Bu namazda eğitim şeklinde sağlanır.

Hayatta da imam kendi bildiğini değil Kur’an’ı okur. Kur’an yalnız kıraat değildir, Kur’an aynı zamanda hükümlerdir. Kur’an’da biz onu Kur’anen arabiyyen indirdik diyor, yine hükmen arabiyyen deniyor. Bu ifadeler te’kîd ediliyor. Yani Kur’an aynı zamanda hükümdür. Arapçadan istidlâl edilecektir. Bizim yaptıklarımız yapılacaktır demektir. Bugünkü müsbet ilimleri ve klasik Kur’an Arapçasını bilenler Kur’an’ı yorumlayacaklardır. Bu da Kur’an’ın kıraatidir. Yoksa Arapça hüküm olmazdı.

Secde etmede bu yorumları dinleyip doğru yorumladığımıza kanaat getirdikleri zaman ona göre amel etmiş olacaklardır. Yani Arapça Kur’an’dan istinbat edilen hükümler halk tarafından ittiba yoluyla uygulanacak. Herkes kendisi rükû ve secde edecektir. Yöneticiler karışmayacaklardır. Kıraat kıyamı da içerir. Secde rükûyu da içerir. Herkesin Arapça öğrenip Kur’an’dan istidlâl etmesi gerekmez ama Arapça öğrenip tefekkuh edenler olacaktır. Farz-ı kifayedir. Halkın da onların inzarına uyması gerekir, onların icmalarına uyması gerekir.

Burada dikkat edeceğimiz husus Kur’an’ın okunmasıdır. Yani şimdi içtihat yapılmasıdır. Daha önce yani bin sene önce yapılan içtihatlara uyulması değildir. İçtihat olay üzerinde yapılır ve Kur’an’dan yapılır. Diğer üç delilden Kur’an’ı anlamak için yararlanılır. Onlar doğrudan delil değildirler. Akevler’in usulü şudur, usulde fukahanın icmalarına uyulacaktır. Kur’an ona göre yorumlanacaktır. Burada ise günümüzün meselelerini sırat-ı müstakim üzerine biz bugün çözeceğiz. Bin sene önceki içtihatlar bizi bağlamaz, Kur’an’dan istidlal ediyorsak bağlar.

وَإِذَا قُرِئَ

(Va EiÜAv QuRiE)

“Kıraat olunduğunda”

“İn” değil de “İzâ” getirilmiştir. Yani okunacaktır.

“Okunursa” değil de “Okunduğunda” şeklinde ifade edilmiştir. O halde bir okuyan bulunacaktır. Allah hiçbir dönemi tebliğsiz bırakmaz. Her zaman bir mübelliği ortaya çıkarır. 

Bizden önce bu tebliğ ile kendilerini memur gören iki kişi vardı:

Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan.

Bediüzzaman Risale-i Nurlarla tebliği Türkçeleştirdi. Selçuklu ve Osmanlılar hutbeleri Arapça okurlardı. Bediüzzaman Kur’an’ın tefsirlerini okumayı ibadet yaptı ve dersleri Türkçe okuttu. Müntesipleri bugün büyük başarılar elde ettiler.

Yine bizden önce bizi sebket edenler içinde Süleyman Tunahan vardı. 18 sene okuyup dersiam olduktan sonra ancak tebliğ görevi yapma izni verilirdi. Tunahan birkaç ay okuttuktan sonra Arapça derslere başlattı ve kapatılan medreseler onun sayesinde yaşadı.

Akevler, Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimlerle ve Arapça olarak yorumlayarak bir site (İzmir Akevler Sitesi) girişiminde bulundu.

F. Gülen bunu vakıf olarak geliştirdi.

N. Erbakan bunu siyasi parti olarak geliştirdi.

Her iki kuruluş dünyaya İslâmiyet’i tebliğ etti. Bizden sonra gelecek nesillerin yani sizlerin artık İslâm düzenini uygulayarak göstermeniz gerekmektedir. Bugün size kulak vermiyorlarsa siz hazır değilsiniz demektir. Çalışmalarınız tamamlandığında tüm dünya size yardımcı olacaktır. Yahut siz o yeni görevlilere yardımcı olacaksınız. Yani Kur’an tüm insanlığa okunacaktır. Onlar secde etmeyecekler. “İn” değil de “İzâ” gelmesi bunu ifade eder.

عَلَيْهِمُ

(GaLaYHiMu)

“Onlara”

Yani bugünün mağdubun aleyhim olanlara, dâllîn olanlara, sırat-ı müstakimde olanlara Kur’an okuduğunda. Buradaki zamir “Fe”den önce mahzuf olan çağımızın iki grubudur. Namaz kılmayanlarla namaz kılıp Kur’an okunduğunda Kur’an’a göre amel etmeyenler.

Aleyhim” Kur’an’a takdim edilmiştir. Bizim görevimiz bunlara tebliğ olmaktadır. Bu işi Erbakan fazlasıyla yaptı, tüm dünyaya duyurdu, ne var ki örnek uygulama olarak gösteremedi.

İşte, bizim görevimiz göstererek Kur’an’ı onlara kıraat etmektir. Bunu başarmamız için yüz dairelik apartman projemiz vardır, yüz ailelik mala-mal semt marketi projemiz vardır. Bu kıraati böyle başaracağız. İnsanların kendilerini güvende hissetmeleri için aşiretler/ocaklar kuracaklar, bir apartmandaki on dairelik bir katta toplanarak birbirlerini güvene alacaklar. Bodrum kattaki iş yerlerinde de beraber çalışacaklar ve birlikte kıldıkları beş vakit namazlarında birlikte secde etmiş olacaklardır. İşveren yok, işçi yok. Herkes kıraat edilen Kur’an’a uymakla birlik sağlanacaktır. Ortak üretim olacaktır.

