İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1550 Okunma
LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?

 

İKİNCİ KONU

 

 

 

1921 VE 1924 ANAYASALARI

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

Türkiye İslâm ülkelerine örnek olmuştu.

 

"1921 ve Özellikle 1924 Tarihli Türk Anayasalarının İslâm Dünya-sında Bir Dönüm Noktası olduğu.

Yazarların ve hukukçuların genellikle oybirliği halinde söyledikleri o'dur ki 1921 ve özellikle 1924 tarihli Türk Anayasaları İslâm dünyasının Anayasal yaşamları bakımından bir dönemeç olmuştur. Çünkü bu anayasalarda İslâm devlet doktrininin ve uygulamasının yüzyıllar içerisinde benimsediği bütün temel esaslar, örneğin egemenliğin Tanrı'dan gelip Hükümdar'a ait olduğu ve onun tarafından mutlak olarak kullanılması gerektiği, halkın bu iktidara katılamayacağı ve onu denetlemeyeceği, İktidar ile hürriyet arası denge diye bir şey olamayacağı ve kişilerin doğal hak ve hürriyetlere sahip bulunmadıkları, v.s. gibi hususlar terkedilmiş ve yerlerine İslâm'ın öngörmediği ve Batıdaki gerçek demokrasi gelişmesine uygun her esas yer almıştır. Egemenliğin millete ait olduğu ve hem de toplumu oluşturan kişilerin "iradelerinin toplamı" bulunduğu ve insan yaşamlarının Tanrı emirleriyle değil insan iradesi ürünü olan kanunlarla düzenleneceği fikri ilk kez Atatürk ile birlikte yeni Türk devletinde yerleşmiştir... Bu mucizevi değişikliği yabancı çevreler yerli çevrelerden çok daha iyi anlamış ve takdir etmiştir. Batılı olsun Arap olsun, uygarlık dünyasını yapan veya tanıyan yazarlar ve aydınlar bu noktada Türk aşamasına yalnız hayranlık beslemekle kalmamış ve fakat bunu bir örnek olarak benimsemişlerdir.(s. 797)

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir temel prensibine dayanan 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa'nın Türkiye gibi bir İslâm ülkesinde yayınlanmış olması İslâm dünyasının siyasal gelişmelerinde bir dönüm noktası teşkil etmiştir" diyen bir Arap yazar,... Müslüman ülkelerde yeni bir hukuk düzeni yerleştirme gayretlerinin bu Türk örneği sayesinde teokratik usullerden ayrıldıklarını ve böylece politik çıkmazlardan kurtulma olanağını bulduklarını belirtir...

Bu konuda bk. H. B. Sharabi, Government and Politics of Middle East in the  XX th Century, (Princeton, N. J. 1962, sh. 21."(s. 798)

 

LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?

BARIŞ YAPIP ZAMAN KAZANMAK MEŞRUDUR.

 

Medeniyetler doğar, gelişir, yaşlanır ve ölürler.

Birbirlerinin ardından gelen hak medeniyetleri ile kuvvet medeniyetlerinden biri gelişmekte iken diğeri çökmektedir. Bu gelişme ve çökme tarihlerinin dönüm noktaları yaklaşık olarak 1000 ve 500'lü tarihlerdir.

1500 yılında Osmanlı İslâm Medeniyeti zirvede iken Batı dünyası çökmüş durumdadır ve yeni bir medeniyet kurma hazırlığına girmiştir.

2000 yılında ise İslâm Medeniyeti çökmüş durumdadır ve Batı Medeniyeti zirvededir. İslâm Medeniyeti'nin çöküp can vermesi İslâm dünyasının sonunu getirmedi. Hemen hemen bütün İslâm ülkeleri Türkiye'yi taklit etmiş ve İslâmiyet'ten vazgeçmek için inkılâplara girişmişlerdir.

Şimdi yine Lozan'a dönelim.

Lozan'da Batılıların bize empoze ettikleri ve

bizim de kabul ettiğimiz öneri ne idi?

Bir defa ve her şeyden önce Türkiye İslâm liderliğinden vazgeçecek, hilafet ve saltanat kaldırılacaktır. Ama bunların yapılması yetmez. Türkiye bir İslâm devleti olmaktan da çıkacaktır. Lâik olacak ve bütün müesseseleri Batılılaştıracaktır.

Bunlar yapıldıktan sonra Batı dünyası Türklerin İslâm liderliğinden vazgeçtiğini sayacak ve kabul edecekti.

Ayrıca komşu ülkelerle hep nizalı yerler bırakılacak ve gerektiğinde onlarla savaştırma imkânı sağlanacaktı. Yunanlılarla Batı Trakya ve Adalar meselesi askıda kalacak, İngilizlerle Kıbrıs çıban başı olarak bulunacak, Suriye ile Hatay, Irak ile Musul, Ermenistan ile Nahcivan, Gürcistan ile Batum meseleleri hep ortada kalmıştı. İran ile Türkiye arasında niza çıkarmak için de elde Şiilik yani Alevilik vardı. Türkler Avrupa'ya Bulgaristan üzerinden gidebileceklerdi ve orada da Türkler vardı. Ancak bu iki ülke arasında niza çıkarabilecek toprak meselesi bulamamışlardı.

Türkiye nizalı bölgeleri öylece bıraktı, yalnız bunlardan hepsini bıraktı ve komşularıyla hep iyi geçindi.

Ancak önce Hatay ve daha sonra da Kıbrıs yine mesele oldu.

Bugün de bu ve benzeri meseleler zaman zaman alevlendirilmektedir.

Türkiye İslâmiyet'ten vazgeçmeye razı oldu. Bunun iki sebebi vardı:

Mustafa Kemal'e göre, nasılsa bütün dünya dinsizleşiyor, er veya geç Türkiye'de de bu olacaktır. Bu akıma karşı direnme boşunadır.

Diğer taraftan, Türkiye'nin gelişmesi için eskimiş bulunan İslâm müesseselerinin atılması zorunluğu vardır. Bunu da ancak İslâmiyet'i bırakmakla başarabilir. Artık bunları kabul edecek olan meclis de hazırlanmıştı. Bu da kabul edildi ve Lozan Anlaşması böylece gerçekleşti.

Lozan Anlaşması'nın yapılabilmesi için Türkiye şunları kabul etti:

Türk aile hukuku değiştirilecekti.

Çünkü Türk aile hukuku aileyi koruyor ve fuhşu önlüyordu. Bu sayede de vatanını, milletini, dinini seven nesil yetiştiriliyor ve Türklerin bu aile yapısı içinde Müslümanlığı terketmeleri mümkün görünmüyordu. Türk aile yapısında evlenme kolaydır, boşanma da kolaydır. Bu olumlu durum evlilik dışı ilişkileri ortadan kaldırıyor ve herkesin evlilik yapmasını kolaylaştırıyordu. Türk aile yapısında çok evlilik vardı. Bu durum her kadına koca bulduruyor, fuhşu ve evlilik dışı ilişkileri ortadan kaldırıyordu. Türk evlilik hukukunda karı-koca hukuku iyice belirlenmişti. Nizalar az olup boşanmalar olmadığı gibi, kadını eve bağlıyor ve ana sevgisi ile yetişen çocuklar milliyetçi ve ahlâklı oluyorlardı.

Bu müessese ancak Batı hukuku ile bozulabilirdi.

Yapılacak değişiklikle evlilik zorlaşacak, boşanma adeta imkânsız hâle gelecek ve bu nedenle evlenmeler azalacak. Evlilik dışı ilişkiler serbest hâle getirilecek, dolayısıyla Türk aile yapısı bozulacaktır. Yetişen çocukların artık aile terbiyesi söz konusu olmayacağı gibi, dinî bakımdan gayrimeşru olan ilişkiler halkı dinsiz hâle getirecekti. Batı Medenî Hukuku bunun için Türkiye'ye getiriliyordu. Her türlü yayın araçları bunun için ülkede serbest cinsî ilişkiyi teşvik ediyordu.

Diğer taraftan faizsiz sistemde ekonomik yapı halka dayalıdır ve sağlamdır. Ekonomik hastalıklar doğmaz ve enflasyon olmaz. Oysa faizli sistemde sömürücü ülke değilse enflasyon gelir. Bu enflasyon fiyat artışından doğan enflasyon değildir. Fiyat ve ücret anarşisini doğurur. Devlet bütçesini boş bırakır. Vergi yükü artar. Halk görevlilerin altında ezilip gider. Yolsuzluk başlar, hırsızlık başlar, rüşvet başlar, anarşi başlar, dolayısıyla işkence başlar. İç ve dış borçlar çoğalır. Halk artık meşru şekilde yaşıyamaz olur. Herkes suç ve günah işlemeye başlar. Bu da halkın İslâmiyet'ten uzaklaşmasını temin eder. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki faizi meşru kılan Batı hukuku getirilmek istendi.

Mustafa Kemal bunların hepsine bile bile evet dedi.

Yapılacak olanlar sadece bunlardan ibaret değildi.

Halk resmen İslâmiyet'ten uzaklaşacaktı.

Bunun için önce medreseler ve tekkeler kapanacak, böylece İslâmiyet'in kaynakları kurutulacaktı.

Yazı değiştirilecek ve halkın İslâmî kitaplarla ilgisi kesilecekti.

Şimdilik camiler kapanmayacak, ama ibadet cami içine hapsedilecek, böylece sistem açısından dışarıda kötü örnek olmaları önlenecekti. Sonra tatil günleri değiştirilecek ve böylece gençlerin haftada bir bile mabetlere gitmesi önlenecekti. Bu tedbirler sayesinde İslâmiyet unutulacak ve Türkiye dinsizleşecek veya Hıristiyan olacaktı.

