İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
4296 Okunma
İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.

İKİNCİ BAŞLIK

 

 

CUMHURİYETE GEÇİŞİN

ÖNEM VE ÖZELLİĞİ

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

AKIL ÇAĞI CUMHURİYET

VE HALKIN EGEMENLİĞİ

 

 

 

 

CUMHURİYET DÖNEMİ DEMEK DEVLET YAŞAMLARIMIZDA AKIL ÇAĞINA YÖNELMİŞLİK DEMEKTİR; HALK'IN KENDİ KENDİSİ'NİN EFENDİSİ OLMASI, EGEMENLİĞİNE SAHİP BULUNMASI DEMEKTİR.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

Cumhuriyet millî hakimiyet demektir ve akıl çağıdır.

 

"I- "Cumhuriyet rejimleri ancak Halk'ın aydın-bilgili ve uyanık nitelikte olmasiyle yaşayabilir" fikrinin yerleştirilmesi.

CUMHURİYET deyimi MONARŞİ'nin ve TEOKRASİ'nin zıddı olan bir deyimdir. Egemenliğin bir kişi'ye, bir hükümdar'a (Kırala) değil topluma ait olmasıdır. Cumhuriyet demek HALK'a ait devlet, HALK'a ait Hükûmet demektir... Halk kendi İRADESİNİ egemen kılmakla Cumhuriyeti var kılar; kendi İradesini de gökten inme kurallara uygun olarak değil ve fakat AKLIN müsbet verilerine göre serbestçe ortaya vurur...(s. 786)

İşte Atatürk'te bu inanç içerisinde idi ve biliyordu ki Şeriat devleti zihniyetiyle ne CUMHURİYET'e, ne DEMOKRASİ'ye ve ne insan hak ve hürriyetleri ve haysiyeti ile bağdaşır bir devlet ve hükümet sistemine gitmek mümkündür. Egemenliğin millete ait olduğu her yerde mutlaka CUMHURİYET bulunur. Ve Cumhuriyet demek toplumun yönetiminin Tanrı ve Peygamber emirleriyle, veya o yolda oluşturulması değil ve fakat halk'ın AKIL yolu ile kendisini yönetmesi demektir. Bundan dolayıdır ki AKIL ÇAĞINA yönelmeyi kesin olarak gerekli görmüştür."(s. 787)

 

1924 ANAYASASININ GETİRDİĞİ CUMHURİYET.

İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.

 

1400 yıllık İslâm tarihinde tüm düşünceler şuna dayanıyordu:

Allah bizi yarattı ve bize bir takım vazifeler verdi. Bu vazifeleri yaparsak cennete gideriz, yapmazsak cehenneme gideriz. O vazifelerin içinde, bir devletin oluşması ve yaşaması için ne gerekiyorsa vardı.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte bu düşünce ve anlayış değişti:

Bizi Tanrı yaratsın veya yaratmasın, bize görev versin veya vermesin, onlar bir kenara...

Ya ne yapılacak?

Bizi Ebedî Şefimiz yarattı, o ne derse onu yapmalıyız;

O ne derse ona uymalıyız, onun dediği doğrudur!..

Böyle bir mantık geldi ve hükümran olmaya başladı.

Bu yalnız Türkiye'de olan bir olay değildi.

20. yüzyıl bu mantığın doğup geliştiği ve sonunda gömülüp yok olduğu bir asırdır. Yazar buna 'akıl çağı' diyor. Oysa bu yapılanların akılla hiç bir ilişkisi ve alakası yoktur. Tanrı'ya inanmayan akıl, devleti yaşatma ihtiyacını neden duysun? Esasen Ebedî Şefin kendisini yaratmadığını bilmeyen insan mı var? Peki, devleti neden yaşatsın? O felsefede, devleti isteyerek ve inanarak yaşatmak değil, korkutarak ve dayatma ile yaşatmaya çalışmaktır.

Evet akıl, ama kimin aklı?

Birinin yani bir tek kişinin aklı!

Halk da akıllı olacak ve ölmemek için kuvvet ve baskıya itaat edecek.

Disiplini bozmayacak... Bozarsa?!.

Öyleyse cumhuriyeti aslî ifadesi ile tanımlamak gerekmektedir.

Hukukta cumhuriyet deyince, yeni seçilecek başkan için bir soy şartı aranmıyorsa, bu düzene cumhuriyet denmektedir. Tanımı biraz daha ileri götürürsek, zorla da seçilmiş olsalar, başkanlık boşalınca soya bakmadan bunlar seçiliyorsa bu cumhuriyettir.

1924 Anayasasının getirdiği cumhuriyet bu olmuştur.

İslâm düzeninde;

Sosyal grup başkanlarının soya dayanmadan seçtikleri başkanın istişareye dayalı olarak yönetmesine cumhuriyet denir. Yani sosyal gruplar başkanları ittifakla seçecek ve seçme de bir soydan gelenler arasından seçmek zorunluğu şeklinde olmayacaktır.

Bu yetmez.

Başkan bundan sonra devleti şûraya danışarak yönetecektir. Resmî çalışmalarını hep şûra içinde yapacak ve özel görüşmelerde resmî işleri halletmeyecektir. Ayrıca, kararlarında ekseriyete uyma zorunluğu yoktur; hattâ caiz değildir.

Seçme bakımından 1924 Anayasası cumhuriyettir, ama istişâre olmadığı için İslâmiyet'e göre yeterli değildir.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Cumhuriyet, şeriatın yerine aklın hükmetmesidir.

 

"II- Cumhuriyet Dönemi demek Devlet Yaşamlarımızda AKIL Çağına Yönelmişlik demektir.

TÜRK'ün tarihinde Şeriat dönemi Atatürk'ün Samsun'a ayak basıpta millet egemenliği parolasına sarılmasiyle ve böylece CUMHURİYET'in ilk temellerini atmasiyle, ve o andan itibaren sona ermiş sayılabilir. Çünkü devlet ve hükûmet mekanizmasının kuruluş ve işleyişinde AKILCILIĞA zerre kadar yer ve değer vermeyen bir zihniyetten devlet ve toplum yaşamları ile ilgili ne varsa her şeyi AKILCILIĞA, ve akıl verilerine oturtan bir zihniyete geçilmiştir. Teokratik devlet anlayışından demokratik devlet anlayışına yine ayni şekilde aklı rehber edinmek suretiyle erişilmiştir...(s. 787)

Kur'an ayetleri iki tarafı keskin bir bıçak gibi hem Anayasalcı geçinenlerin ve hem de Anayasal rejime girmenin dinsizlik olacağını savunanların işine yarardı. Hiç kimsenin aklına ilahî hukuk yerine akla dayanan müspet hukuk prensipleriyle devlet sorunlarına çözüm yolu bulma şekli gelmez...(s. 788)

Devlet ve hükümet yaşamlarının hemen her konusunda ve alanında Atatürk, Del Vechio'nun "Sonsuz bir şekilde gelişmeye yatkın bir insan zekası ve aklı olduğu sürece gerilik daima yenilecektir" şeklindeki formülün doğrultusunda yürümenin gereğini ortaya vurmuş oldu."(s. 789)

 

ŞERİATIN YENİDEN TANIMI.