Bugün İstanbul’u düşünelim, herkes kendisi iş yapıyor ama fiyat ve ücretler İstanbul’un ithalat ve ihracatı dengede tutulmaktadır. 15 milyon insan emir komuta zincirine girmeden bu işi başarıyorlar. Bunu her yüz ailelik semt yapacaktır.

İşte bu semti göstermek bize farzdır. Kıraatimiz o olacaktır. Mal belgelerini, mal senetlerini ve semt senedini çıkaran kooperatif sonunda düzeni göstererek ispat edecektir.

الْقُرْآنُ

(eLQuREAvNu) 

“Kur’an”

Kur’an” marife olarak gelmiştir. Nekre olarak da kullanılmaktadır. Marife olarak geldiğinde tüm Kur’an’ın özel adı olmaktadır. Nekre olarak geldiğinde masdardır. Ğufran vezni üzeredir. Kur’an yalnız kıraat değildir, aynı zamanda Arapça olarak hükümdür. Kur’an bir televizyon ekranı gibidir. Onun frekansını ayarladığınızda sizi Yaratıcı ile buluşturur. Sizin aklınıza yeni manâ gelir. Onu size Allah ilham etmiştir. O an için o manâ sizin için bağlayıcıdır. Değişmez değildir. Yer ve zamana göre manâları değişir. Matematikteki rakamlar gibidir. Uyguladığınız yerde farklı sonuç verir. Bazen para olur, bazen kilogram olur, bazen metrekare olur. Kur’an da uygulanan yere göre, uygulayan kimseye göre, şartlara göre farklı manâ kazanır. Bundan dolayıdır ki herkes kendisi için Kur’an’ı kendisi okumalıdır. Başkalarının okuması ve anlaması Kur’an değildir.

Evet, onlara Kur’an’dan delil getirilerek anlatılması gerekmektedir.

Bizim bugün yaptığımız anayasaya Kur’an’dan delil bulma bu habere uymaktadır. Tüm şeriat hükümleri o suretle Kur’an olmuş olur. İhtilaflar içtihat edenlere farklı şeyler söylemiş olur, icmalar ise tüm insanlığa ulaştırılması gereken şeylerdir. İçtihat yapacağız ve uygulayacağız. İcma ettiklerimizi de tüm insanlığa tebliğ edeceğiz.

لَا يَسْجُدُونَ

(LAv YaSCuDUvNa)

“Secde etmezler.”

Secde” kelimesi alnın yere konması anlamında kullanılmaktadır. Namazdaki rüku ve sücud böyle tarif edilmiştir. Kur’an’da namaz geniş anlamda getirilmiştir.

وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ (15Rad-)

Bu âyette gökte ve yerde olan melek, cin, ruh ve insanlar isteyerek istemeyerek Allah için secde etmektedir, sabah ve akşam gölgeleri de.

Burada zikredilen sabah ve akşam bir “Bi”de toplanmıştır. Eğer ayrı iki vakit kastedilseydi “Bi” harfinin tekrar edilmesi gerekirdi. Bitişik olmayan bu iki vaktin zikredilmesi sürekli anlamına gelir. Gölgelerin secde etmesi burada mecazi olarak secde kelimesini anlamamız gerekir yahut secdenin bizim bildiğimizden farklı manâsı vardır.

وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ دَابَّةٍ وَالْمَلَائِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (49Nahl )

Dabbeden olan bütün canlılar ve melekler secde ederler. Melekler istikbar etmezler deniyor. Hayvanları bitkilerden ayırmış olması onların da ruh benzeri şeylere sahip olduklarını ifade etmiş olmaktadır. Burada işaret edilen başka bir konu meleklerin semavatta olmamalarıdır. Gerçekte onlar batıni âlemdedir. Cinler semadadırlar, melek ve ruhlar değildirler.

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ (Hac 18)

Semavatta olan kimseler, yerde olan kimseler, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve dabbeler Allah için secde ederler. Güneş, ay, dağlar, ağaç ve hayvanlar. Bunlar eşyadır.

Bu âyetlerin delaleti ile anlıyoruz ki Allah’ın emrettiği secde mertebe mertebedir. Cansızların ettiği secde, hayvanların ettiği secde, insanların tav’an veya kerhen ettiği secde, insanların iradeleri ile yaptıkları secde. Burada insanların iradeleri ile yaptıkları secdedir. Topluluğun kurallarına uyma anlamındadır.

Secdenin değişik manâları olunca Hazreti Yakup aleyhisselamın çocuklarının secde etmelerinde bir çelişki oluşmaz. Bizim Allah’a secde etmemiz demek şeriata uymamız demektir. Yöneticilerin bize emretme yetkileri yok demektir.  Şeriatın hükümleri yöneticilerin emirlerinden daha öncedir demektir. Bu İslâm dininde yani barış düzeninde böyledir. Savaşta ise emir kuraldan önce gelir.

بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا يُكَذِّبُونَ (22)

(BaLı elLaÜIyNa KaFaRUv YuKezZiBUvNa)

“Evet, kâfir olanlar tekzib de ediyorlar.”

Arapçada “BeL” daha önce söyleneni düzeltme anlamındadır. Şöyle ki kastım onu söylemek değildi, şunu söylemek istedim demektir. Kur’an’da ise bir hükmün daha ilerisini ifade edecekse “BeL” ile söylenir. 

Kur’an’ın bu açık âyetlerini görmeyerek yine bâtıl düzene, faiz ve zina düzenine uyanlar iki kısma ayrılmaktadır.