Halk için alınan bu tedbirlerin yanında, Türklerin dinsizleştirilmesi için devlette de esaslı değişiklikler yapılacaktı. Bunun için önce lâiklik kabul edilip din ile dünya işleri ayrılarak İslâmiyet ile olan ilgisi kesilecekti. Sonra devlet görevlilerinin Müslümanlardan temizlenmesi için kıyafet kanunu getirilecek, resmî görevlilerin İslâmiyet'e uymayan kıyafetlere girmeleri zorlanacak, onların içki içmeleri ve balolarda hanımları ile gelip dans etmeleri istenecekti. Bunu yapanlar zaten İslâmiyet'ten ayrılmış olacaklar, yapmayanlar da yönetimden uzaklaşmış olacaklardır.

Sonra dinsiz köy öğretmenleri yetiştirilecek, sadece onlara kredi ve yetki verilerek imamların karşısına dikilecekti. Bilgisiz imamlar yetiştirilmeye çalışılarak bu çatışma körüklenecekti. Bu suretle İslâmiyet ile savaşan bir iç ordu oluşmuş olacaktı. Ordu da tamamen dinsiz olarak yetiştirilip ileride istenilen istikamette kullanılabilecekti. Sonra dış krediler verilerek dinsiz ve ahlâksızlar zengin edilecek, böylece halk İslâmiyet'ten büsbütün soğuyup uzaklaşacaktı. Ekonomik krizlerle halk büsbütün yoldan çıkarılacaktı. Kurtuluşu Batıya sığınmada görecek ve İslâm âleminden kopacaktı.

İşte bütün bunlar Lozan'ın gizli şartlarıdır.

Mustafa Kemal bunların hepsini kabul etti. Mustafa Kemal bunları kabul ederken hep aynı felsefeye dayanıyordu. Zaten er veya geç bütün insanlar dinsiz olacaktı. İslâm âlemi de dinsiz olacaktı. Biz bunları bir an evvel yapmakla ileri duruma geçmiş olurduk.

Türkiye böylece Batılılaşmak suretiyle bağımsızlığına kavuşma konusunda diğer İslâm ülkelerine örnek oldu. Batılılar savaş olmaksızın İslâm ülkelerine bağımsızlık verip onları dinsizleştirme ve böylece geri bırakma yollarını tercih ettiler. Birbirleriyle savaştırma yollarını tercih ettiler. Bu taktiklerinde Türkiye dışında hep başarıya ulaştılar ve bu başarılarında daha da devam edeceklerdir.

Ne zamana kadar?

İslâm âlemi tamamen uyanıncaya kadar.

İslâmiyet'e göre;

Barış yapıp zaman kazanmak için;

Bu tür teklifleri kabul etmek meşrudur.

Ancak bütün bunlar gizli şartlardandı. Mustafa Kemal'in bunları kabul etmesi hukukî hiç bir değer taşımazdı. Ne var ki, bunların çoğunun zaten yapılması gerekirdi. Dolayısıyla kendi programımız olmadığı için bunlar aynen uygulandı.

Atatürkçülük adı altında bunlar şimdi Türklere zorla uygulanmak isteniyor. Ama başarı yeterli değildir. Henüz Türk ailesini bozamadılar; % 90 kendisini koruyor.

Türk ekonomisini de çökertemediler; % 50 kendisini koruyor.

Dinsizleşme yolunda atılan adımlar ise ters tepmeye başladı. Türk halkı uyanmış ve gerçek İslâmiyet'e dönme yolunu tutmuştur. Zaten bütün beşeriyet ateizme paydos demiş bulunuyor. Şimdi Avrupa'da Müslümanlarla Hıristiyanlar bir olmuş, dini yeniden canlandırmak için yarış içindedirler.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Mustafa Kemal J. J. Rousseau'yu ve Lock'u izlemiş,

temsili demokraside Montesquie'ye yaklaşmıştı.

 

"I- Kişi Haysiyeti ve Halk ve Hürriyetleri ve Millet Egemenliği Adına İstibdada ve Zulme Karşı Direnme Prensibini İlk Kez Benim-seyen ve Devlet Kavramını Beşeri Bir Kuruluş Olarak İlk Kez Uygu-layan İslam Ülkesi Atatürk Türkiyesi Olmuştur...(s. 798)

Birazdan göreceğiz ki ATATÜRK, hareket noktası olarak ŞERİAT'I (Kur'an ve Hadis'leri) değil ve fakat AKLI, HÜR ve SERBEST DÜŞÜNCE'yi ve MÜSPET İLMİ almak suretiyle bütün bu saydığımız ve buna benzer düzeni ve sistemi ve zihniyeti ters yüz yapmıştır... Egemenliğin Tanrı'dan değil halktan gelme olduğu fikrini işlerken dayanağı J.J. Rousseau olmuştur. Kuvvetler ayrılığı prensibine dayatılmış ikinci Meşrutiyet Anayasasını havada - boşlukta bırakan KUVVETLER BİRLİĞİ prensibini işlerken yine J.J. ROUSSEAU'nın akılcı mantığından yürümüştür. Sosyal sözleşme nazariyesini onun yerleştirdiği esaslara göre geliştirmiş ve uygulamıştır. Keyfî ve müstebid iktidarlara karşı yani zulme karşı direnme görüşünü yerleştirirken ve fiilen uygularken Lock'un fikirlerine dayanmaktaydı... Egemenliğin kökeninin ve kaynağının HALK olduğu fikrini Rousseau'nun SOSYAL SÖZLEŞME nazariyesine uygun olarak işlemekle beraber onun gitmek istediği sonuca yani çoğunluk diktatoryası sonucuna gitmenin hatalı olacağını düşünerek temsil konusunda Rousseau'dan ayrılıp Montesquie'ye yanaşmasını bilmiştir...(s. 799)

Daha sonraki yıllarda (Büyük nutkunu okuduğu tarihde) CUMHURİYETİ kendilerine emanet ettiği gençliğe de ŞERİAT ZİHNİYETİ demek olan ZULME ve İSTİBDADA karşı gelmeyi öğüt olarak vermekteydi.

Diğer İslâm ülkelerine bu yolu bir ışık gibi aydınlatan Atatürk olmuştur..."(s. 800)

 

1924 ANAYASASI VE KEMALİZMİN KAYNAKLARI.

BİZ ROUSSEAU VE MUHAMMED'DEN YARARLANIRIZ.

 

1924 Anayasası kendi içinde tutarlı bir Anayasadır. Kuvvetler birliği sistemini tek şefte toplayan bir Anayasadır. Bu anayasa Mustafa Kemal'in kafasından çıkmıştır. Tabii ki gördükleri, bildikleri, tecrübeleri ve yaşadıkları ile kendi kafasından çıkmıştır. Dolayısıyla en uzun ömürlü Anayasa olmuştur. Kırk yıl gibi uzun bir dönem yaşanmıştır.

1924 Anayasasının teorisi de yoktur. Çünkü herhangi bir sisteme dayanmaz. Zaten tek şef sisteminde Anayasaya bile gerek yoktur. Böyle bir düzende anayasa göstermeliktir. Anayasaya kim uyacaktır ki? Her şey şefin emrindedir ve onun gözüne giren bürokratların kontrolündedir. Bu nedenledir ki üzerinde fazla durmaya da gerek yoktur.

Yazar da bundan dolayı olsa gerek pek üzerinde durmuyor.

Bununla beraber 1924 Anayasası çok dikkatli bir şekilde hazırlanmıştır. Kendi çapında mükemmel bir anayasadır. Atatürkçülüğün resmî kaynağıdır.

Aslında herkes kendine göre Atatürkçülük yapıyor ve kendi fikrini Mustafa Kemal'in fikri imiş gibi empoze ediyor. Atatürkçülüğü istismar ediyor. Kendi emelleri için kullanıyor. Türkiye'de yapılan budur. İşin özü ve özeti budur.

Kemalizmin dört kaynağı vardır:

1)  Kemalizm deyince 1924 Anayasası'nı anlamak gerekir,

2)  Kemalizm deyince Büyük Nutku anlamak gerekir,

3)  Kemalizm deyince o zamanın Cumhuriyet Halk Partisi programını        anlamak gerekir,

4)  Ve nihayet o zaman çıkarılan diğer kanunları anlamak gerekir.

Resmî belgeler bunlardır. Bunların dışında orada burada söyledikleri, konuştukları ve yaptıkları Kemalizm değildir. Ama ne hikmetse yazarımız bunları da işine geldiği gibi kullanıyor ve yeri geldikçe istediği gibi çarpıtıp kullanıyor.

Bu dört kaynağı ele alıp inceleyerek şimdiye kadar herhangi bir sistem ortaya konmamıştır. Mustafa Kemal'in milliyetçilikten anladığı nedir? Bilinmiyor. 'Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur' derken ne kastediyor? Hiç kimse bunları ve benzeri diğer önemli konuları açıklayabilmiş değildir.

Bakınız, Mustafa Kemal de Batılı düşünürlerin görüşlerinden yararlanmış, biz de. Meselâ, İmamı Azam Ebu Hanife'den yararlansak... Meselâ, Hz. Muhammed (s)'den yararlansak... Ne olur?

Niçin J. J. Rousseau'dan ve Montesquie'dan yararlanmak ilmîdir de, Hz. Muhammed (s)'den yararlanmak gayri ilmîdir? Varsayalım ki Hz. Muhammed peygamber değildir. O zaman o söyledikleri ve yaptıkları hep kendi aklının eseridir. Her halde bütün dünyanın da kabul ettiği gibi Hz. Muhammed (s), J. J. Rousseau ve benzerlerinden çok daha ahlâklı bir insandır ve hepsinden de daha büyük işler başarmıştır. Bu gerçeği Batılılar da itiraf etmektedirler.