ŞERİAT İLE AKLIN İLİŞKİLERİ.

 

Şeriatı yeniden tarif edelim:

Şeriat,herkesin kendi içtihat ve icmalarıyla ilzam olunması, sözleşme dışında bir mükellefiyetin mevcut olmamasıdır. Bunun başka bir manası, herkesin kendi aklıyla hareket etmesi demektir.

İlk bakışta bunun şeriatla ne ilgisi var denebilir.

Olsa olsa bu ancak şeriatsızlıktır, denebilir.

İşte bu konu öyle düşünüldüğü gibi değildir. Herkes kendi şeriatını kendisi tayin ediyor yani kendi aklıyla hareket ediyor. Ancak herkes bu aklını baştan ilân ediyor. Sonra artık kendisi de ona uyuyor. Değiştirmedikçe, artık başka türlü hareket edemiyor.

Bunun kendisine yararı, bir sistem içinde yaşamasıdır; başkasına yararı ise, herkesin onunla bir ilişkisi olursa ne gibi bir muamele ile karşılaşacağını bilmesidir. Bu nedenle şeriat olmaktadır.

Mahkemeye gidildiğinde herkes ancak kendi içtihatlarıyla ilzam olunacaktır; ama mutlaka ilzam olunacaktır. Bu da mevzuat demektir. Çünkü yazılı olan bir belgeye dayanmaktadır.

Akitler de böyle değil midir?

İnsanlar akdi yapıp yapmamakta serbesttirler; ancak yaptıkları takdirde ve yaptıktan sonra artık ona uymak zorundadırlar.

İçtihat da ferdin toplulukla yaptığı akittir. Topluluk da kabul etmiş sayılır ve kişi onunla ilzam olunur. Bir başka nazarla baktığımızda, bir toplu sözleşmedir veya ana sözleşmedir.

Şeriat;

Aklın nasıl kullanılacağını öğreten bir kurallar mecmuasıdır.

Evet, insanı mükellef kılan akıldır. Dolayısıyla insan aklıyla ilzam olunmakta ve onunla ehil kılınmaktadır. Ancak bu aklın kullanılabilmesi için bir sisteme ihtiyaç vardır. Şeriat işte onu hatırlatır. Çünkü onların hepsi akılla bulunur.

Şeriat;

Aklı kaldıran veya akıl ile ilme karşı olan bir müessese değil, tam tersine şeriat akla hayatiyet veren, onu göreve çağırtan, onu yetkili kılan bir müessesedir.

İçtihat budur. Uzlaşma talebi de budur.

Karşı tarafla nasıl uzlaşacaksın?

Bütün bunlar aklın ve ilmin makul donelerini vermek suretiyle yapılacaktır. Korkutma yoktur. Akıl dışında bir şey ile insanları inandırmak mümkün değildir.

Halbuki totaliter rejimlerde tam tersine hareket edecek ve akıl ile olan irtibatı keseceksin, şefine tabi olacaksın, sadece ona uyacaksın; çünkü onun aklı her şeye yeterlidir! Böyle bir durum, ancak ortak işlerde mutlaka beraber hareket etmek zorunda kalındığı zaman başkanın aklı uygulanır. Onun aklı en üstün kabul edilir. Ama normal hayatta herkesin aklı kendisi için en üstün kabul edilir. Çünkü Allah herkese nasıl bir akıl gerekiyorsa onu vermiştir.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Deneyle onaylanmış akıl Avrupa'ya egemen olmuştur.

 

"BATI UYGARLIĞI VEYA BATILILIK DEMEK HÜR Düşünme Şekline YÖNELMİŞLİK DEMEKTİR; YOKSA HIRİSTİYANLIK veya Greko-Romen FELSEFESİ DEMEK DEĞİLDİR.

Fikir ve düşünce tarihini eleştirenler şu gerçeği bilirler ki BATI, özellikle XVIIci yüzyılda başardığı aşama ile düşünce yaşamları ve bilim (ilim) gelişmesi bakımlarından, bir yandan HİRİSTİYANLIĞIN baskı ve etkisini tepmiş ve AKLI Hiristiyan doğmatizmasına karşı bağımsız kılmıştır, diğer yandan da eski Yunan ve Roma düşünme tarzından ayrı ve farklı metodlara bağlı ve onun egemenliğinden kurtulmuş olarak ortaya çıkmış ve bugünkü uygarlığına ve demokratik gelişmesine erişmiştir: XVIIci yüzyıl aşamasından sonra BATILI İNSAN, fikir ve düşünce yaşamlarında kendisini ne din kitaplarının ve kutsal sanılan hükümlerin kölesi görmüş ve ne de eski çağ AKIL doğmatizmasına körü körüne bağlı bulmuştur... Böylece XVIIci yüzyıldan itibaren BATILI İNSAN, bir yandan AKLIN EGEMENLİĞİ, ve AKLIN her türlü doğmatik baskıdan kurtulmuşluğu ve fakat ayni zamanda akıl verilerini DENEY USULLERİYLE denetleme ve gerçeğe erişme yolunu en uygun yol olarak bulmuştur.

Bu konularda bk. H. Butterfield, The Origins of Modern Scence, 1300-1800, (London 1962, sh. 179 ve d.).

XVIIci yüzyıldan itibaren Batı uygarlığının, kendisini din baskısından kurtarıp DİN yerine TEKNOKRASİ üstünlüğüne inanır olduğunu belirten ünlü tarihci Toynbee BATILI insan için artık başlıca hedefin ve en büyük amacın müsbet ilme yani akıl ve deney usullerine göre yaşamak olduğunu belirtir.

Bu konularda bk. A. Toynbee, An Historian's Approach to Religion, (New York 1956, sh. 150, 184)."(s. 789)

 

GEÇMİŞ MEDENİYETLER VE GELECEK MEDENİYET.

GELECEK MEDENİYETİN TEMEL TAŞI OLAN SİSTEM

 

Tarihte pek çok medeniyetler geçmiştir.

Bilhassa Orta Doğu'da, Anadolu'da, Hindistan'da, Çin'de, Amerika'da medeniyetler oluşmuştur. Bu medeniyetler de diğer medeniyetler seviyesinde olmuştur. Ne var ki, Amerika medeniyetleri ihtilâflı olmakla beraber, bu medeniyetler birer uzantı medeniyeti olup yeni medeniyetlerin oluşmasında etkin rolleri olmamıştır.