Bir kısmı inanmaz ama karşı da çıkmaz, bu yanlıştır bu olmaz demez. ‘Doğru söylüyorsun ama bugün bunlar uygulanmaz, bunu biz düzeltemeyiz’ derler. Bunlar iman etmeyenlerdir. Nitekim birçok namaz kılan ve hac yapan insan vardır ama düzene sıra gelince, cihat yapmak şöyle dursun, “Adil Düzen”i ağzına alanlara rey bile vermemektedirler.

İkinci grup ise alenen karşı çıkanlardır. Bunlar böyle bir düzenin olamayacağı, yanlış olduğunu iddia ederler. Bunlar solculardır, CHP’lilerdir. MHP’liler ise inanmayanlar arasındadır. Bununla beraber bizimle koalisyonu tereddütsüz yapanlar CHP’liler olmuşlardır. Ecevit bu sebepten önce Halk Partisi’nden ayrılmış sonra da hasta edilmiştir. Kur’an’a Mekke’de de inananlar Yahudiler değil müşrikler olmuştur. Dolayısıyla yeni düzeni benimseyecek insanlar daha çok solculardan ve ateistlerden çıkacaklardır.

İman etmeyenler kabul etmeyenlerdir. Reddedenler ise tekzip edenlerdir. İman etmeyenlere sadece zamirle işaret edilmiş, neden iman etmediklerini sormuştur. Vasıflarından bahsetmemiştir. Oysa onların içinde daha ileri gidenler vardır, tekzip edenler vardır.

بَلِ

(BeL)

“Evet”

İman etmiyorlar. Daha ileri durum vardır. Onların durumu daha da kötü, iman etmezlikle yetinmiyor bir de tekzip ediyorlar, yalanlıyorlar. Birinci grup dallinlerdir. İkinci grup ise mağdubun aleyhlerdir. Tekzip etmeleri tahkikten ileri gelmiyor.

Karşı taraf bir söz söylediği zaman onu tasdik etmen gerekmez. Aksi delilin varsa karşı deliller ikame edersin, bu rüştü araştırmadır. Konuyu müzakere edersiniz. Buradaki tartışmada gaye karşı tarafın yanlışlarını bulma değil kendi yanlışlarınız varsa onları düzeltmedir. Biz kendi kanaatimize ulaşınca artık onunla tartışmayız, sona erdiririz. Ne o bizim kendisine uymamızı ister ne de biz ona uymayı isteriz. Herkes kendi içtihadında kalır. Tekzip etme ise karşı tarafın yanlış olduğunu iddia etmektir. Sen kendi görüşünü bırak bize gel demek olur. Bu sebepledir ki karşı tarafı tekzip etme haram kılınmıştır. Delilleri ikame edersiniz o tatmin olmuşsa ve ehli haksa size uyar. Tatmin olmamışsa ona saldırma hakkımız yoktur. Diyeceğimiz sizin düzeniniz size benim düzenim banadır.

“Adil Düzen”i dinleyip öğrendikten sonra akılları ermezse aklım ermedi derler ve siz sizin içtihadınıza göre biz bizim içtihadımıza göre amel edelim demeleri gerekir.

الَّذِينَ كَفَرُوا

(elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olan kimseler”

İslâmiyet’e göre iki grup insan vardır; mü’min ve kâfir. Tüm çatışma ve tartışma bu iki kavram üzerine oturur. Ne var ki Müslümanlar her iki kavramı da değiştirmişlerdir. Dolayısıyla İslâm dini/düzeni başka din/düzen olmuştur. Onlara göre “Lâ ilâhe illallah muhammeden resulullah” diyenler mü’mindir, bunu demeyenler kâfirdir. Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler kâfirdirler.

Oysa bu asla böyle değildir.

İmanın iki manâsı vardır. Biri kalbi manâsıdır. İnsanın söylenenlere kani olmasıdır. Bu insanın elinde değildir. Ancak zamanla ona göre amel etmekle oluşur. Namaz kılanın, Kur’an okuyanın kalbine iman doğar. İkinci iman ise askerlik yapmaktır. Bu fiilî imandır. Tamamen hukuki manâsı vardır. Müslimler cihada mâlen katılırlar, mü’minler ise bedenen cihat ederler.

Yukarıdaki “iman etmezler” âyeti Müslimleri de içine almaktadır. Hâlbuki buradaki küfretmiş olanlar Müslimleri içine almaz. Küfretmiş olanlar hakem kararlarını kabul edenlerdir. Dolayısıyla onların dini yani düzeni vardır. Müşriklerin ise dini yoktur, düzeni yoktur, dolayısıyla hakem kararlarını da kabul etmezler. Küfrün kalbî olanı vardır. Bile bile bir şeyin aksini iddia etmek de küfürdür, âhirette insanlar bununla da muhakeme olunacaktır.

İnsanlar “İslâm ve iman” kelimelerini tahrif ettikleri gibi “şirk ve küfür” kelimelerini de tahrif etmişlerdir.

يُكَذِّبُونَ

(YuKazZiBUvNa)

“Tekzip ediyorlar.”

“Kizb” bir tür boyadır. Madeni kaplamalara da kizb kullanılır. Yani içini göstermemek kizbdir. İnsan bildiklerinin aksini söylerse kizb etmiş olur. Kizb haberde olur, küfür ise kanaatte olur. Küfür bir haberden çok bir sistemi reddetme anlamındadır, nankörlüktür. Varı yok göstermektir. Allah’ın nimetini inkârdır. Kizb ise yalan söylemektir. Arapça lügatte yanlışa da yalana da kizb denmekte ise de Kur’an’da sadece yalanın karşılığındadır. Yanlış hata olarak ifade edilir.