Mustafa Kemal Anayasa yaparken J. J. Rousseau'dan yararlanıyor ve bu aklî oluyor, ilmî oluyor da; bir başkası meselâ Osmanlılar Hz. Muhammed (s)'den yararlanmış ise neden gayri aklî veya gayri ilmî oluyor?

Biz işte bu mantığı veya mantıksızlığı;

Dolayısıyla çifte standardı anlıyamıyoruz.

İslâmiyet'te;

Her söze kulak verilir ve en iyisine uyulur.

Yani biz hem Rousseau'dan hem de Hz. Muhammed (s)'den yararlanırız.

Hangisi doğru söylüyorsa ve hangisi bizim anlayışımıza uyuyorsa,

Biz ona uyarız.

Biz peygamberlerin meygamberliğini hemen kabul etmez, önce söylediklerine bakarız; söyledikleri Allah'ın sözüne benziyorsa o zaman onu peygamber olarak kabul ederiz.

Peygamberin peygamberliğini aklımızla biliriz.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Saltanat ve hilafetin kaldırılması

millî hakimiyeti getirdi ve zorbalığa son verdi.

 

"II- Şeriat Devletinin Despotik Niteliğinin Kökeni olan Halifeliğin kaldırılması...(s. 800)

İslâm tarihi boyunca iktidar sahiplerinin her türlü cinayetleri ve keyfî tutumları hep halifelik kılığı içerisinde oluşmuştur. Bundan dolayıdır ki layik bir Cumhuriyet sistemine ve demokrasiye geçebilmek için saltanatın da hilafetin de kaldırılması Türk toplumunu uygarlığa ve demokrasiye yöneltecek olan ilk adım sayılmıştır. Saltanatın kaldırılması egemenliğin millete ve halka ait kılınması bakımından son derece önemli idi. Hilafetin kaldırılması da din ve Tanrı adına bilinçsizce ve vicdansızca girişilen cinayetlerin ve öldürmelerin ve istibdat yönetiminin son bulması bakımından gerekli bir davranıştı."(s.801)

 

SALTANAT VE HİLAFET İSLÂMÎ DEĞİLDİR.

BU MERHALELERİN YAŞANMASI ZORUNLUYDU.

 

Daha önceki bölümlerde de açıkça ifade ettiğimiz üzere, ne saltanat ne de hilafet İslâmî müesseseler değildi. O zamanın şartları onların uygulanmasını gerektirmiş ve müessese olarak getirmişti. Daha sonra bu şartlar son bulmuştu, dolayısıyla artık saltanat da hilafet de kalkacaktı. Batılılar da zaten bunların kaldırılmasını Lozan için şart koştular. Saltanat ve hilafet bundan dolayı kalktı. Böylece millî hâkimiyete engel olan bir unsur belki gitti ama millî hâkimiyet yine de gelmedi. Sultanların yerini millî ve ebedî şefler aldı.

Yazarın baştan beri hatası işte budur.

Kötünün gitmesiyle iyi gelmez.

Belki daha da kötüsü gelebilir.

Gelen gideni aratabilir.

İsmet Paşa, bilahare demokrasinin ve millî hâkimiyetin gelmesi yolunda adımlar atmıştır. Mustafa Kemal zamanında yapılan tüm işler Batılıların istekleri ve dayatmaları idi. Kanunları da onlar yapmıştı. Gerçi hükümeti millet seçmişti ama hükümet Batılıların dediğinden başka bir şey yapmıyordu. Bu durumun, bu uygulamaların ve bu dayatmaların millî hâkimiyetle bir alâkası yoktu. Olması da mümkün değildi.

Ne var ki, bu geçiş veya fetret dönemi ilerideki millî hâkimiyeti hazırlamıştı. Yani ev yıkılmış, kiralık ev bulunmuş ve artık kendi evimizi yapacak hâle gelmiştik.

Bu merhalelerin yaşanması zorunluydu.

Bunları olağan karşılamak zorundayız.

Başka türlü olması son derece zordu.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Ali Abdurrazzak hilafetin kaldırılmasını onayladı.

 

"ATATÜRK'ün giriştiği Hilâfetin kaldırılması (ilgası) gayretlerini İslâm'a uygun bulan MISIRLI din adamı.

1924 yılında T.B.M.Meclisi'nin almış olduğu Hilâfetin lagvı kararı doğrudan doğruya Atatürk'ün gayretleri eseri olmak üzere ortaya çıkan bir sonuçtur...

Bu din adamları veya sair düşünür kişiler arasından bir tanesi çıkıpta Halifeliğin aslında temelsiz ve hatta İslâm'a aykırı olduğu veya hiç olmazsa kaldırılabileceği fikrini ele almamış ve savunmamıştır...(s. 801)

Ne gariptir ki Atatürk'ün hilafetin kaldırılması yönündeki gayretlerini Türk olmayan bir din adamı, Mısırlı Ali Abdulrazık 1925 yılında yayınladığı "İktidar Kaynağı ve İslâm" adlı kitabında alkışlamış ve İslâm'ın esaslarına uygun bulmuştur.

Abdulrazık'a göre Halifelik İslâm'ın benimsediği bir müessese olmadıktan başka despotizme vesile olan bir müessese

Yazara göre Hilafet müessesesine ne Kur'an ne de Hadis'ler yer vermiştir. Böyle bir müessesenin varlığını "meşru" kılan dinî bir kaynak yoktur...

Bu hususta bk. Ali Abdurraziq, "L'İslam et les Bases du Pouvoir", ("Revue des Etudes İslamiques", Paris 1933, Cahier III, sh. 353-390). Arapçadan Fransızcaya çeviri L. Bercher."(s. 802)

 

İKİNCİ ADAM İNÖNÜ VE UYGULAMALARI.

İSLÂMİYET'TE SALTANAT VE HİLAFET YOKTUR.

 

Aslında 1924 Anayasası'nın kabulünden sonra tüm sorumluluk hükümete geçmişti. Ondan sonra yapılan devrimlerin sorumlusu İnönü'dür. Dolayısıyla biz artık bundan sonra Anayasa gereği sorumluluğu ona yükleyerek hükümeti eleştireceğiz ve İnönü'den bahsedeceğiz.

İsmet İnönü, Garp Cephesi Komutanı olarak İnönü Savaşları'nı kazanmış, sonra Mudanya Mütarekesi ve en önemlisi Lozan Anlaşması ile Mustafa Kemal'den sonra ikinci adam olmuştu. Hilafet onun başbakanlığı zamanında kalkmıştır. Lozan'da yaptığı anlaşmalarda Batı'ya güven vermek için İnönü'nün başbakanlığı kaçınılmazdı.

Hilafetin kaldırılması tek başına bir mana taşımaz. Diğer İslâm ülkelerinin bunu tasvip etmesi halk için mümkün değildi. Ancak yöneticiler memnundu. Çünkü o yöneticiler zaten Batıda yetişmiş kimselerdi. Medrese ise bağımsızlık istiyordu. İsimle de olsa Türkiye ile ilişkisi olmalıydı. Batı öyle organize ediyordu. Biz inkılâpları sıralıyarak hilafetin kaldırılması anlamını sonuçlandıralım.

Bilindiği gibi İslâmiyet'te

ne saltanat ne de hilafet vardır.

Bunlar geçmişte İslâm'ın çağın anlayışıyla uzlaşması sonucunda doğmuştur. Batıda gelişen fikirler insanlığı İslâm'ın anlayışına yaklaştırmış, soydan gelenler yerine başka meziyetleri olan kabiliyetlerin yönetici yapılması görüşünü getirmiştir.

İslâmiyet bu hususta ilim ve siyasi nüfuzu esas almaktadır. Hilafetin kaldırılması bir boşluk doğurmamıştır. Hıristiyanlıkta papalık devam ediyorsa da nüfuzu kalmamıştır. Dolayısıyla 1400 yıllık Hıristiyan ve Müslüman savaşı sona ermiştir.

Gerçi Batı hâlâ siyaseten Hıristiyan-Müslüman ayırımını yapmakta ise de, bu ayırım kiliseden değil arka plandaki çıkarcı çevrelerden gelmektedir. Yahudi bu çatışmalar sayesinde varlığını sürdürebilmekte ve insanları sömürmektedir.

Eğer Hıristiyan ve Müslümanlar anlaşırsa dünyaya din hâkim olacak, böylece sermaye gücü hakimiyetini kaybedecektir. Ama biz sonunda bu düşmanlığın son bulacağına kaniyiz. Ateist Batının ve sermaye sömürüsünün hükümranlığı yavaş yavaş son bulmaktadır. Kapitalizmin ömrü kısalmıştır ve o da komünizm gibi bir gün yıkılacaktır.

Artık gerçek araştırmacı,

Müslüman ve Hıristiyan ilim adamları yetişecektir.

Yeni dünyada sermaye varolacak, ticaret varolacak; faiz yok olacaktır.

Yahudileri de bu kervana katılmaları için şimdiden çağırıyoruz.

Yahudiler!

Size de haram olan faizden artık vazgeçiniz. Sonra insanları eşit görün, kendiniz için helâl saydığınızı bize de helâl sayın, size haram saydığınızı bize de haram sayın. Artık insanların farklı yaratık olmadığını kabul edin. O zaman gerçekten yücelirsiniz ve insanlık için yapacağınız üstün hizmetler sizi üstün yapar. Allah bunları yapabilecek imkânları sizlere vermiştir. Öyle yapmazsanız insanlar sizi hakir görür ve başarıya ulaşamazsınız. Sonunda hem dünyanızı hem de ahiretinizi kaybedersiniz.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Hilafet ile şeriat eşleşmiştir.