Oysa Mezopotamya ile Mısır, İbrani ile Yunan, Hıristiyan ile Roma, İslâm ile Avrupa, insanlığın ana medeniyet silsilesi olmuşlardır.

Avrupa Medeniyeti, Mısır, Yunan, Bizans medeniyetlerinin devamı olan bir kuvvet medeniyetidir. Avrupa Medeniyeti, bir hak medeniyeti olan İslâm Medeniyeti'nin kuvvet medeniyetine dönüşmesidir. Her medeniyetin kendine has bir özelliği veya özellikleri vardır.

Mezopotamya Medeniyeti bir ilim medeniyetidir. Matematik ve Astronomi gibi ilimler ilk defa burada doğdu. Cebir denklemleri bile bu medeniyette gelişti. Bugün hâlâ kullanmakta olduğumuz takvim onların icadıdır. Mısır Medeniyeti de, bu ilim medeniyetinin şekil medeniyetine dönüşmesi, merkezî kuvvet oluşturarak cebir yerine geometriyi geliştirmesidir.

İbrani Medeniyeti aynı zamanda bir şeriat medeniyetidir. Tevrat insanlık için ilk defa hukuk metinlerini özellikle de "On Emir"i içeren düzenlemeleri oluşturdu. Yunan Medeniyeti de bu medeniyetin bir uzantısı olarak bunları ekseriyet kararları şeklinde ortaya koydu. Ama Yunan Medeniyeti de bir şeriat medeniyetidir. Hukuk düzenini getiren İbrani Medeniyeti'nin değişmiş bir şeklidir.

Hıristiyanlık Medeniyeti hümanizmdir. Bütün insanlar için tek bir inanç tebliğ etmiş ve dini devletten ayırmıştır. Romalılar da ilk defa değişik ülkeleri fethederek uluslararası bir medeniyet kurmuşlardır. Roma ve Bizans medeniyetleri, bu medeniyetin bir uzantısı olarak ortaya çıkıp hükümran olmuşlardır.

İslâm Medeniyeti ise akıl medeniyeti yani içtihat medeniyetidir. İçtihat demek, bir konuyu ilmin tesbit ettiği sosyal ve tabiî kanunları değerlendirerek çözmektir. Bu kanunlar tüme varım yoluyla tesbit edilir ve yeni problemlere tümden gelim yoluyla uygulanır. Müslümanlar bunu dil ve hukukta kullandılar; Batılılar ise bunu ilim ve teknolojide kullandılar. Bundan da anlaşılacağı üzere Batı Medeniyeti de İslâm Medeniyeti gibi bir 'ilim' medeniyetidir. Buna 'akıl' medeniyeti demek yanlıştır. Akıl, tâ Mezopotamya'dan beri kullanılmaktadır. Ne var ki, onlar yalnız tümden gelim aklını kullandılar, tüme varım aklını kullanmadılar. Oysa önce İslâmiyet ve sonra da Batı, tüme varım ilkesini kullandı.

Bu medeniyetlerin bir özelliği de hayatı ilmîleştirmeleridir. Bu da şudur; bir Müslüman içtihat edecek ve yapacak, sonra yeniden içtihat edip yine yapacak, yani devamlı olarak denemeler içinde olacak. Tâ ki bir konuda kesin kanaate varsın ve artık bundan sonra bu hususta bilebileceğim yeni bir şey yok desin. Aslında içtihat da böyle tarif edilmiştir.

İçtihat, müçtehidin bütün gücünü kullanarak daha fazla yapabileceği bir şey kalmayıncaya kadar araştırma yapmasıdır. Ancak müçtehit amel etmek için beklemiyecek, bilebildiği kadarıyla amel edecektir.

Batı dünyası da aynı tüme varım ve içtihat metodunu ilim ve teknikte kullanmıştır.

İçtihat kapısını kapatmış bulunan Osmanlılar böylece İslâmiyet'in insanlığa öğrettiği ilmî metodu bıraktılar ve çöktüler; Avrupalılar ise uyguladılar ve geliştiler. Demek ki Osmanlıları çöker-ten sebep, şeriat değil, şeriattan uzaklaşmadır.

Arupayı geliştiren de akıl değil ilimdir, araştırmadır, tüme va-rım yolu olan deneydir.

Ne var ki, Batı dünyası sadece ilim ve teknikte uyguladığı ilmî metodu dil ve hukukta uygulayamadı; Doğu dünyası da dil ve hukukta uyguladığı ilmî metodunu ilim ve teknikte uygulayamadı.

Gelecek medeniyet, her iki alanda da içtihat ve deneme yollarını uygulayan bir topluluk tarafından kurulacaktır. Böylece yeni medeniyet, bu iki medeniyetin sentezi olacaktır.

Kur'ân, bütün sahalarda işte bu sistemin uygulanmasını önermekte ve yollar göstermektedir. Muhkemât ve müteşabihât âyetler Arapça kurallarına göre dörderdir. Dişi kurallı çoğullar asgarî dört olmalıdır. Çünkü asgarî çift çoğul Arapçada dörttür. Böylece Kur'ân'ın bu tanımlarına dayanarak İslâm alimleri bilimi sekiz mertebede sınıflandırdılar.

Muhkem, hiçbir zaman değişmeyecek gerçeklerdir. Beş kere beş yirmibeş eder; bu hiç değişmeyecektir. Bugün her yerde doğru olan bir önerme ileride değişebilir. Ayda hayat yoktur, böyledir. Benim için değişmemekle beraber başkası için değişebilecek gerçekler vardır. Temmuz ayı sıcaktır, ama dünyanın güney bölgelerinde tersine olmak üzere Temmuz ayı soğuktur. Benim için şimdi doğru olan sonra yanlış olabilir. Ben gencim ama ileride yaşlanacağım.

İşte bu sırada insan muhkem ve müfesserde araştırma yapmakla yükümlü değildir. Çünkü onları herkes her yerde öyle biliyor. Nassda ise kişi için araştırma yapmak mecburiyeti yoktur. Ancak yeni şartlar araştırmayı gerektirir. Zahirde ise kişi devamlı olarak içtihattadır. Çünkü şartlar sürekli olarak değişmektedir ve bu yeni şartlarla ilgili olarak yeni içtihatlar yapmak gerekmektedir.

Bunun gibi hafide içtihat yapıp amel etmek farzdır. Müşkülde içtihat yapmak veya beklemekte serbestlik vardır. Mücmel ve müteşabihlerde içtihat yapılıp amel edilmez.

Hafi, bilebileceğin bilmediklerindir.

Müşkül, bilip bilemiyeceğin bilemediklerindir.

Mücmel, şimdilik bilinemiyenlerdir.

Müteşabih ise, hiç bilinmeyenlerdir.

Bunlar Kur'ân'ın müteşabih âyetlerinden istihraç edilmiştir.