Tekzib etmek” başkasını yalancı saymak demektir. Kişi yanlış olabilir ama yalancı olduğunu ancak beynini okuyan bilebilir. Küfretmiş olanlar tekzib ediyorlar. Siz bunları çıkarınız için söylüyorsunuz, insanlardan oy almanız için söylüyorsunuz. Yoksa siz de biliyorsunuz ki bunlar uygulanamaz. Nitekim iktidar olduğunuz zaman uygulayamadınız. Ne zaman gömlek çıkardınız o zaman uygulayıp iktidarda kalabildiniz.

Evet, mevcut düzende “Adil Düzen”in kuralları uygulanamaz. At arabası benzin motoru ile çalıştırılamaz. Bizim size önerdiğimiz birden “Adil Düzen”e geçmeniz değildir. Önce “Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenmeniz gerek sonra da ona nasıl geçileceğini de öğrenmeniz gerek. İmkânlar elverdikçe zamanla geçilecektir.

Biz “Adil Düzen”i tartışmak istiyoruz. Biz yanlış anlamış olabiliriz. Tartışalım, uygulayalım, yanlışlarımızı görüp düzeltelim diyoruz. Siz ise ya sözlerimizi dinlemiyor anlamıyorsunuz yahut karşı çıkıp hapishanelere gönderiyorsunuz. İnanmayanlar için sadece neden inanmıyorlar deniyor ve Kur’an’da anlatıldığı halde neden onu uygulamıyorlar diyor. İkinci grup için yani tekzip edenler için ne hüküm ortaya koyacağını bundan sonraki âyet belirtmiş oluyor.

وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُوعُونَ

(Va elLAHu EaGLaMu BiMAv YUvGUvNa)

“İya ettiklerini Allah en iyi şekilde bilmektedir.”

“Via” ve “vıka” kap demektir. “Vıka” sandık şeklinde kaplardır. “Via” ise torba çuval veya dağarcık şeklindeki kaptır. Allah onların dağarcıklarında neleri doldurduklarını çok iyi bilmektedir, iyi bilmektedir, en iyi bilmektedir. İsm-i tafdil yani ef’al vezni “min” ile gelirse daha manâsına gelir, “min”siz gelirse en çok, en fazla, en üstün anlamına gelir yani ondan fazla hattâ onun kadar başka bilen yok anlamındadır. Buradaki zamir yani dağarcıklarını dolduranlar inanmayanlar değildir. Zamire zamir gitmiş olur. Buradaki “vav” zamiri küfretmiş olanlara gitmektedir. Tekzib edenlere gitmektedir. Onların anayasalarında, kanunlarında, şeriatlarında neler olduğunu Allah en iyi şekilde bilmektedir, eksiksiz bilmektedir.

İnsanların devlet aşamasına gelmeden önce yazılı kuralları yoktu, onları kabile reisleri yönetirdi. Onların koyduğu kurallar gelecek nesillere şeriat olurdu, sözlü şeriat olurdu. Kabile 1000 civarında aileden oluşur, başkan onların hepsini tanırdı. Kurallardan çok kişi yönetimi vardı.

İlk yazılı şeriat hükümleri Nuh aleyhisselam ile başlamıştır. Nuh Peygambere şeriat kitabı inmemiştir. Peygamberlerin sünneti yazılı kuralları oluşturuyordu. İlk yazılı şeriat Hazreti İbrahim peygamberin suhufu ile başlamıştır. Sonraları o Tevrat olacaktır. “Musa’nın ve İbrahim’in sahifeleri” deniyor, İbrahim’in ayrı Musa’nın ayrı sahifeleri denmiyor.

Sonra Kıbrıslı Zenon Yahudilere gelen Tevrat’ı laikleştirdi ve Yahudi olmayanlara tedris ettirdi.

Enbiya Sûresi’nde Musa, İbrahim, Lut, İshak ve Yakup’tan, Nuh, Davut, Süleyman, Eyüp, İsmail, İdris, Zilkifl, Zennun, Zekeriya, Yahya, Meryem ve oğlundan bahsetmektedir. Burada zikredilen Zennun genel olarak Yunus olarak anlaşılmakta ise de bu Kıbrıslı Zenon olmalıdır. Peygamber olmalıdır.

İşte, Roma hukuku bir Tevrat hukukudur. Roma hukuku resmi akde dayanır. Akit serbestliği ve içtihat yoktur. Sonra Kur’an içtihat ve icma sistemini getirmiştir. Batı yaptığı inkılâpla İslâm hukukunu adapte etmeye çalışmıştır. İşte onların “Avrupa müktesebatı” diye öğündükleri şeyler bir tür çorbadır. Hukuk ilmi yoktur. Bir arada İslâm’ın fıkhına uygun tabii hukuku oluşturmaya çalışmışlar ama başaramamışlardır. Bununla beraber Avrupa müktesebatı bir mozaik olma bakımından önemlidir. Ateist Sovyet hukuku da Batı hukukundan başka bir şey değildir.

Bu âyetle Batı hukukunun da değerlendirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Sorunları ortaya koymuş olmaları da önemlidir. Mesela ticaret hukuku, iş hukuku, sigorta hukuku, vergi hukuku gibi sorunları kendi mantıkları içinde çözmeye çalışmışlar ama çözememişlerdir. Şimdi bizim madde madde onları okuyup yerine “Adil Düzen” alternatifini getirmemiz gerekir. Mecelle sadece medeni hukuk için bunu yapmaya çalışmış ama başaramamıştır. Başarısızlığın iki sebebi vardır. Biri Kur’an’dan istidlal edeceğine 1000 sene önceki içtihatları mehaz almıştır. Bu sebeple başarılı olamamıştır. Diğeri de sistem olarak kanun sistemi içinde sorunu çözmeye çalışmıştır. Oysa İslâmiyet’te “kanun sistemi” yani tek dayatmacı sistem yoktur, “içtihat sistemi” vardır yani “şeriat sistemi” vardır.