 

"1- Abdulrazık'a göre İslâm Hükümdarlarını "keyfî" ve "Müstebid" yapan unsur HALİFELİK

"Eğer, diyor Abdulrazık, bu yeryüzünde kişiyi keyfî ve adaletsiz olmağa zorlayan ve onu despotizme ve zulme sürükleyen bir şey varsa o da Halifelik unvanıdır. Bu unvanın ne çeşit ihtirasa sebeb olduğu ve ona malik olanları kıskançlıkla harekete götürdüğünü gördük...(s. 802)

Bu görüşlere eklenebilecek hususları daha önceki bölümlerde inceledik ve gördük ki Halifeleri bu yukardaki niteliklere iten, ve onları KORKUTUCU ve YOK EDİCİ birer varlık halinde tutan nedenleri, Şeriat'ın dayandığı Tanrı anlayışında ve Tanrı fikrinde aramak gerekir. Keyfî ve korkutucu Tanrı anlayışı, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi sayılan Halifeleri ayni nitelikler içerisinde davranma yoluna sokmuştur."(s. 803)

 

 

ŞERİAT DEĞİL ŞERİATSIZLIK OLMUŞTUR.

YENİ MEDENİYETİN DOĞUŞUNA DOĞRU...

 

Şeriat nedir?

Şeriat, herkesin kendi içtihadı ile hareket etmesi, Kur'ân'ın resmî yorumcusunun bulunmaması nedeniyle diğer insanları bağlayan imtiyazlı kimse olmadığı halde, Gazneli Mahmut ve ondan sonra gelen Selçuklu ile Osmanlı dönemlerinde içtihat kapısı kapanmış, ardından eski içtihatlara da şeriat denmişti. Çağları ve ülkeleri için gerçekten şaşılacak derecede üstün olan şeriatın artık yaşanan yeni çağda uygulanır tarafı yoktu ve İslâmiyet'le ve İslâmiyet'in getirdiği şeriat anlayışıyla bir ilişkisi yoktu.

Ona şeriat değil de, ancak şeriatsızlık diyebiliriz.

Gerçekten de şeriatsızlıkla hilafet eşleşmişti. İçtihat müessesesini bütün kuvvet ve dinamizmi ile getirip yeniden İslâmî canlılığın doğabilmesi için; hilafet kaldırılmalı ve şeriatı değil de eski içtihatları tedris eden medrese kapatılmalı idi. Bunun yapılmaması halinde Türkiye'ye içtihat müessesesini getirmek mümkün olmazdı. Batı ilimlerinin de medrese ilimlerinin de ortak olarak okutulduğu yepyeni üniversiteler açılmalı idi. Medreseleri kapattık ama Batı üniversitelerini getiremedik.

Bu durumda büsbütün körleştik.

Bugünkü üniversitelerin ne derece ilim anlayışından uzak olduğunu tesbit etmek için profesör olan yazarın bu kitabı yazması ve bir üniversitemizin bu hâliyle bu kitabı yayınlaması, açık delil ve şahittir.

Yazar ve benzeri insanlar böyledir de, başkaları yani bunlara cevap vermesi veya reddiye yazması gerekenler farklı bir durumda mıdır?

Hayır! Maalesef hayır!

Bırakınız cevap veya reddiye yazmak;

Acaba şu yazdıklarımızı tam olarak anlayabilecekler mi?

Anlayabilirlerse, kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.

20 yıl önce yayınlanan ve 20. baskısını yapan böyle bir kitabın bütününe bırakınız reddiye yazmayı, daha henüz kısa bir cevap vermeyi veya bir makale yazmayı deneyen bir ilâhiyatçı, bir klâsik medrese mensubu veya bir tarikat ehli bile çıkamamıştır. Çünkü onlar da maalesef gerçek İslâmiyet'i öğrenmeyi değil de, İslâm medeniyet tarihindeki insanların isimlerini ezberlemeyi ilim sanıyorlar.

İşte hâli pür melâlimiz böyledir.

İnsanlar konuşma dili ile konuşurlar. Bu dilde kavramlar vardır ama kavramların sınırları yoktur. Medeniyet bu kavramların sınırlarını çizmekle işe başlar ve önce mantık dili veya ilim dili oluşur. İlim dili sayesinde ilim yapılır ve ilim de yeni medeniyeti doğurur. Medeniyet zirveye çıktığında artık kavramlar netleşmiş ve mantık dili tamamlanmış olur. Artık ilimde yenilik yapılamaz. Medeniyet yeni bir hayat doğurur. Konuşma dili hemen kendisini yeni çağlara uydurur. Oysa ilim dili yenilik yapamaz. Artık ilim eskimiştir, çağın ihtiyaçlarına cevap veremez, yeni içtihatlar da yapılamaz.

İşte bu durum medeniyetin çökmesi demektir.

İslâmiyet'e göre;

Kur'ân konuşma dili ile nâzil olmuştur. İlim adamları içtihatlarıyla onu mantık diline ve ilim diline çevirdiler.

Onlar görevlerini ve yapılması gerekeni yaptılar.

Böylece Birinci İslâm Medeniyeti doğdu.

Artık içtihatlar durdu.

Zamanla eski içtihatlar yetersiz hâle geldi.

Eski kavramlara dayanarak içtihatlar yapmak da imkânsız oldu ve

bundan dolayı çöktü gitti.

Kur'ân'daki kelime ve kurallara çağımız ilminin ışığında tanımlar getiriyoruz. Yeni medeniyetin doğmasına doğru gidiyoruz. Eski anlayışı bir tarafa bırakarak yeni anlayışla geliyoruz.

Bizce, bugün yapılması gereken budur.

Böylece İkinci İslâm Medeniyeti doğacaktır.

Sizin ise Batı mantığı içinde bunları yapmanız mümkün değildir. Çünkü Batı şimdi zirvededir, yenilik yapabilecek çağda ve yaşta değildir. Bir müddet sonra batacaktır. Yerini yeni İslâm Medeniyeti alacaktır.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Hilafet siyasi ilimlerin gelişmesini önlemiştir.

 

"2- Halifeler'in Halkın aydınlanmasını istememelerinin nedeni de bu. Siyasal ilimlerin gelişmemesi bu kıskanclıktan.

Halifelik unvanının keyfî ve despotik iktidara sebebiyet verdiğini belirten yazar, bu unvanın ve bu unvana bağlı yetkilerin niteliklerini araştırmağa matuf gayretlerin dahi ayni nedenlerle önlendiğini ve çünkü Halife'nin, kendi yetkilerini gün ışığına çıkaracak fikrî ve ilmî araştırmalara müsade etmediğni belirtir. İslam'da Siyaset ilminin gelişmemiş olmasının izahını buna dayatır... "Şu bilinen bir gerçektir ki Siyasal ilim İktidarlar bakımından en tehlikeli ilimlerden biridir ve çünkü (bu ilim verileri) ortaya çeşitli hükümet sistemlerini, özelliklerini v.s.. çıkarır. Bundan dolayıdır ki hükümdarlar için bu ilimlere karşı savaş açmak ve halkın bu ilimlerden yararlanmasını önlemek bir zaruret olmuştur."(s. 803)

"Ve yine bundan dolayıdır ki siyasi ilimler sahasında İslâm'da gelişme olmamış ve fikrî gayret yokluğu görülmüştür." Bk. Ali Abdurraziq, a.g.e., sh. 385.

Atatürk'ün büyük başarısı sayılan "Hilafetin kaldırılması" kararını alkışlarken Mısırlı yazarın kendisine dayanak yaptığı yukardaki gerekçeyi veya buna benzer bir görüşü Türk din adamları ya da Şeriatçısı ne o zamanlar ve hattâ ne de bugün akıllarının kenarından geçirmemişlerdir..."(s. 804)

 

 

 

DÖRT MELEKE VE DÖRT MÜESSESE.

SİYASET İLMİ ANAYASA İLMİDİR.

 

İnsanda dört meleke vardır:

Fikir, his, irade ve ünsiyet.

Bu dört melekeye karşılık dört müessese oluşmuştur:

İlim, din, iktisat  ve  idare.

Bunların her biri için İslâmiyet'te ilimler geliştirilmiştir:

İlmi kelam, iktisadı fıkıh, dini tasavvuf ilimleri

tedris etmiştir.

İdare yani yönetim ise saltanata dönüştüğü için siyaset ilmi, ilim ve ekol olarak gelişememiştir. İbn Haldun gibi sosyologlar kendi gayretleri ile yetişmiş ise de, bunlardan İslâm âlemi değil de Batı dünyası yararlanmıştır.

Evet, açıklıkla itiraf ediyoruz.

İslâm âleminde siyaset, diğer ilimlerin yanında yok denecek kadar azdır, ama bunun sorumlusu şeriat değil şeriattan uzak olmadır, şeriattan uzak kalmadır. İslâmiyet'in doğuşundan çok kısa bir zaman sonra şeriattan uzaklaşılması ve saltanat döneminin başlamasıdır.

İlk dört halife dönemindeki siyaset ise bütün fıkıh kitaplarında yer alır.

Her şeye rağmen yine de bu hususta,

Batı dünyasının hocası İslâm âlemidir.

 

Siyaset ilmi anayasa ilmidir.

 

Aşiretlerin, kabilelerin, şa'bların ve kavmların nasıl oluşması gerektiği ve uluslararası, aşiretler arası ilişkiler hep siyaset ilmidir. Savaş ilmi siyasettir.

Kur'ân bunlara dair pek çok hükümler ihtiva ediyor, ancak ondan şimdilik yararlanma imkânı yok gibidir. İslâm dünyası henüz bu alanda elle tutulur bir çalışma yapabilmiş değildir. Biz bu alanda ilk adımları atma gayreti içinde bulunuyoruz.