Biz bu sistemi gelecek medeniyetimizin temel taşı yapmalıyız.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

M. Kemal'in

Batılılaşmadan anladığı akılcılığı gerektirmiştir.

 

"III- Atatürk'ün Batılılaşmaktan ve Batılı Anlamda Devlet ve Hükûmet yaşamlarına yönelmekten anladığı da bu olmuştur.

Atatürk BATILILAŞMA siyasetine önem verirken bundan anladığı şey de biraz önce belirtmiş olduğumuz anlamda BATILILAŞMAK idi. Batılılaşmak demek, ona göre AKLI ve KİŞİ YAŞAMLARINI Şeriat cenderesinden kurtarmak ve düşünce tarzını din kalıplarından ve baskısından uzak kılmaktı. Yüzyıllar boyunca Türk'ün AKLINI ve düşünce tarzını işlemez halde tutan ve onu gerilikler ve ilkellikler içinde yaşatan bir düzenden çıkarıp tıpkı Batılı'nın yaptığı gibi HÜR AKIL verilerine göre ve kendi serbest iradesinin çizdiği yolda yaşamağa sürüklemek, onun başlıca amacı olmuştur. Çeşitli nutuklarında bu amacını açıklığa kavuşturmuştur...

Bu konularda bk. Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey, (Montreal, Mc Gill University Press 1964, sh. 464 ve d.).

Bundan dolayıdır ki yep yeni bir devletin temellerini AKIL verilerine oturtmakla işe başladı ve bu metodu sırasiyle devlet ve toplum yaşamlarının her safhasında uyguladı. Şeriat mahkemelerinin kaldırılması, Medenî hukuk esaslarının dine göre değil ve fakat aklî esaslara dayatılması, din ve Devletin birbirinden ayrılması, layikliğin kabulu ve buna benzer bütün inkilablar hep DİN BASKISINDAN kurtulmuş bir DÜŞÜNCE VE AKIL rehberliğiyle erişilen aşamalar oldu..."(s. 790)

 

MUASIR MEDENİYETİN ÜSTÜNE ÇIKMA İLKESİ.

SAHTE ATATÜRKÇÜLERİN KORKUNÇ MANTIĞI.

 

Mustafa Kemal hep Batı'yı kasdetmiş ama aynı zamanda hep muasır medeniyetten söz etmiştir. Hem de muasır medeniyete ulaşma değil; muasır medeniyetin üstüne çıkma olarak vasıflandırmıştır.

"Elimizde tuttuğumuz meş'ale müsbet ilimdir, ülkemizi ve milletimizi muasır medeniyetin üstüne çıkaracağız" demiştir.

Mustafa Kemal uydu devlet olunmayacağı ilkesini getirmiştir. "Milleti yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır", demiştir. 'Ey Türk Gençliği!' diye başlayan hitabında; "Birinci vazifen Türk istiklâlini ve cumhuriyetini kurtarmak ve korumaktır", demiştir.

Mustafa Kemal Batı'ya asla teslim olmamıştır ."Bütün beşeriyetin malı olan muasır medeniyeti alacağız ve onun da üstünde olacağız", demiştir. "Müstevlilerin siyasî emellerine karşı çıkılacaktır", demiştir.

Sahte Atatürkçülük yapılarak bugün "Kemalizm" Türkiye'yi Avrupa'ya teslim etmek ve yine Avrupa'yı körü körüne taklit etmek gibi saçmalıklara dönüşmüştür.

Çağın üstüne çıkmak başka, çağa yetişmek başka bir şey demektir. Çağın üstüne çıkma demek, biz herkesi geçeceğiz; çağa yetişme demek, biz hep geri kalarak arkadan kovalayacağız demektir.

Mustafa Kemal, Batılılaşmayı değil, muasır medeniyetin üstüne çıkarmayı önermiştir. Belki fiilen başka bir şey yapamamış, sadece Batı'yı taklit etmekle yetinmiştir; ancak düşüncede hata yapmamıştır. Yapılan tüm inkılâplar Batı'yı taklit seviyesinde olmuştur, ancak hep Batı'ya karşı olmuştur. Hedef de Batı'nın ilerisi olarak gösterilmiştir.

Ne kadar korkunç bir mantık çarpıtmasıdır ki; Batı'ya karşı savunma yerine, Batı'ya teslim olma mantığı getirilmiş ve Batı'yı geçme yerine; 'Sakın ha öne geçme! Hep Batı'nın arkasından koş, ona saygısızlık edip öne geçme!' şeklinde anlaşılmıştır.

Biz buradaki bütün ifadelerimizi Mustafa Kemal'i yüceltmek için söylemiyoruz, sadece doğru ve gerçek olanı söylüyoruz.

Atatürkçülerin ve sahte Kemalistlerin de ne kadar sahte ve gerçekleri saptırıcı olduklarını belirtiyoruz. Onların bu sakat ve sahte mantığı ile bir yere varmak mümkün değildir. Kötü bir Batı mukallidi olmaktan öteye geçemeyiz. Bu taklitçiliğin de bizi götüreceği yer bellidir.

Biz Mustafa Kemal'in doğru yaptıklarına doğru der ve arkasından gideriz. Yanlışları varsa düzeltiriz.

Bizim metodumuz budur ve yaptığımız da budur.

Siz onun doğru yaptıklarını terkediyor ve ne kadar yanlışı varsa onları da iman hâline getiriyorsunuz. Bunun da akılcılık olduğunu iddia ediyorsunuz. Ne büyük saçmalık?

İşte bir Müslümanla bir kâfirin arasındaki fark budur.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Donmuş kuralları yaşatan

ve gelişmeyi engelleyen şeriatı kaldırmıştı.

 

"B- KİŞİ'nin MADDÎ YAŞAM KOŞULLARINI DEĞİŞTİRMEK SURETİYLE onun DÜŞÜNCE TARZINI oluştururken AYNİ ZAMANDA DÜŞÜNCE TARZINI DEĞİŞTİRMEK SURETİYLE MADDÎ YAŞAM KOŞULLARINI GELİŞTİRME USULÜ:

Bazı milletlerin son derece ilkel yaşam koşullarından kurtulup gelişme çağına girmeleri ve maddi yaşamlarını geliştirmeleri ve bu yoldan düşünce ve fikir gelişmesi dönemine girmeleri konusunda XIXcu ve XXci yüzyılın keşfettiği gerçeklerden birisi de Hegel'den ve Marks ve Engels'den süzülerek gelen "Düşünce ve fikir yaşamını oluşturan maddi yaşam koşullarıdır, düşündüğümüz gibi yaşamıyor yaşadığımız şekilde düşünüyoruz" formülü yani materyalizm diyalektik gerçeğidir.(s. 791)

Bu formülü Atatürk Türk toplumuna, bu toplumun insanlarının yaşama geleneklerini (Şapka devrimi, elbise devrimi, çarşaf, harf devrimi, tarikatların yasaklanması, gibi) devrimler yolu ile değiştirmek suretiyle uygulamağa çalışmış ve Atatürk devrimleri denen zorlamalarla yürütmüştür..."(s. 792)

 

İLİM BEŞERÎ BİR MÜESSESEDİR.