Onların dağarcıklarında olanlar da yine Kur’an’ın açıklayıcı hükümleri içinde ele alınmalı ve değerlendirilmelidir.

Tekrar olarak söyleyelim. Batı hukuku günün sorunlarını ortaya koymakta, “teşhis yapmaktadır ama “tedavide” başarısızdır. İşte, bizim yapacağımız Batı’nın ortaya koyduğu sorunları Tevrat ve Kur’an’ın öğrettikleri ile çözmektir.

وَ

(Va)

“Ve”

Bu “Vav” hâl vavıdır. Onlara ne oluyor ki ifadesindeki “iman etmeyenler”in hâlidir yahut “tekzip ediyorlar”daki zamirin hâlidir. Bununla beraber küfretmiş olan kimselerdeki isim cümlesine de atfetmiş olabilir. Yani onlar birtakım şeyleri torbalarına koyup gizliyorlar, gerçekleri görmek istemiyorlar, ama Allah onların torbalarında olanları en iyi bir şekilde bilmektedir. Allah’ın halifesi olan insanlık da gelecekte onların ne yaptıklarını, insanları nasıl sömürdüklerini ortaya koyacaktır.

Batı uygarlığını Hıristiyanlar oluşturdular ama etkili olanlar merkezde olan Yahudilerdir. Daha önce Abbasiler zamanında Müslümanlarla bir olup İslâm uygarlığını oluşturmada katkıları olmuştur. Şimdi de Batı uygarlığında başrolü oynuyorlar.

Görevlerini yaptılar, şimdi çekilmek zorundadırlar.

اللَّهُ

(elLAHu)

“Allah”

Buradaki “Allah” âlemlerin Rabbi Allah olarak alınabilir. Sünnetullaha işaret etmektedir. Takdir-i İlâhiyi anlatmaktadır.

Bununla beraber insanlık gelecekte Avrupa uygarlığını en ince noktası ile değerlendirecektir. Bu uygarlığı ne fesat ve fitnelik içinde oluşturdukları bir bir ortaya çıkacaktır.

أَعْلَمُ

(EaGLaMu)

“En iyi bilen”

Neden iman etmiyorlar sorusu bize tevcih edilmiş, biz onlara tevcih etmekteyiz. Ne var ki Allah onların neden tekzip ettiklerini tam olarak bilmektedir.

İnsanlar düzenlerini kurarlar ve düzen içinde yaşamayı tercih ederler. Düzenin değişmesi insanları rahatsız eder. Çünkü bilmedikleri bir duruma doğru gitmektedir. Dolayısıyla bütün âyetleri gösterseniz de onlar iman edemezler ve karşı çıkmak zorunda kalırlar.

Biz onları ne zaman ikna edersek işte o zaman iman eder veya muhalefetten vazgeçerler. Bizim onları ikna etmemiz cihat ile olmaktadır. Bütün olumsuzluklara karşı direnirsek onlar bu direncimizi gördüklerinde iman ederler.

Bu direnci başta Akevler gösterememiştir. Olaylara teslim olmuş, cihat azmini kaybetmiştir. Millî Görüşçüler direnememişler, “Adil Düzen”den vazgeçmişlerdir. AK Partililer ise baştan teslim olmuşlardır. İşte bunun için “Adil Düzen” uygulanamamıştır.

بِمَا يُوعُونَ

(BiMAv YUvGUvNa)

“İa edeceklerini.”

Burada muzari sigası getirilmiştir. Neleri olduğunu bileceklerinden çok onların “Adil Düzen”den neleri alabileceklerini bilmektedir.

Akevler, Millî Görüş, Ak Parti, F. Gülenciler ve diğer ehli hak olanların neyi alacaklarını, neleri kabul edeceklerini en iyi bir şekilde bilmektedir. Allah onları “Adil Düzen”e katkıları olsun diye böyle hazırlamaktadır. Gelecekte onlar yanlarına “Adil Düzen”den yükler yükleneceklerdir. Allah’ın takdiri ile olmaktadır, olacaktır. Bugün eğer karşı çıkıyorlarsa o da Allah’ın takdiridir.

فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

(FaBaşŞıRHuM Bi GaÜABin EaLIyMin)

“Sen onlara elim azabı tebşir et.”

Kur’an’ı rafa kaldıran kimseler Kur’an’daki azap âyetlerini hep âhirete göndererek rahat etmektedirler. Diyelim ki İzmir’deki Akevler’dekiler, diyelim ki Millî Görüşçüler, AK Partililer azap âyetlerini okumuyorlar ya da okusalar bile azabın âhirette olacağını belirterek ondan sonra kendilerinden emin rahat etmektedirler.

Bu sûrenin başında âhiret azabından bahsedilmiştir.

Şimdi ise bu dünya azabından bahsedilmektedir.

Ay’a giden insanlara Kur’an’ın öğrettiği “Adil Düzen”e kulak vermeyenler, faizsiz ekonomi kurmayı gerekli görmeyenler, zinayı yasaklayıp çok evliliği getirmeyenler, bu dünya azabından kurtulacaklarını zannetmektedirler. Oysa onları elim azap beklemektedir.