Siyaset ilmi Batıda da gelişmiş değildir. Tarih, felsefe, sosyoloji okunmaktadır; ama siyaset ilim olarak tedris edilmemektedir.

Anayasa henüz hipotezleri olan çalışmalarla ve hipotezlerle sistemleşmiş değildir. Bunun üzerinde Akevler Ekolü yeni çalışmalara başlamıştır. Bu kitaptaki cevaplar o çalışmalara dayanmaktadır.

Bu çalışmalar sürdürülecek ve geliştirilecektir.

 

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Kemalizm hayırlı bir diktatoryadır,

polis rejimi olmamıştır.

 

"III- Ne Askerî Hükümet ve Ne De Polis Devleti Sadece Hürriyetçi ve Demokratik ideale yönelmişlik.

Her ne kadar geçici bir dönem için ve daha doğrusu Orta Çağ koşulları içinde yaşayan bir toplumu bazı güçlü devrimlerle değiştirmek üzere "Tek parti sistemi"ni ve "zorlamalar" yolunu denemekten başka çare yok idiyse de esas hedefin ve siyasal amacın demokratik bir düzeye en kısa bir süre içerisinde çıkmak bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim kendisince uygun gördüğü ilk fırsatta, 1924 yılında, çok partili siyasal yaşama girmeyi denedi. Kazım Karabekir'e (General) "Terakki Partisi" adı altında siyasî bir parti kurdurttu...

1931 yılında çok partili sistemi yeniden denemek istedi. Fethi Bey'i (Okyar) muhalefet partisi kurmakla görevlendirdi. Ancak ne var ki bu deneme de, yeni kurulan parti taraftarlarının gerici tutum ve davranışları ve layik devlet anlayışına ve devrimlere karşı saldırıları ve henüz yeşermekte olan demokrasi ağacını kurtarma cabaları nedeniyle başarısızlıkla son buldu...(s. 804)

Count Carlo Sforza, "Makers of Modern Europe" adlı kitabında (New York 1930, sh. 371) Atatürk'ü, genellikle diktatörlerin saplandıkları sakıncalı davranışlara yönelmediği için tarihin yetiştirdiği en büyük devlet adamları arasında sayar ve özellikle Pericles'e benzer nitelikler içerisinde görür.

"İktidarı zamanında her ne kadar siyasal hürriyetler oldukça kısıtlandırılmış ve muhalefete olanak bırakılmamış idiyse de hiç bir zaman Polis devleti sistemi getirilmemişti. Kemalizm, zamanımızın İtalyasında, veya Almanyasında veya Rusyasında görülen totaliter rejime benzer bir düzen getirmemiş fakat daha ziyade 'Hayırlı bir diktatorya' rejimi kurmuştur ki bu, klâsik Yunan veya Rönesans döneminde görülen rejimlere yaklaşıktır."

Bu pasaj için bk. H. B. Sharabi, Government and Politics of the Middle East in the Twentieth Century, (Princeton, N. J. Van Nostr and 1962, sh. 44-5). Ünlü Anayasa Hukuku Profesörü M. Duverger'nin de Atatürk dönemi için kullandığı deyim budur: "Demokrasiye geçiş için hayırlı bir diktatorya"..."(s. 805)

 

LÂİKLİK, DİNDE ZORLAMA YAPMAMAKTIR.

BİZ İNKILÂPLARA KARŞI DEĞİLİZ.

 

Kemalizm deyince ne anlaşılacaktır?

Öncelikle bunu anlamalı ve bu sorunun cevabını vermeliyiz. Ondan sonra hayırlı olup olmamasını kader felsefesi ile izah edeceğiz.

Bize göre, olan her şey hayırlıdır. Çünkü onu değiştirmek bizim gücümüzün dışındadır. Kaderi ilâhîdir. Kabullenmenin dışında yapacağımız bir şey yoktur. Bütün mesele bu oluşlardan ve gelişmelerden bizim nasıl yararlanacağımızdır. Durumu nasıl değerlendireceğimizdir.

Şimdi Kemalizmi ele alarak inceliyelim.

Kemalizm deyince;

Kemalizmi İstiklâl Savaşı'ndaki şu önemli noktalarda toplayabiliriz:

 

Hakimiyeti Milliye İlkesi:

Bu da iki grupta mütalaa edilir; İstiklâl ve Cumhuriyet.

Türkiye cumhuriyetle yönetilecek ve bağımsız olacaktır.

Kuvvayı Milliye, Türkiye istiklâlini kendi gücüyle elde edecektir.

Bunun da iki yanı vardır:

Kuvvayı Milliye ve İktisadı Milliyedir.

 

Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı'nın başından sonuna kadar bu dört ilkeye sadık kalmıştır. Tüm siyasetini bu dört direk üzerinde oturtmuş ve bunlardan hiç bir zaman hiç bir yerde ayrılmamıştır. Bu anlamdaki Kemalizme bütün millet baştan katılmış ve hâlâ da bu anlayışın yanındadır. Arada korkak Avrupacılar varsa da, Mustafa Kemal onları vatan haini saymış ve sürmüştür. Bizim de onlara yapabileceğimiz farklı bir muamele olmayacaktır.

Burada milletin tanımını yapmak gerekir.

Mustafa Kemal'e göre; 'Millet' deyince Türkiye'de yaşıyan Müslümanlardır. Yani ne tek başına Türklerdir ne de tek başına Müslüman aileden gelmiş olmak yeterlidir. Ancak ikisi bir olursa onların oluşturduğu topluluk millet olmaktadır. Azınlıkları ise sadece vatandaşlık bakımından Türk saymış ve asla dinen kozmopolit bir Türkiye'yi düşünmemiştir. Bu hususta biz muhalefet etsek de, bütün Müslüman Türkler ile Mustafa Kemal arasında ayrılık yoktur.

 

İslâmiyet'te; Hakimiyeti Milliye ile Kuvvayı Milliye ilkesi mevcuttur. Mustafa Kemal İslâmiyet'in anladığı şekilde bir devlet anlayışına sahiptir. Millet deyince de aynı dili bilen topluluk demektir.

Ancak bunlar ikiye ayrılır:

Biri askerlik yapar ve siyasî haklara sahiptir. Yani yönetim bunlardadır.

Diğeri ise askerlik bedeli ile savaştan muaftır. Bunların Müslüman olup olmaması önemli değildir.

Önemli olan bunların savaşanlar olup olmamasıdır.

Bize göre, Mustafa Kemal burada İslâmiyet'ten ayrılmıştır. Ancak son gelişmelerle ve son zamanlarda yapılan uygulamalarla yavaş yavaş İslâmî anlayışa yaklaşılmaktadır.

Kemalizmin ikinci grup anlayışı ise inkılâplardır.

Bunları da şöyle sıralayabiliriz:

 

1)  L Â İ K L İ K

 

Bu konunun aydınlığa kavuşması için lâikliğin değişik tanımlarını yapıp ona göre irdelemek gerekir.

Lâiklik;

Devlet yönetiminde bir dinin veya mezhebin esas alınmamasıdır.

Saltanat döneminde hiç bir yerde ve hiç bir zaman bu mümkün olamazdı. Çünkü yetkiler padişahta toplandığına ve padişahın da bir dini ve bir mezhebi bulunacağına göre, devletin o din ve mezhebin etkisiyle yönetileceği tabiî idi. Bu aynı zamanda hukuk devleti olmanın da bir gereğiydi. Yani Osmanlı padişahları keyfî hareket etmiyor ve devleti Hanefi Hukukuna göre yönetiyorlardı. Bunu denetleyen mekanizma da vardı ve o da şeyhülislâm ve onun fetvaları idi. Osmanlı padişahlarının yerine Mustafa Kemal gelmişti. Elbette şimdi de Mustafa Kemal'in dini ve mezhebi uygulanacaktı. Bu da ateizm idi. İşte burada lâiklik ateizm olarak anlaşılmalı idi ve nitekim öyle anlaşıldı.

Ne var ki, ateizm de bir din ve mezhep olduğundan, Mustafa Kemal dönemi ile İsmet İnönü dönemi de bu anlamda lâik değildi. Celal Bayar dönemi ise lâiklik bakımından savaş dönemi olmuştur. Bayar ateist idi. Oysa ekseriyet sistemi gelmişti ve halkın ekseriyeti Hanefî olan bir ülkede ekseriyetin dini ve mezhebi hâkim olur. Bu çelişki içinde ateizm ve Hanefîlik boğuşması on yılı geçirdi. Ondan sonra gelenler ise ateist değillerdi, ama Atatürkçü idiler ve bu çelişki devam ediyor. Devlet bu anlamda asla lâik değil, ama ordu Kemalizmin etkisiyle ateizm dininin uygulanmasını istiyor, çoğu Hanefî olan halk ise iktidara Hanefîleri getiriyor. İki arada bir derede kalan yöneticiler, iki tarafı da idare ediyor. Bunun sonu bir patlamaya gidebilir ve bu yüzden ordu ile millet birbirine girebilir.

Bu lâiklik değil mezhep kavgasıdır;

hem de son derece bilinçsiz bir mezhep kavgasıdır.

İslâmiyet'e göre;

Devlet yönetiminde bir din veya mezhebin etkisini ortadan kaldırmak için bütün din ve mezheplere nisbî temsil sistemi içinde yer vermekle sağlanır. Bir kaptan bütün havayı boşaltamazsınız, ama içine istediğiniz şeyleri koyarak istediğinizi dışarı atabilirsiniz. Tabiat boşluk kabul etmez. Ancak ortaklık olabilir. Devlet yönetimini bütün dinî etkilerden kurtarmak mümkün değildir. Ama bütün dinlerin etkisinde bırakmak mümkündür. Öyleyse lâikliği yeniden tanımak ve tanımlamak zorundayız.