HER SÖZE KULAK VERİP İYİSİNE UYMAK.

 

İslâmiyet'e göre;

İlim beşerî bir müessesedir.

İlmin doğulusu ve batılısı yoktur.

Birisinin kafasından çıkar ama bütün insanlığın malıdır.

Mü'minlerin görevi;

Her türlü söze kulak verip en iyisini almaktır.

Hiç bir suretle başkaları taklit edilmeyecek, sadece yabancılar değil yerliler de taklit edilmeyecek, herkes kendisi içtihat edecek, herkes araştırmalarının sonuçlarında vardığı neticelere göre amel edecek, sadece bilemiyecekse ve yapamıyacaksa yine araştırması ile seçtiği bir müçtehidin içtihatları ile amel edecektir.

Bunların hepsi de Allah'ın birer nimetidir.

Bu yabancıdan geliyor diye atmayacak, ama bu da yanlış olmasına rağmen filan dosttan geliyor diye almıyacaktır.

Medeniyette herkesle yarışacak, herkesi geçmeye çalışacak, hiç kimsenin arkasını kovalamıyacaktır.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Muhammed'in ilimden anladığı,

Mustafa Kemal'in ilimden anladığından farklı idi.

 

"C- İSLAM ÜLKELERİ İÇİNDE İLK KEZ DOGMATİZMA'DAN KURTULUP AKILCI YOLA GİREN VE ANAYASAL GELİŞMESİNİ AKIL VERİLERİNE GÖRE YÜRÜTEN ÜLKE: ATATÜRK TÜRKİYESİ (s. 792)

Her türlü İLMİ ve özellikle iktidarın meşruiyetini veya anayasal bir düzene girilip girilmeyeceğini müsbet ilim ve akıl verilerinde değil ve fakat sadece Kur'an ayetleri arasında aramağa alışmış zihniyete ilk darbeyi Atatürk Türkiyesi vurmuştur. Geçen yüzyılın sonlarında bile Batı etkisi ile Anayasa hazırlığına girişenlerin bu anayasa için meşrutiyet aramalarını Kur'an ayetleri arasında yaptıklarını daha önceki bölümlerde görmüştük...

"Hayatta en hakiki mürşid İLİM'dir" derken "İLİM" deyimini Şeriat zihniyetinin anladığı anlamda yani din kuralları ve özellikle Kur'an hükümleri olarak değil ve fakat müspet aklın ortaya vurduğu ve genellikle Şeriat verilerine (ve Kur'an'a) aykırı düşen müspet ilim şeklinde anlamaktaydı. Bilindiği gibi ve daha önceki bölümlerde de belirttiğimiz üzere İslâm Peygamberi "İlmi Çin'de de olsa ara bul" şeklinde konuşmuştur. Ve sanılır ki buradaki İLİM deyimi bizim şimdi anladığımız müspet ilimdir. Oysa ki Muhammed'in sözündeki İLİM deyiminin bununla hiç ilgisi yoktur. Onun söylemek istediği şey DİN ve özellikle KUR'AN hükümleri ve kurallarıdır. Kur'an her türlü ilmin kaynağı ve ilmî gerçeğin kitabı olarak kabul edilmiştir. Gerek Kur'an ve gerek Hadis'lerde İLİM diye geçen deyim aslında din hükümleri ve bizatihi din demekti... Hâlâ da öyledir. Ne ki din'dir, Şeriatçıya göre o ilimdir...(s. 793)

İşte Atatürk AKIL ÜSTÜNLÜĞÜ prensibini yerleştirmekle ilim denilen şeyi Muhammed'in anladığı şekilde yani DİN anlamında değil ve fakat müspet düşüncenin ürünü olan ilim şeklinde anlamıştı. Ve şu muhakkak ki ilmi bu anlamda kullanmakla Muhammed'in 1400 yıllık teokratik ilim anlayışına ilk kez karşı çıkmış oluyordu."(s. 794)

 

GENEL OLARAK İLİM NEDİR?

İSLÂMİYET'E GÖRE İLİM NEDİR?

 

İlim Nedir?

Hz. Muhammed (s)'den önce, ilim deyince felsefe anlaşılıyordu. İlim, birtakım zihnî düşüncelerden ibaretti. Hayatla bir ilişkisi yoktu. Hz. Muhammed (s) ilmi amel için bir araç yapt;."Amelsiz ilimden Allah'a sığınırım" deyip ilmi gayelendirdi. Bunun dışında ilimde zannî delillere dayanmayı da teşri etti. Kesinlik yerine ihtimaliyata göre hareketi önerdi.

Sabahleyin kalktığınızda hava bulutlu ise şemsiye alırsınız, ama o gün yağmur yağmayabilir. Diğer taraftan sabahleyin hava çok açık olur ve şemsiye almazsınız, ama o gün yağmur yağabilir. Ancak her iki halde de aksi ihtimaller çok azdır. Dolayısıyla biz hareketlerimizi en çok muhtemel olana göre ayarlarız. O halde bize herkesin ilmi yerine en çok muhtemel olan ilim gereklidir.

Bu usûlü getiren İslâmiyet'tir ve Hz. Peygamber'dir.

'Ne ile hükmedersin?' sorusuna, 'Kitap ve Sünnet ile' cevabını aldıktan sonra; 'Orada cevabını alamazsan ve bulamazsan ne yaparsın?' sorusunu sormuş ve 'Kendi görüşümle' cevabını aldığında Hz. Peygam-ber (s) bunu tasvip etmiş ve uygun görmüştür.

Buradan şunu anlatmak istiyoruz ki; Batı'nın ilim anlayışı ile İslâm'ın ilim anlayışı arasında hiç bir fark yoktur. Zaten Batı Medeniyeti'nin İslâm Medeniyeti'nin kuvvet ilkesine dönüşmüş medeniyet olduğunu aynı sebeple söyleyebiliriz.

Hz. Muhammed (s)'in ilimden anladığı asla Kur'ân ilmi değildir. Tam tersine Kur'ân'da, bilmiyorsanız Hıristiyan ve Yahudi alimlerine sorun şeklinde anlaşılabilecek olan ayetlerle ilmin Kur'ân dışında olduğu belirtilmiştir. 'İlmi Çin'de de olsa arayınız' derken, her halde namazın nasıl kılınacağını veya orucun nasıl tutulacağını oradan öğrenin demek istemiyordu. Hz. Peygamber (s), 10 Müslüman çocuğa okuma yazma öğreteni kölelikten azad etmişti ve bunlar müşrikti. Demek ki, Hıristiyan değil ateist bile öğretmen olabiliyor. Bunun böyle olduğunu kanıtlamak için istenildiği kadar delil bulunabilir.