Zaten müsbet ilim bu azabı “SOSYAL TUFAN” olarak bildirmektedir.

a) Toprak, su, hava ve DNA’lardan oluşan kromozomlar kirlenmektedir.

b) Tedavi tababeti, doğum kontrolü, serbest cinsi ilişki ve kitle imha savaşları dolayısıyla insan nesli dejenere olmaktadır.

c) Kitle imha silahları, biyolojik silahlar, kimyasal silahlar, atom bombası yeryüzünü patlamak üzere olan barut fıçısına çevirmiştir.

d) İş mafyası, senet mafyası, rüşvet mafyası ve terör mafyası her gün yaygınlaşmaktadır.

İnsanlık “Adil Düzen”i kabul etmezse dört dörtlük “sosyal afetler” kapımıza dayanmış bulunmaktadır. Sen onlara bunları müjdele deniyor.

Yaşlanan insanda birçok hastalık alametleri ortaya çıkar. Böylece dünyasını değiştirir. Yeni geleceklere yer açar.

Topluluklar da böyledir. Uygarlığın oluşması için yeni uygarlığın sancılarını insanlık çekmek durumundadır. Azab elimdir ama mühlik değildir. İnsanlar bu azab sayesinde “Adil Düzen”i kabul etmek zorunda kalacaklardır. Bu sebepledir ki o azab müjdedir.

Hamile olan kadınlar doğuma yaklaşınca büyük sancı çekerler ama biraz sonra çocuk dünyaya gelir, artık annenin dünyası evlat sevinciyle değişmiştir. Demek ki çekilen sancılar yani yaşanmakta olan musibetler doğacak bebeğin müjdecisidir. Topluluklardaki sosyal bozukluklar da doğacak yeni uygarlığın müjdecisidir.

فَ

(Fa) 

“Hemen”

Buradaki “Fa” atıf “Fa”sıdır.

Daha önce anlatılanların sonucu bir emir verilmektedir. Daha önce şu anlatıldı. Onların torbalarına neyi alabileceklerini Allah bilmektedir. Sen bilmezsin. Sen sadece tebşir et.

Bu direnmelere karşılık sıkıntı çekecekler ama “Adil Düzen” kesin olarak gelecektir ve insanlık Allah’ın nuru ile aydınlanacaktır. Sebep-sonuç ilişkisi içinde ia edebileceklerini Allah bilmektedir cümlesine onlara elim azabı müjdele cümlesini atfetmiştir.

بَشِّرْهُمْ

(BaşŞıRHuM)

“Onlara tebşir et.”

“Buşre” sevinçli yüz ifadesi bulunan deridir. “Tebşir etmek” karşı tarafa sevinçli bir haberi vermektir. Azab müjde olarak, sevinçli haber olarak bildiriliyor. O sayede insanlık uygarlaşacaktır.

Tarihte pek çok üzücü olay olmuştur. Biz Viyana’yı muhasara ettik. Tam fethedecek durumda iken Kırım Hanlığı ihanet etti, karşı tarafa geçti ve Viyana bozgunu oluştu. Ondan sonra geriledik ve Sakarya’ya kadar geldik. Bu olay bizim için kötü bir olaydır. Ne var ki biz Viyana’yı fethetseydik bugünkü Avrupa uygarlığı doğmazdı, Avrupa ortaçağ dönemini yaşamaya devam ederdi. Birinci Cihan Savaşı’nda yenilmeseydik şimdi kukla bir sultanın zavallı halkı durumunda olurduk.

Demek ki dünyadaki azap ilâhi rahmettir. Yeniliklerin, iyiliklerin müjdecisidir. Kur’an hakiki manâda onlara müjde ver demektedir.

Evet, insanlık ıstırap çekecek, birtakım sıkıntılar görecek ama üçüncü bin yıl uygarlığı da doğmuş olacaktır.

بِعَذَابٍ

(Bi GaÜABin)

“Azab ile”

“Tebşir” sevindirmektir. Bir mef’ul alan müteaddidir. İkinci mef’ulü “Bi” harfi ile alır. Bu da verilen müjdeyi ifade eder.

Azab ile” denmektedir. Azab aslında tatlı demektir. İnsanda bir anormallik olunca acı duyar. Bu acıdır ama aslında iyileşme acısıdır. Çocuk doğuran ananın ıstırabıdır. Hayır için acı duyulmaktadır. Bir yarada eğer acı varsa o yara iyileşiyor demektir. Acı yok olmuşsa onun iyileşme ümidi kesilmiştir demektir.

İşte bu tür sonu hayır olan eziyetlere azab denmektedir, onun için müjde olmaktadır.

أَلِيمٍ

(EaLIyMin)

“Sıkıntılı”

Evet, azap tatlı demektir. “Elim azab” sonu iyi olan ama eziyet verici bir tatlı olacaktır.

Evet, insanlık sosyalizmle çok acı çekmiştir. Kırk milyon insanı kaybetmiştir. Ama o acı sayesindedir ki insanlık uyanmıştır ve “Adil Düzen”e doğru adım atmaktadır.

Marks toprak kapitalizmi, sermaye kapitalizmi, sanayi kapitalizmi ve banka kapitalizmi safhalarını anlatmıştır. Sosyalizm bir banka kapitalizmidir. Karşılıksız para gücünü elde eden merkez dünyayı yönetmeye başlar. Marks bunları anlatırken bunun da çözüm olmadığını, sonra komünizmin geleceğini söylemektedir. Marks bunun Yahudilerin sermayeye dayanan merkezi bir devletin geleceğine işaret etmekte ise de bunun nasıl işleyeceği hakkında bir şey söyleyememektedir. İşte o gelecek olan “Adil Düzen”dir. Marks’a göre ailesiz, dinsiz, devletsiz, mülkiyetsiz bir dünya. Bize göre ise tam tersine ailenin merkez olduğu, özel mülkiyete dayalı, uluslardan oluşan bir dünya. “Adil Düzen” cennetine gidebilmek için sosyalizmin cehenneminden geçmek gerekirdi ve öyle oldu.