Lâiklik,devletin bir dinin veya mezhebin etkisinde değil;

bütün dinlerin veya mezheplerin etkisinde bulunmasıdır.

Batı dünyası lâikliği işte böyle anlamış ve uygulamıştır.

Sovyetlerde ise tersine ateizmi hâkim kılma lâiklik sayılmıştır.

Türkiye'de de Kemalizmi hâkim kılma lâiklik sanılmış ve sayılmıştır.

Sonra demokrasiye geçince bu şekildeki lâiklik anlayışı sırıtmış, Batı tipi lâikliğe dönülmek istenmiş, ama Türkiye'yi yıkmak isteyen ve Batıya angaje olan beyinler buna izin vermiyor ve böylece savaş sürüp gidiyor.

Ya Batı tipi lâiklik gelecek ya da Türkiye yıkılacaktır.

Başka bir çare ve çıkar yol yoktur.

Sovyetlerdeki gelişme bunu açıkça kanıtlıyor.

Artık gözlerimizi açmayacak mıyız?

Lâiklik, dinde zorlama yapmamaktır.

Herkesin istediği gibi inanması, yaşaması, tedris etmesi, dinini propaganda edebilmesi ve teşkilâtlanabilmesi gerçek lâikliktir.

Batı dünyasının anladığı ve uyguladığı lâiklik budur.

Devlete anayasa çerçevesinde etki edebilir ve edecektir de. Partisini kuran faaliyet gösterir ve ekseriyet temin ederse iktidar olur. Ama ekseriyeti kaybedince de iktidardan iner. Orada bir imtiyazlı olarak oturmaz.

Bu manada Osmanlılar tamamen lâik idiler.

Bu lâiklik anlayışı cumhuriyetten sonra kaldırıldı.

Çünkü dinlere ve mezheplere baskı yapıldı.

Hanefî Mezhebi de istenilen şekle göre modifiye edildi.

Bu tür lâikliği yürütmek de zordur. Çünkü iktidar olan mezhep ister istemez etkili olup diğer mezhepleri ortadan kaldıracak, böylece yine Osmanlılarda olduğu gibi tek mezhep hükümran olacaktır. İnsanlar dinlerine bağlılıklarını terkedip ateist olmadan dinsiz olurlarsa, bu tür bir demokrasi işler ama eğer teist olsun ateist olsun inançlı insanların bulunduğu bir yerde ekseriyet sistemi varsa orada lâiklik yoktur demektir.

İslâmiyet;

"Dinde zorlama yoktur' ilkesini getirmiştir.

Bunun uygulanır olabilmesi için de, elbette bütün dinlere teşkilâtlanma hakkını tanımış ve devlet bütçesinden mensuplarının sayılarına göre pay ayırmıştır.

Devlet yönetiminde bilhassa halkın ihtiyaçlarının tesbit edilmesi ve sonunda ihtiyaçların giderilip giderilemediğinin murakabe yetkisi tamamen dinlere verilmiştir.

Seçimlerde ve yönetimde;

Nisbî temsili getirmiş ve uzlaşmayı esas almıştır.

Ekseriyet kararlarını ve uygulamasını yürürlükten kaldırmıştır.

Böylece her iki tanıma uyan gerçek lâikliği gerçekleştirmiştir.

İçtihat sisteminin kaldırılması ve saltanat sisteminin kökleşmesi Osmanlıları yarı lâik yapmıştır.

Lâikliğin temeli, bir de sitelerin kendi kamu hukukunu kendilerinin düzenlemeleridir.

Değişik bucaklarda değişik din veya mezheplerin etkisi olacak ve farklı şekilde oluşacaktır. İstediği bucağı seçmekle kişi kendi istediği gibi yaşıyacaktır. Tüm ülke ise bütün dinlerin taraftarları nisbetinde etkisi altında kalacaktır. Bunu sağlayan diğer bir husus da içtihat sistemidir. Yani kanun yerine şeriatın ikame edilmesidir. Herkes kendi mezhebine göre ilzam olunacak demek, herkes kendi dinine göre yaşıyacak demektir. Böylece dinde zorlama olmayacak ve yönetimde bütün dinler güçlerine göre etkili olacaklardır.

Demek ki lâikliğin ilânı ile hilafet ve onun ayrılmaz bir cüz'ü olan şeyhülislâmlığın kaldırılması zorunlu idi ve gayet yerinde olmuştur. Bunların hiç birisi İslâmî müessese değildi. Ne var ki, bunun sonunda gerçek lâiklik getirilemedi ve bugüne kadar devleti yıkmak üzere patlayan bir barut veya patlamaya hazır bir bomba olarak hâlâ hazır bulundurulmaktadır.

Biz bu arada ve bizim anlayışımıza göre, Türkiye'de lâikliğin nasıl kullanıldığını kısaca hikâye edeceğiz:

Baştan hemen şunu belirtelim ki, lâiklik 1961 Anayasası'na kadar tanımlanmamıştır. Ondan sonra Anayasada tanımlanmış ama yargı bu tanımları değerlendirmemiş, içtihatlarını değiştirmemiş, tam tersine yine eskisi gibi lâiklik tanımsız bırakılmıştır.

Bugün yargı hâlâ Anayasadaki tanımları tanımıyor.

Bunun sebebi, Batı'nın Türkiye üzerindeki emelleridir. Eğer lâiklik tanımlanırsa Türkiye hukuk devleti olur ve yarın yani gerektiğinde ordu ile halkı birbirine düşürmeye fırsat bulunmaz.

Ordu Anayasalarında tanımlıyor ama sivil düşünce onu benimsemiyor ve çatışma sürdürülüyor. Anayasada tanımlanan lâiklik İslâmiyet'in ve Batı'nın anladığı lâiklik olup asla ateizm değildir veya bir düşüncenin hâkimiyeti değildir.

Burada bu konu üzerinde durmayacağız.

1920'lerde lâikliği Türkiye'ye getirdiler. Böylece masumane doğru bir hareket fazla bir dirençle karşılaşmadı. Ama daha sonra bunun nasıl kullanıldığına iyi bakmak gerekir. Yapılanları iyi takip edersek gerçekleri daha iyi görürüz.

Dediler ki; siz lâikliği getirdiniz ama tüm devlet görevlileri dindar, bu ne biçim bir lâiklik? Şimdi siz devletten dindarları temizleyeceksiniz. Nasıl temizleyeceksiniz? Kıyafet kanunu, sakal, şapka, çarşaf, peçe balolar ve danslar, içkiler ve kumar bu işi halleder. Böylece dindarların hepsi kenara çekilir. Başka türlü lâiklik olmaz!..

Batılıların empoze ettiği bu plan uygulandı ve devlet yönetimine ateist de olamayan inançsız insanlar geldi. Böylece devlet yönetimi de çökertiliyordu ve maalesef bugün bu çöküş hâlâ devam etmektedir.

Bu yapılanlar da yetmedi.

1930'larda bu işi bitirdikten sonra, 1940'larda başka bir akıl verdiler.

Evet, siz devlet dairelerini dindarlardan temizlediniz ama köylerde ve mahallelerde hocalar halkı hâlâ dindar olarak tutuyor. Bu hocalar varken nasıl lâik olacaksınız? O hocaların olduğu yerlerde hep teokratik düzen sürüyor.

Bu duruma son vermek için ne yapalım?

Batılı uzmanlar yine akıl verdiler; Köy Enstitüleri'ni kurun ve oralarda yetiştireceğiniz öğretmenleri imamların karşısına dikin. Enstitüler kuruldu, ateist öğretmenler yetiştirildi ve imamların karşısına dikildi...

Bu yapılanlar da yetmedi.

Halkın imamları bırakıp öğretmenlerin peşinde gitmelerini sağlamak için halkın eline gayrimeşru kazanç temin edin ve bunu da öğretmenler aracılığı ile yapın, aklı verildi. Biz size kredi verelim ve siz onu öğretmenler aracılığı ile bu imkânları ateistlere ulaştırın, dediler. Halk onların zengin olduğunu görünce onlar gibi olmaya ve gayrimeşru hareket etmeye başlar. Rüşvet, hile, hırsızlık onları imamlarla karşı karşıya bırakır ve böylece gerçek lâik olursunuz!

Bunların hepsi de başarı ile uygulandı ve sonuçlandı.

Şimdi sinmiş bulunan ahlâklı ve meşru yaşamak isteyen insanlar vardır. Onların oranı yüzde onu bulmuyor, ama her geçen gün de yavaş yavaş sayıları artıyor. Diğer tarafta devleti ile birlikte hak ve hukuku düşünmeyen çıkarcı bir kitle mevcut. Bu kitle yarın istediği gibi kullanılmaya hazır. Her an rüşvet almaya hazır olan görevliler ve vatanı beş paraya satmaya hazır halkın çoğunluğu. Batı işte bunu yapmak istiyordu ve büyük ölçüde de bunda başarılı oldu.

Hepsinden daha acısı, Müslüman cemaatlar da artık rüşveti, yolsuzluğu ve devlet düşmanlığını meşru saymaktadır. Devlet görevlileri devleti talan edenlerle bir olup meşru yaşamak isteyenlere saldırmaktadır...

Biz bütün bunları hayalhanemizden yazmıyoruz. Bu hususları araştırmak üzere 1967 yılında Akevler Kooperatifi'ni kurduk. Her şeyi bizzat yaşayarak ve tecrübe ederek öğrendik. Onların devletle ilgili dosyaları tetkik edilirse, bunların nasıl çalıştıkları açıkça görülür. Bizim bu kitapta yaptığımız tesbitler ve getirdiğimiz çözümler, hep bu kooperatif deneyimlerinden öğrenilmiştir.