İlmin bir özelliği vardır; objektiftir ve beşerîdir. Kasden aksini iddia etmeyen herkes ilmin verilerini gayet rahatlıkla kabul eder. Artık hiç kimse dünyanın düz olduğunu iddia edemiyor. Batıda bazı düşünürler alim olabilmek için ateist olmak gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle inanan insanın alim olamayacağını savunmuşlardır. Madem ki Allah her şeyi keyfî olarak yapıyor, öyleyse tabiî kanunlar yoktur; olmayınca ilim de yoktur, diyenler olmuştur.

Oysa Allah kâinatı tabiî ve sosyal kanunlar koyarak varetmiştir. Kur'ân bunu çok açık ifadelerle belirtmiştir. Allah bu kuralları bizim ilim sahibi olmamız için koymuştur. Yani ateizm ile teizm arasında bu alanda bir ayrılık yoktur. Tanrı istediği gibi yaratır. Ancak böyle istemiş ve böyle yaratmıştır, bu da determinizmdir.

Mustafa Kemal ateist miydi değil miydi, bunu tartışmayalım.

Ateist olduğuna dair bir belirti yoktur. Olsa bile, Mustafa Kemal'in ilim anlayışı Batı ilim anlayışı idi ve bu anlayış Hz. Muhammed (s)'in ilim anlayışından farksızdır. Esasen bu ilim anlayışını Hz. Peygamber getirmiştir. Aradaki fark kullanılmasındadır. İslâmiyet ilmi hakkı hâkim kılmak için kullanır, Batı sermayeyi hâkim kılmak için kullanır. Yani ilim kendiliğinden çok mâhir bir araçtır, ama nereye kullanılırsa o işi yapar.

İlim tek başına insanlığı irşad etmez, edemez. Aracı kullanmazsanız bir işe yaramaz. Bu bakımdan Mustafa Kemal'den farklı olabilir. Yani ilim yeterlidir, dine ihtiyaç yoktur derseniz, bunda fark vardır. Ama ilmin kendisi üzerinde bir farklı görüş yoktur. Din ilim getirmez ve ilim öğretmez. Din ilmin hangi maksatlarla kullanılması gerektiğini söyler. Belki de Mustafa Kemal ilmi dinin yerine koymak istemiştir. Bu bakımdan farklı olabilir.

İslâmiyete göre ilmin konusu;

Doğru ve yanlışı ortaya koymaktır.

Kafamızda kâinatın bir haritasını oluşturup geçmişi ile ve geleceği ile o haritayı işlemek, canlı tutmak ve dışarı ile haritamız arasında paralellik sağlamaktır.

Batı için de ilim budur. Deneye dayalı uygulamalı ilim bu demektir.

Haritanızı okuyacak ve ona göre hareket edeceksiniz. Haritanız doğru ise ve siz de doğru okuyorsanız hedefe varırsınız. Yok eğer haritanız yanlışsa veya siz yanlış okuyorsanız, beklediğiniz yerde umduğunuzu bulamazsınız, bazen helâk da olabilirsiniz.

İlmin bütün gücü, bir şeyin nasıl yapılacağını ortaya koymasındadır.

Nagazaki'nin nasıl yok edileceğini atom bombasının alimleri pek iyi biliyorlardı. Nagazaki yok edilecek mi edilmeyecek mi? Savaşta atom bombası kullanılacak mı kullanılmayacak mı? Bunların kararını ilim vermez. Bunun kararını din verir, inanç verir veya kuvvet teorisine inanılıyorsa siyaset verir, savunma veya kapris verir.

Neyin yapılacağına din;

Nasıl yapılacağına ilim;

Yapılmasına ekonomi;

Hâsılanın paylaşılmasına idare karar verir.

Bunlardan hiç biri bir diğerinin yerine geçmez.

Ayrıca biri diğerine kesinlikle hâkim olmaz.

İşte geniş manada demokrasi de budur.

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Şeriat kaldırılmadan akılcılık gelemezdi.

 

"IV- İslâm Ülkelerinde Anayasalcı Rejime ve Demokrasi'ye Gidebil-menin Tek Yolu: Şeriat'ı Devletin Temeli Yapmaktan Kurtarmak ve Şeriat Devleti Zihniyetine Paydos Demek.

Kitabımızın birinci bölümünde belirttiklerimizden anlaşılmaktadır ki İslâm ülkelerinde Anayasal bir rejime ve demokratik yaşamlara gidebilmek için Şeriat'ı devletin temeli yapmaktan kurtulmak gerektir. Şeriat malzemesiyle totaliter ve mutlak devlet ve hükümet şeklinden başka bir düzeye girilemez... KUR'AN ve HADİS'ler Tanrı'nın ve Peygamberin ağzından çıkmış ve hiç bir şekilde değiştirilemez, kaldırılamaz ve uygulanmaları mutlaka gereken tek gerçek şeyler olarak kabul edildiği sürece AKLIN verilerine göre yerleşmiş sistemleri (demokrasiyi) yerleştirmek mümkün değildir. İslâm dünyasında bunu ilk kez anlayan ve uygulamaya çalışan Atatürk olmuştur..."(s. 794)

 

BİN YILLIK EMEKTAR DÜZEN DEĞİŞMELİYDİ AMA...

İSLÂMİYET'TE YIKIP YAPMA DEĞİL YAPIP YIKMA VAR

 

Eski binanın bulunduğu arsada yeni bir bina yapacaksanız, önce eski binayı yıkmanız gerekir. Ne var ki, eski binayı yıktığınızda siz açıkta kalırsınız. O zaman siz komşulardan birinin evine geçersiniz veya çadırını kiralarsınız ve oraya geçersiniz. Sonra binanızı yıkar ve yenisini yaparsınız. Bir topluluğun hukukî düzeni eskimişse ve artık ihtiyaçlara cevap vermiyorsa, bu durumda onu yıkmak zorunda kalırsınız.

Osmanlı düzeni bin yıl önce yapılmış olan içtihatlara dayanıyordu. Artık ömrünü çoktan doldurmuştu. Bu nedenle Avrupa'dan aktarılan kanunlarla birtakım yamamalar yapılmış ve acaip bir şey olmuştu. Adeta bir hurdalık manzarası arzediyordu. Bu eskimiş ve şeriat olmanın ötesinde mevzuat bile olamıyacak hâle gelmiş olan harabeyi ortadan kaldırmadan elbette yeni bir düzen kurulamazdı. Bu çok normal ve tabiî bir şeydi.

Bu bin yıllık eski emektar düzeni ortadan kaldırınca, yenisini kuruncaya kadar bir hukuk sisteminden yararlanmamız gerekirdi. Bu da Tanzimat'tan beri alışılagelen Batı kanunlarının tercümeleri olabilirdi. Bunda da mecburduk. Bu yapılan da doğrudur. Ona bir itirazımız yoktur. Ancak Batı kanunlarını aktardık, kiraya geçtik, kendi eski evimizi de yıktık...