“Azabin Elîmin” nekre gelmiştir. Oysa azaba uğrayacaklar çoğul olmuştur. O halde bu azab kişilere gelen azab değildir, topluluğa gelen azabdır. Yukarıda saydığımız sosyal tufan kişilere ayrı ayrı değil hep birlikte gelmektedir. Bu da gösteriyor ki bu azab âhiret azabı değildir. Âhirette herkesin hesabı ayrı görülecektir.

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (25)

(EilLay elLaÜIyNa EAvmaNUv Va GaMİLU elÖAvLıXAvTı LaHUM EaCRun ĞaYRı MaMNUvNin)

“İman etmiş ve salihatı amel etmiş olan kimseler ayrıcalıklıdırlar. Onlar için memnun olmayan bir ücret vardır.”

İnsanların çoğu kendilerini yenileyemezler, afet gelmedikçe zor uygulanmadıkça yola gelmezler. Sadece iman etmiş olan kimseler gayba iman ederler, görmeden inanırlar. Bunlar da çok azdır. “Adil Düzen”i bu insanlara kabul ettirebilmemiz için uygulayıp göstermemiz gerekmektedir. Yine de gördükleri halde inanabilmeleri için sıkıntıya girmiş olmaları gerekir. Bugünkü AK Parti iktidarı 28 Şubat’ın nimetidir.

Mü’minler ise baştan inanırlar ve cihat yaparlar, onlar için elim azab yoktur.

Tekrar hatırlatmamız gerekir ki topluluklar için azap söz konusudur. Yoksa topluluk içindeki kişilerden elbette şehit olanlar vardır. Âyetleri dikkatlice okumaz topluluk için söylenen sözlerle kişiler hakkında söylenenleri ayırt etmezsek Kur’an çelişkiler içinde olur.

1900’lerde Meşrutiyet geldi. İslâmiyet’e alenen saldırdılar. İçtihat kapısı açıldı.

1910’larda Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, Sevr’i dayattılar, Kuvay-ı Milliye doğdu.

1920’lerde inkılâpları dayattılar, Türkiye halkı İslâm olarak saflaştı.

1930’larda dünya krizi oldu, Türkiye’de KİT’ler ortaya çıktı.

1940’larda İkinci Cihan Savaşı çıktı ama bu dönem Türkiye’yi demokrasiye geçirdi.

1950’lerde Türkiye’yi borca soktular, Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçti.

1960’larda darbe yaptılar, Türkiye’ye çok partili anayasa geldi.

1970’lerde 71 müdahalesini yaptılar, Millî Görüş iktidara ortak oldu.

1980’lerde müdahale yaptılar, Türkiye resmen İslâm siyasetini benimsedi.

1990’larda suni krizler ortaya çıkardılar, Refah Partisi iktidarı gerçekleşti.

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (25)

(EilLay elLaÜIyNa EAvmaNUv Va GaMİLUv elÖAvLıXAvTı LaHUM EaCRun ĞaYRu MaMNUvNin)

“İman etmiş ve salihatı amel etmiş olan kimseler ayrıcalıklıdırlar. Onlar için memnun olmayan bir ücret vardır.”

İnsanlar başlangıçta yaz kış meyve veren bahçelerde yaratıldı. Ailece meyve topluyor ve yaşıyorlardı. 60 bin yıllık bir yürüyüşten sonra bugün artık meyve toplayarak yaşayan aile yeryüzünde yok gibi bir şeydir. Bugün tüm insanlık tek bir topluluk olmuş. İnsanlar geçmişte tüm insanların ürettiklerini tüketerek yaşıyorlar. Ona karşılık kendileri de gelecek zamanlarda gelecek neslin kullanacaklarını üretiyorlar. Yani artık birlikte üretme vardır. Sonra bölüşme vardır. Bunun için iki türlü örgüte gerek vardır. Birincisi insanlar örgütlenmelidir.

On aile birleşir bir “aşiret / ocak” olur.

Yüz aşiret birleşir bir “kabile / bucak” olur. 

Yüz kabile birleşir bir “şa’b / il / vilayet” olur. 

Yüz şa’b birleşir bir “kavm / devlet” olur.

Yüz kavm da “tüm insanlığı” oluşturur.

Bu kuruluşların her birinde “ilmî, dinî, meslekî ve siyası dayanışma ortaklıkları” vardır. Bu bir tür genel sigortadır.

İşte böyle dayanışma ortaklıklarını oluşturup siyasi yönetimleri oluşturarak iç ve dış güvenliğini sağlayan topluluklar iman etmiş olan topluluklardır. İnsanlar şeriat içinde özgürlüklerini bu suretle elde ederler, sıkıntısız hayatı böylece yaşarlar. Dayanışma ortaklıkları demek sıkıntının ortaklar arasında paylaşılması demektir.

Bir de kişinin ürettiğini tüm insanlığın yararına sunması gerekmektedir. Yani insanların birbirlerinin yaptıklarını değerlendirmeleri gerekir. İşte bu salihatı amel etmedir. Bu da “karşılıklı para sistemi mal senetleri” ile sağlanır. İşbölümü ancak bu şekilde sağlanır. Mal azaldığı zaman fiyat yükselir. Üretici iller onu üretirler. Mal çok olduğu zaman fiyat düşer, o zaman da halk onu tüketir. Kur’an’ın bildirdiğine göre “dengeyi ikame ediniz” emrine uyarak arz ve talep kanunlarını çalıştırmamız gerekmektedir. Demek ki salihatın ameli ancak arz ve talep kanunlarının çalıştırılması ile mümkündür.