 

2)  MEVZUAT İNKILÂBI

 

Tanzimat'tan beri başlayan ve Batıdan tercüme edilen kanunlardan eksik kalmış bulunan Medeni Kanunun da Batıdan tercüme edilmesinden ibaretti. Burada pek yenilik yoktu. Çünkü Osmanlılar zaten bunun hemen hemen tamamını yapmışlardı. Ancak diğer kanunlar İslâmiyet'te yoktur. Onun için Batıdan alıyoruz denmiş, ceza kanunu için de tazir cezasıdır, hükümetler bunu almaya yetkilidir denmiş, alınmış ve bunlar halkı doğrudan doğruya ilgilendirmediği için bir reaksiyonla karşılaşılmamıştır.

Oysa Medeni Kanunun Türkiye'ye gelmesiyle İslâmiyet resmen terkediliyordu. Önemi buradadır. Son merhaledir.

Esasen Batıdan aktarılan kanunlar içinde en çok İslâmiyet'e uygun olan İsviçre Medeni Kanunu idi. İsviçre Medeni Kanunu şeriat esasına göre hazırlanmıştı ve İslâm hukukundan adapte edilmişti. Tetkik edildiğinde bütün üslûp ve yapısı ile İslâm hukukundan devşirilme olduğu görülür. Sadece kadın-erkek eşitliği , faiz serbestliği gibi ilkeler açısından değiştirilmiştir.

Bunu bir misâlle açıklayalım:

İslâmiyet'te miras iki şekilde taksim edilir. Biri, yakınlık ilkesine göre, biri de nesil sürdürme ilkesine göre. Yakınlık ilkesinde anne-baba ve eşler vardır. Nesil sürdürme ilkesinde ise çocuklar vardır. Mirasın yarısı yakınlık ilkesine göre dağıtılır, yarısı nesil sürdürme ilkesine göre dağıtılır. Yakın ilkesinde kadın-erkek üçe bölünür ve altıda bir anneye, altıda bir babaya ve altıda bir eşe verilir. Nesil sürme ilkesinde ise erkekler kızların iki katını alırlar. Çünkü nafaka mükellefiyeti erkeğe aittir. Karı-koca altıda bir almakla beraber aralarında mihir vardır. Bu boşanma tazminatıdır. Yalnız kadın lehine konmuştur. Kadın baştan alır veya alacaklı olur. Boşanma olmadan ölüm olursa, zorluk olmasın diye kadın mihri iade etmez, sadece mirasından tenzil etmesini ister. Kendisi önce ölmüşse mihri iade etmez, onun yerine mirası altıda birden dörtte bire çıkarır. Kocası ölmüşse yine mihri iade etmez, alacağı mirası altıda birden sekizde bire düşürür.

Şimdi İsviçre Medeni Hukukunda anne-babaya miras vermez. Eşlere verir. Bunun mantığı yoktur. Altıda bir vermesi gerekirken, İslâm'ı taklit ederek dörtte bir verir, eşleri eşit kılar. Mihir de yoktur. Mihir olmadığı için eşleri eşit kılması normaldir. Ancak neden altıda bir değil de dörtte birdir? Çünkü anlamadan İslâmiyet taklit edilmiştir. Böyle yanlış aktarılmış pek çok hüküm vardır. Ama genel yapısı itibariyle İslâm hukuku ile aynıdır. Bu kanunun İslâm hukukuna yaklaşmış olmasının sebebi, kantonlara göre hazırlanmış olmasıdır. Yani bir çok hükümler kantonlara bırakılmıştır. Dolayısıyla İslâm hukukunun kabile ve bucak sistemine göre hazırlanmıştır. Türkçeye çevrilirken kanton yerine örf ve adet kelimesi kullanılmıştır. Oysa örf ve adet hukuki bir terim değildir. Onun için boşluktadır.

İslâmiyet'te özel hukuk ve medenî hukuk mezheplere göre düzenlenir. Halk hangi mezhebi isterse ona katılır ve ona göre yaşar. Bu mezhepler İslâmî mezhepler olabileceği gibi başka dinlerin mezhepleri de olabilir. Hattâ başka devletlerin kanunları da olabilir. İsteyen Fransız, isteyen İsviçre, isteyen de Sovyet özel hukukunu benimseyebilir. Ancak bunun kanun sistemi içinde değil, şeriat sistemi içinde olması gerekir. Ne var ki, o günlerde bunları halka kabul ettirmek mümkün değildi. Hanefî hukukunu bırakamazdı. Dolayısıyla böyle tercüme edilerek geçici olarak uygulamak, sonra bütün sistemleri serbest bırakıp halkın kendi hukuklarını kendilerinin oluşturması gerekirken, bu yapılmadı. Eskimiş olan Hanefî Hukuku bırakıldı ama yabancı medenî hukuk alındı.

Hâlâ kiradayız.

Bir türlü kendi inşaatımıza başlamadık.

Bunun için yapılacak çok basit bir sistem vardır. İsteyenler istedikleri hukuk sistemlerine göre muamele görmekte serbesttirler. Evlilik dahil, devletin resmî özel bir hukuku yoktur. Anayasaya konacak basit bir madde ile bu gerçekleşir. Sonra çıkan ihtilâflar hakemlerce halledilecektir. Ondan sonra görülecektir ki, kısa bir zaman sonra kendiliğinden hukuk birliğine gidilecek ve yepyeni bir medenî mevzuat doğacaktır.

Biz bu sistemi diğer mevzuat için de aynen benimsiyoruz.

Bucaklar kendi ceza kanunlarını kendileri yapacaklar, isterlerce idam cezasını da koyacaklar, istemezlerse koymayacaklar; isterlerse para cezasını, isterlerse hapis cezasını uygulayacaklardır. Yine görülecektir ki, kısa zaman sonra en iyisi ne ise onu bütün ülke uygulayacaktır.

Demek ki biz hukuk inkılâbına da karşı değiliz.

Ancak tamamlanmadığı için tamamlanma yolunu gösteriyoruz.

Bu da İslâmiyet'in gösterdiği yoldur, şeriat yoludur.

Kabul etmeyecek misiniz? Siz bilirsiniz!

O zaman 10 yıl, 20 yıl süren davalar içinda adaletsizlik ve haksızlıklar sebebiyle devletinizi mezara gömüp gidersiniz!

Bizden uyarması. Karar sizindir.

Dinde zorlama yoktur. Devlet ise biz değil sizsiniz.

 

3)  KÜLTÜR İNKILÂBI

 

Kültür inkılâbı, İslâm kültürünü bırakıp Batı kültürüne katılma şeklinde olmuştur. Medreseler ve tekkeler kapatılmış, yazı değiştirilmiş, kılık-kıyafet değiştirilmiş ve böylece Batılı olunmuştur. İslâm Medeniyeti, artık ömrünü tamamlamış ve çökmüştü. Batı Medeniyeti ise zirvedeydi ve o da çökme dönemine girmiş bulunuyordu.

Aslında yapılması gereken en uygun iş, yeni bir medeniyet kurmak olacaktı. Bu yeni medeniyet İslâm Medeniyeti ile Batı Medeniyeti'nin sentezi olacaktı. Ancak bunu yapabilmek için halkın İslâm Medeniyeti'ni yeniden ele alması, Batı Medeniyeti'ni de öğrenmesi gerekiyordu.

Bu iş Osmanlılar tarafından anlaşılmış, Batı tipi üniversiteler açılmış ve ikili bir bölünme olmuştu. Sonunda ülke kültür bakımından difaze oluyordu. Birini terketmek gerekiyordu. Eskimiş ve artık işe yaramaz olan İslâm kültürü yerine güçlü Batı kültürü alınması yeğlendi, ama alınamadı. Alınamazdı. Alınması mümkün değildi.

Ancak bu eylemin bir yararı oldu, Batıyı daha yakından tanıma imkânını bulduk. Şimdi senteze daha kolay gidebiliriz. İslâmiyet'i de yeniden ele alma fırsatını bulduk. Çünkü medreselerin olumsuz baskılarından kurtulduk. Bu itibarla her şeye rağmen bu inkılâp hayırlı olmuştur, ama tamamlanamamıştır.

Doğuyu unuttuk, Batıyı alamadık; iki cami arasında bînamaz olduk.

Batı kültürü neden alınamadı ve neden alınamaz? Bunu açıklayalım:

Bugün hastalara kan verilir. Kan uyuşmazlığı varsa kişi ölür. Sonra yabancı kan kısa zamanlar için işe yarar. Devamlı başkasının kanıyla, yabancı kanıyla yaşanmaz, yaşanamaz. Sonra hücreler serbest çoğaldıkları halde kan hücreleri başka bedende çoğalmazlar. Yani Batı kültürü Türkiye'de neşvü nema bulmaz; Doğu kültürü de Batıda neşvü nema bulmaz. Onun için iki kültür bir araya gelince ya sentezlenerek yeni kültür doğar veya o kültür yok olur. Hiç bir zaman iki kültürün birleşmesi sonucu bir kültür hâkim olarak varlığını sürdüremez.

Öyleyse Türkiye;

Ya yeni bir kültür oluşturacak veya yok olup gidecektir.

Yeni kültür de yine serbestlikle ve değişik sosyal grupların oluşması ile, kanton sistemine gidilmesiyle sağlanır.

Yine dönüp dolaşıyor ve kanun sisteminden şeriat sistemine geçme zorunluğunda çözüm bulunuyor. Ekseriyet demokrasisi yerine nisbî temsil sistemini buluyoruz. Yerinden yönetim sistemini buluyoruz.

İslâmiyet'te;

Kültür değişimleri kültürlerin temasları ile doğar.