Şimdi diyoruz ki; haydi artık yeni binamızı inşa edelim.

İşte o zaman kıyametler kopuyor ve dünya yıkılıyor.

Karşımıza binlerce engel çıkıyor ve böyle öneriler getirenlere polis karakolları, mahkemeler ve hapishane gösteriliyor.

Amerikalılar anarşi çıkarıyor,

cezasını sağcı veya solcu ilim adamları çekiyor.

İşte biz bunlara, bu uygulamalara ve bu anlayışa karşıyız.

Yetti artık! Gelin hep birlikte yeni binamızı yapalım.

Gerçi yapılanlarda hata var. Kendi binamızı yıkıp kiraya geçmeden önce yapacağımız evin planı yapılmalı, malzeme hazırlanmalı, ondan sonra kiraya geçip yıkmalı idik. Ama artık olan olmuştur. O günün şartlarında belki öyle yapılması gerekiyordu. Haydi, artık yeni bir proje yapalım, diyoruz. Ama müstevlilerin siyasî emelleriyle menfaatlerini tevhid edenler bizlere saldırıyor ve bizi susturuyorlar.

Bir dergi veya gazetede yazı yazmaya başlarız, dış ve iç istihbarat uzantıları gelip tehdit ederler, dergi veya gazete sahipleri de yazılarımızı keserler. Medya şimdilerde daha da gelişti. Televizyon icad oldu. İşte bu televizyon kanallarında herkesi ve herşeyi görürsünüz de, bir türlü bizi veya bizim fikirlerimizi görmezsiniz. Göremezsiniz!.. Neden?!.

Ne acıdır ki, Türk kamu görevlileri de onlarla yani o birileriyle birlikte bizimle savaş halindedirler. Bizim yaptığımız iyilikleri tesbit edip millete duyuracaklarına, acaba bir kötülüklerini yakalayıp hapse attırmak mümkün mü çabası içindedirler. Bütün uğraşları bununla sınırlıdır ve sanki biricik görevleri budur.

Bunu yalnız bize karşı yapmıyorlar, bütün vatandaşlara karşı bunu yapıyorlar. Bu şaşkınlar bunları kimin için yaptıklarının bile farkında değildirler. Güya, akılları sıra memlekete hizmet ediyorlar.

Bir devlet düşününüz ki, memurlarının görevi vatandaşın suçunu yakalayıp onu hapsettirmeye çalışmaktan ibarettir.

Bu devlet yaşar mı?

Yaşasa bile gelişebilir mi?

Fikir hürriyeti olmayan yerde gelişme olur mu?

İslâmiyet'e göre;

Yeni içtihatlar yapılmakla,

eski içtihatların hükmü kendiliğinden kalkar.

Yeni icmalarla eski icmalar da kendiliğinden gider.

İslâmiyet'te yıkıp yapmak yoktur.

İslâmiyet'te yapıp yıkma vardır.

İnkılâba küçükten başlanmalı, bir aşiretten başlanmalı, sonra sitede karar kılmalı. Daha ileri seviyede bir site oluşturulduktan sonra diğer sitelerin de yeni sitelere katılmaları istenir. Boşaltılan siteler ortadan kaldırılır, yerine yenileri kurulur. Böylece yabancı evlerini kiralamaya  gerek kalmaz.

Bu nedenledir ki, yapılan inkılâplar İslâmî olmakla beraber, yapılış tarzı İslâmî değildi.

Bundan sonra yapılacak olan iş, yeni siteleri oluşturacak olanlara kredi vermek ve onların değişik siteleri numune olarak vermelerini sağlamaktır. Başarılı sitelerin çoğalması için kredileri ona göre düzenlemektir. Bu uygulamadan sonra görülecektir ki, on senelik kısa bir zamanda bütün ülke ileri ve yeni siteleşmeye geçmiş ve inkılâplar tamamlanmış olur.

Zorla yapılan inkılâplar tutmaz ve ilk fırsatta irtica ile karşılaşır; irtica baskı ile karşılaşır ve didişme devam edip sürerken dışarıdan gelen güç ülkeyi istilâ eder. Demek ki biz inkılâplara karşı değil, inkılâpların tamamlanamamış olmasına karşıyız. Bu eksikliği de inkılâpta takip edilen yollarda buluyoruz.

İnkılâplar tamamlanmalıdır.

Bunu herkes kabul ediyor.

Sebebini ise bizden başka izah eden yoktur.

Suçu gericilere yüklüyorlar. Bu doğru olsa bile sonucu değiştirmez. Kuvvet teorisine inananlar onları haklı bulmalıdırlar.

 

*   *   *

 

 

 

Yazara göre;

Şeriat devletlerinde anayasa söz konusu olamaz.

 

"A- ŞERİAT ÜLKELERİNDE XIXcu ve XXci yüzyıl GELİŞMELERİ İÇERİSİNDE DAHİ ŞERİAT DEVLETİ'nin "Millet iradesi" veya "Millet egemenliği" veya "Layiklik" veya "Eşitlik" ve BENZERİ PRENSİPLERE DAYATILAMAYACAĞI FİKRİNİN SAVUNULMASI. (s. 794)

Gökten inme hükümler dışında İNSAN İRADESİ ÜRÜNÜ olan kanunlarla devletin ve toplumun yönetilebileceği fikri, insanlar (yurttaşlar) arası eşitlik prensipleri veya KÖLELİK sisteminin yok edildiği bir devlet yaşamı, onlara çok yabancı, çok mahzurlu görünmekte idi. KUR'AN ve HADİS hükümleri dışında yani millet veya temsilcileri tarafından yapılmış ANAYASA diye bir KANUN onların havsalasına giremeyen şeylerdi. Batı ülkelerindeki gelişmeler ve örneğin Fransız ihtilalinden sonraki demokratik gelişmeler, eşitlik zihniyeti, hürriyet fikri, ve buna benzer her şey DİNSİZLİK ve BİLGİSİZLİK ve TANRI'YA KARŞI GELMEK gibi kabul edilmekteydi...

İşte Atatürk İslâm dünyasının bu karanlık zihniyetine ilk darbeyi indirmek suretiyle insanlığa karşı en önemli görevini tamamlamıştır."(s. 795)

 

ŞERİAT NEDİR?

KUR'ÂN, SÜNNET, İCMA, KIYAS ŞERİAT DEĞİLDİR.

ŞERİAT, SÖZLERDE DURARAK YAŞAMAYI EMRETMİŞ.

 

İslâmiyet'i anlamadan, onun terminolojisini kendi vazıına göre kavramadan İslâmiyet için ne söylenirse yanlış olur. Öncelikle bu yanlışın düzeltilmesi gerekir. Bu önemli yanlış düzeltilmeden yapılanlar elbette yanlış olacaktır.