Bunlar için minnet edilmeyen bir ücret vardır. Memnun olunmayan minnet edilmeyen anlamındadır diyoruz. Başka manâlar da verilmektedir. Minnet demek başta iyi görüp sonra zararını çekme anlamındadır. Bazı yararlar vardır ki önce istenen gayeye götürür sonra ise teper.

Bir örnek verelim. Devlet piyasaya tahvil satarsa piyasadan para çekilmiş olur, fiyatlar düşer ama vadesi gelince bir taraftan parayı piyasaya sürer diğer taraftan faizini de vermiş olur. Böylece fiyatlar birden fırlar. İşte bu olay memnun olaydır. “Adil Düzen” ekonomisinde böyle sonradan aksi tesir yapan bir işlem meşru değildir. Faiz bunun için haramdır.

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا

(EilLay elLaÜIyNa EAvmaNUv)

“Sadece iman etmiş kimseler.”

Bugün dayanışma ortaklıkları yok olmuştur. Onların yerine siyasi partiler oluşmuş, meslek odaları oluşmuş, sendikalar oluşmuş, tarikatlar var, ekoller var. Bunlar sömürü araçlarına dönüşmüş, halka bir yararları yoktur.

“Adil Düzen”de bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî ve kasten irat edilen zararları siyasî dayanışma öder.

İşte, iman etmiş olan kimseler demek, böyle dayanışma içinde olanlar demektir.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

(Va GaMİLUv elÖAvLıXAvTı)

“Ve salihatı amel ederler.”

Salihatı amel etme” demek de, kuracakları kooperatiflerin çıkaracağı altın parası (işletme senetleri), toprak parası (hisse senetleri), demir parası (mal senedi), buğday parası (selem senedi) ile oluşan arz talep dengeleri sayesinde işbölümü içinde tüm insanlığın amel-i salihat içinde olması demektir. İşte biz amel-i salihatı gerçekleştirmek için diğer âyetlere dayanarak çıkardığımız senetlerle dengeyi kurmuş oluyoruz.

لَهُمْ أَجْرٌ

(LaHuM EaCRun)

“Onlara bir ecir vardır”

Ecir” nekre ve müfrettir, oysa ücret sahipleri çoktur. Bizim üretim sisteminde böyledir. Girdiler tek pay alırlar.

Burada zikredilen ücret dünyevi ücret olmasaydı “ücurahum” veya “ücurun lehum” şeklinde gelirdi. “Lehum” ecrin hâlidir. İkisi birden iman edip amel-i salihatı işleyen kimselerin haberidir.

“Ellezîne” kelimesi iade edilmemiştir. Çünkü ikisi birden olmadığı zaman biri bir iş yapmaz.

Hâsılı “Adil Düzen”i kabul eden kimselere anlatılmaktadır. “Adil Düzen”in Ay’a gidildikten sonra geleceğine işaret edilmektedir.

غَيْرُ مَمْنُونٍ (25)

(GaYRı MaMNUvNin)

“Minnet edilmeyen.”

“Mülle” içi dolu kapatılmış torba, “imla” içine koymak demektir. “İmlal” tamamen doldurup çuvalın ağzını dikmek demektir. “İmla” yazdırmak, “imlal” imzalamak demektir. Burada “lam” “nun”’a dönüşmüş olabilir. Dolu vermek anlamında memnun etmek; verdiğinin ağzını dikip kullandırmamak ise minnet demektir. “Meni” ince ama sağlam olan iptir. Çuvalın ağzını diktikleri ip olarak bu manâya gelmiş olabilir.

“Menn” ayrıca Kur’an’da “selv” ile beraber geçmektedir. Yapraklar üzerinde oluşan tatlı sıvıdır. Bitkiler tohumlarını uzağa göndermek için hayvanlara yem verirler. Hayvanların mideleri tohumları eritemez, sonra onu dışarıya attıkları yerde ekmiş olurlar. Böylece bir bitkinin tohumu çok uzak yerlere gitmiş olur. Çiçeklerdeki bal özü de böyledir, arıları memnun etmek içindir.

İlgili hayvanları memnun etmek amacı ile bu özellik verilir.

Yahut insanlar onun tatlısından yararlanmak için onu bahçelerinde ekip büyütürler. Sırf insanlar için yaratılmış olabilir.

Kuyuda su var ama onu çıkaracak imkânın yoksa bu memnun sicimlenmiş anlamındadır. Ekonomide bir ürünü üretip ondan yararlanmış olma memnun olma demek olur.

“Adil Düzen”in temeli üretimi tüketimle tamamlamaktır. Tek başına üretim bir şey değildir. Tüketim yapılınca üretim de yapılmış olur. Brezilya’da kahve üretirler, piyasada fiyatı düşmesin diye bir kısmını denize dökerler. Grev ve lokavt hep üretimi durdurmak içindir. Demek ki bugünkü ekonomi memnu ekonomidir. Yasaklarla doldurulmuş ve israf üzerine dayanan bir ekonomi vardır.

Sûre semanın inşikakı ile başlamış ve “Adil Düzen”i getirecek mü’minlerin ekonomik düzeni ile son bulmuştur.

 

 


İNŞİKAK SURESİ TEFSİRİ(84.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
1301 Okunma
2-3 VE 5.AYETLER
1208 Okunma
3-6 VE 9.AYETLER
1425 Okunma
4-10 VE 15.AYETLER
1210 Okunma
5-16 VE 19.AYETLER
1517 Okunma
6-20 VE 25.AYETLER
1149 Okunma