Onun için İslâmiyet ve İslâm düzeni seyahatı son derece kolaylaştırmıştır. Kervansaraylar kurmuş ve yolculukların parasız yapılması sağlanmıştır. Düşününüz, arabanız var ve yola çıkıyorsunuz. Benzin bedavadır. Arabanızın bakım ve onarımı bedavadır. Benzin istasyonlarındaki lokantalar bedavadır. Hattâ otel ve moteller bedavadır. Buralardaki doktorlar bedavadır. Ayrıca vize yok, pasaport yok, gümrük yok.

Siz bu şartlar altında seyahat etmez misiniz?

Hele bir de seyahat edenlere ayrıca harçlık da veriliyorsa...

İslâmiyet'te turizm nizamı işte böyledir. Geçmişteki 'ker-vansaray' uygulaması budur. Bu imkânlar, ordu giderleri ile birleşti-rilerek sağlanıyordu. İşte bu sayede kültür sentezi ve değişmeleri oluyordu.

Bizim önerdiğimiz çözüm; her bucakta halkın üçte birine temel ehliyet, onda birine ilk ehliyet vermek; illerde yüzde birine orta ehliyet vermek; ülkede binde birine yüksek ehliyet vermek ve ülkede onbinde birine üstün ehliyet vermek. Eğitim ve öğretimi serbest bırakıp imtihanları devletçe yapmak. Alınan notları değerlendirmek isteyen herkesi her yıl imtihan ederek aldıkları nota ve dereceye göre meslekî derecelerini yükseltip ona göre ücret payı ve kredi vermek.

Bu suretle tüm halkı beşikten mezara kadar ilimde ve kültürde seferber etmek.

İşte bu hareket Türkiye'de Doğu-Batı sentezi bir kültürü oluşturacaktır. Bugün seyahat etmeden de bu kültürleri öğrenmek mümkündür. Demek ki, biz yine kültür inkılâbına karşı değiliz, bu inkılâpları tamamlamak istiyoruz, tek çıkar yol olarak da yine kanun sistemi yerine şeriat sistemini yani demokrasi ve lâikliği buluyoruz.

 

4)  ÖLÇÜ İNKILÂBI

 

Bunlardan takvim, ölçü, tartı ile ilgili inkılâplardan hepsini benimsiyoruz. Bunlar zaten başarıya ulaşmış durumdadır. Hattâ harf inkılâbını bile bunlar arasında sayabiliriz. Biz Lâtincenin yazı olarak kalması taraftarıyız; ancak Arapçanın da tamamen serbest olması ve Türkçenin de o dille yazılması gerektiği görüşündeyiz. Çünkü bu iki yazı şeklinin birbirinden üstün tarafları vardır.

Biz her ikisinden de yararlanacağız.

Farzediniz ki Türk Alfabesi 60 harflidir. Onbinlerce harfli Çin yazıları hâlâ kullanılıyor da biz neden altmış harfli bir alfabeyi kullanmayalım?

Arapça hem şekil hem de harf yazısıdır. Bundan dolayı harfleri şekillendirerek yazabilirsiniz. Dolayısıyla Çinliler şekilleriyle yabancılar harfleriyle okuma imkânını bulurlar. Ayrıca her iki kültürle ilişkimiz sürmüş olur. Ölçülerdeki onluk sistem zaten bizden Batıya geçmiştir. Kur'ân'ın getirdiği bir sistemdir.

İslâmiyet;

Onlu sistemi getirmiş ve standartlaşmayı önermiştir.

Dolayısıyla uluslararası ölçülere gidilmesi İslâmiyet'in farz kıldığı bir şeydir. Takvimin Hz. İsa'nın doğumu ile başlıyacağı Kur'ân'da belirtilmiştir. Hem ay hem de güneş takviminin kullanılması gerekmektedir. Ay takvimini kullanmak suretiyle bütçenin rezonansa gelip darbe hareketi yapmasını önler. Oruç ayının her mevsimi dolaşması da genel sağlık bakımından önemlidir. Bu itibarla güneş ve ay takvimlerinin birlikte kullanılması ve yılların Hz. İsa'nın doğumu ile başlatılması İslâmiyet'e uygundur.

Kur'ân'da Hz. İsa'nın doğuşunun bütün insanlığa bir alem olacağı bildirilmiştir.

 

5)  İKTİSADİ İNKILÂP

 

Millî ekonominin kurulmasıdır.

Osmanlı ekonomisi Batı ekonomisinin bir uydusu hâline gelmiş, kapitülasyonlar, yabancı sermaye ve dış borçlar ülkeyi ekonomi bakımından esir etmişti. Mustafa Kemal ülkeyi ekonomi bakımından bağımlı olmaktan kurtarmak için kapitülasyonları kaldırmış, dış borçları tasfiye etmiş, yabancı sermaye ile tesis edilen altyapı hizmetlerini devralmaya başlamıştı.

Mustafa Kemal tamamen kendi yağıyla kavrulan bağımsız bir Türkiye düşünüyordu. Onun için devletçilik ilkesini getirmiş ve bu sayede yabancı sermayeye karşı cephe almıştı. Bu yalnız Türkiye'de değil bütün dünyada uygulanmaya başlanan bir sistemdi: Almanya, İtalya ve Rusya...

Ne yazıktır ki, bu inkılâp tam başarır duruma gelmiş iken, Demokrat Parti'nin dış borçlanma siyasetiyle bu hayırlı gidişat kapanmış ve ülkemiz bugün bile hâlâ ekonomi bakımından bağımsız hâle gelememiştir. Mutlaka başarıya ulaşması gereken bu inkılâp da başarıya ulaşamamış, hattâ tersine gitmiştir.

İslâmiyet'te kapalı ekonomi yoktur.

Ülke her türlü pazara ve emeğe açıktır.

Ancak taşınmaz mallara yabancılar sahip olamazlar. Yalnız yabancılar işletme ortaklığına her zaman girebilirler. Yani fabrikalar halkın yerli sermayesi ile kurulur ve ortaklığa konur. Hissedarlar üretimden pay alır. Makinalar ise mamul ile satılır. Yani konan vadeler içinde üretim yapılarak kendilerine o miktarda mamul verilmek suretiyle karşılanır. Tabii onlar her zaman ham madde verip mamul madde alabilirler. Böylece İslâm ekonomisi her zaman dış sermayeye açıktır.

Ne var ki, dışarıdan faizle kredi alma yok;

Hattâ faizsiz kredi alma yoktur.

Onların mamulle makineleri takas etmeleri, ham maddeleri fason olarak işletmeleri ve yerine ham madde vermeleri, ortaklık olarak tesisleri işletmeleri ve serbest ticaret yapmaları şeklinde ortaya çıkar. Siyasi maksatları yoksa bu elbette onlar için daha kârlıdır.

İşte bu ilkeler bilinmediği için başarıya ulaşılamamıştır.

Demek ki biz inkılâplara karşı değiliz. Tam tersine, başarıya ulaşamayan inkılâpların şeriattan uzaklaşmaktan doğduğunu ispatlıyor, ona dönülmesini ve inkılâpların tamamlanmasını istiyoruz.

Bizim şeriattan getirdiğimiz çözümlerin dışında siz de çözüm getirebilirsiniz. Makul ise ve ilmî ise biz her zaman kabul ederiz. Çünkü bize göre her makul ve her ilmî olan şey İslâmîdir. İslâmiyet bundan başka bir şey değildir. Hattâ biz dinimizin gereği olarak sizinle uzlaşabilmemiz için makul olmayanları da kabul ediyoruz.

Siz böylesine uzlaşmacı ve işe yarayan bir cemaati nerede bulabilirsiniz?

Yazar bizi isyana teşvik ediyor, ama biz isyan etmeyeceğiz.

Biz sizi de yola getireceğiz.

Getiremezsek, biz de gelmezsek, sizi bırakıp gideceğiz.

Madem siz iktidardasınız, size isyan etmeyeceğiz.

Siz inkılâpçı olduğunuzu söylüyorsunuz, ama bütün bu anlattıklarımız kimin gerçek inkılâpçı olduğunu gösterecektir.

İslâmiyet'te karşılıksız para yoktur.

Dolayısıyla enflasyon yoktur, işsizlik yoktur, açlık yoktur, yolsuzluk yoktur, haksız vergi yoktur, rüşvet yoktur, işkence yoktur ve adaletsizlik yoktur;

Çünkü karşılıksız para yoktur, çünkü faiz yoktur.

Ne var ki, karşılık sadece altın değil tüm alınıp satılan şeydir. Devlet değerleri alacak ve piyasaya para satacak, almak isteyenlere de satacak ve parayı geri çekecek. Böylece ülkede ne fazla para ne de eksik para olacak, ne işsizlik ne de açık iş olacaktır.

Mustafa Kemal işte bu inkılâbı yapmak istiyordu, ama başaramadı.

Yapılması gerekenlerin yerine ülke Batı'ya mahkum kılındı. Ama yine başarılı olunamadı?

Çünkü çözüm şeriata sorulmadı. Çünkü çözüm ilme sorulmadı.

Eğer şeriata sorulup yeni içtihatlar yapılsaydı, 1950'den sonra tam başarıya ulaşmış iken ekonomik inkılâptan gerisin geriye çark edilmezdi. Bütün başarısızlıklar ve yanlışlıklar, şeriatsızlıktan ve ilimsizlikten kaynaklanmaktadır.

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1665 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1391 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1347 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1415 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4252 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1336 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1287 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1374 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1236 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1440 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1453 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1512 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1638 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1295 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1860 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1386 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1309 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1350 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1349 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1387 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1327 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1333 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2719 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1270 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1369 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1365 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1572 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1321 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1353 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1301 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2275 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1276 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1298 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1399 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1673 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1417 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1277 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1318 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1297 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4295 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1550 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1323 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1299 Okunma