Şeriat nedir? Bunu iyi bilmek ve kavramak gerekir.

Kur'ân şeriat değildir. Sünnet şeriat değildir.

İcma şeriat değildir. Kıyas da şeriat değildir.

Bütün bunlar İslâm dininin hükümlerini tesbitte delillerdir.

Bunlar İslâm düzeninin teşkilinde de birinci derecede delil değildir.

Her Müslüman bu dört delile dayanarak kendi dini inançlarını yaşar.

Ancak Müslüman yalnız Müslümanlarla yaşamaz, tam tersine Müslüman herkesle yaşar, onlarla barış içinde yaşar. Başkalarıyla yaşarken onlarla uzlaşır ve sözleşmeler yapar. Mesele burada önümüze çıkmaktadır. Müslüman bunu veya bunları nasıl yapacaktır?

Bu sözleşmeleri yaparken Müslüman şeriatın kaynaklarına uymaya dikkat eder. Dört delilin verdiği cevazlar içinde olmaya dikkat eder. Ancak karşı taraf Müslüman olmazsa, o takdirde ona kendi dini inanç ve vecibelerini empoze etmez. Onunla uzlaşır. Bu uzlaşmada bazen kendi dinî vecibelerinden taviz vermiş olabilir.

İşte bundan sonra artık anlaşma konularında hükmün kaynağı Kitap, Sünnet, icma ve kıyas değil; anlaşma metnidir. İhtilâflar artık dört delile göre değil; anlaşma metnine göre halledilir. İhtilâfları bir dinin sözcüsü olan şeriat hakimleri değil; tarafların hakemleri halleder. Bundan dolayıdır ki, kadıların ne isbat yetkileri vardır ne de hüküm verme yetkileri vardır. İsbat, serbest soruşturma hizmetlileri olan şahitler (tahkikat polisleri), kararlar ise tarafların seçtikleri hakemler tarafından verilir.

Şeriat deyince; Kişinin kendisinin ve müçtehitlerinin içtihatları ile uzlaşarak aktedilen sözleşmeler anlaşılır. Bu arada kamu haklarının korunması için de bucak sözleşmeleri yapılır. Bucak kurucuları tarafından bir şirket veya bir dernek, daha doğrusu bir site ortaklığı şeklinde oluşturulan sözleşmeye o siteye katılan herkes uymak zorundadır. Bu da sözleşmedir.

Ne var ki, isteyenin katılacağı sözleşmedir.

İsteyenin istediği zaman ayrılacağı sözleşmedir.

Bu sözleşmenin kaynağı değişiktir. Hangi tip site kurulacaksa ona göre seçilmiş olur. Kurucuların ve oraya katılanların keyfine bağlıdır. Bu site pekala bir komünistler sitesi olabilir. Bir sosyalistler sitesi olabilir. Bir faşistler sitesi olabilir. Bir teokratik site olabilir. Bu site bir İslâm sitesi de olabilir; bir Hanefi, bir Şiî, bir Katolik, bir Yahudi, bir mecusi, bir budist sitesi de olabilir.

Eğer bu site bir İslâm sitesi ise, 'bucak sözleşmesi'ini dört delile dayandırır. Değilse, istediğine dayandırır. Esas hayat bu sitede sürer. Siteler birleşerek kendilerine iç güvenliği sağlamak üzere ayrı bir site kurarlar. Bunlara il merkez sitesi denir. İl merkez sitesi de bir bucaktır. Aynı şekilde kurucuların oluşturduğu bir sözleşmeye sahiptir. Ne var ki, bunların kurucuları bucakların kurucularını temsil ederler.

Bucak kurucuları onar kişidir. Değişik bucaklardan on kurucuyu temsil eden il kurucusu olur. İl kurucuları anlaşarak ve uzlaşarak merkez bucak sözleşmesini hazırlarlar. Bu sözleşme bütün illerde değil sadece merkez bucağı ile ilçe merkez bucaklarına uygulanır. İl içinde bulunan bucaklar bağımsız olarak kendi bucak sözleşmelerini uygularlar.

Yine il merkez bucağı gibi devlet merkez bucağı oluşturulur. Bunların kurucularını da il kurucuları seçmiş olurlar. Bu devlet merkez bucağı hükümleri de sadece devlet merkezi bucağı, devlet merkez iline bağlı ilçe merkez bucakları, bölge merkez bucakları, bölge merkez il bucağı ve bölge merkez ilin beşli ilçelerin merkez bucakları uygular. Diğer il ve bucakların tamamında ise kendi sözleşmeleri uygulanır.

İşte bu kuralların tesbiti ve anlaşma şeriattaki anayasayı oluşturur.

Bununla beraber bir Müslüman her hangi bir devlet içinde yaşamayı kabul edince, o zaman o ülkenin Anayasasını benimsemek zorunda kalacak ve fiilen o Anayasaya uyacaktır.

O halde, Şeriatın olduğu yerde Anayasa olmaz yerine;

Şeriatta her anayasa geçerlidir, yeter ki yürürlükte olsun.

İslâm düzeninde;

İnsanlara sözlerinde durarak yaşama emredilmiştir.

Söz veya sözleşme de yasalardır. Bir yerde bulunmak, oranın yasalarını kabul etmek anlamındadır. Bir yerde bulunmak oranın başkanına itaat etmek demektir.

İslâmiyet, kötü de olsa başkana uyulur ilkesini getirdiği gibi, kötü de olsa anlaşmalara uyulur ilkesini getirmiştir.

Yönetici kötü ise bırak ve oradan ayrıl git, ama orada kalacaksan ona itaat et; mevzuat kötü ise bırak ve oradan git, ama orada kalacaksan mevzuata uy ilkesini getirmiştir.

Ancak sen aşiret, bucak, il veya devlet kurucuları içinde isen veya sen kendin için içtihatlar yaparken, Kitap, Sünnet, icma ve kıyasa dayan.

Bunlar sana yol gösterecek ve seni aşırılıktan kurtaracaktır. Ama anlaşma yaptıktan sonra anlaşmayı bozma. Bozmak zorunda isen o topluluğu veya yeri terket git.

İslâmiyet, işte bunları yapmayı emrediyor.

Bakınız İslâmiyet burada seni dinlemiyeni silâha sarıl ve savaş demiyor.

Savaş ayrı bir olaydır ve onunla ilgili hükümler de ayrıdır.

Acaba sizin bundan daha makul bir tavsiyeniz ve öneriniz var mıdır?

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Şeriat düzeninde kişi gelişemez.

 

"B- KİŞİ'Yİ "DEĞER" DÜZEYİNE ÇIKARTARAK ONU DEVLET KURULUŞUNUN AMACI HALİNE GETİRME ÇABASI.

Uygarlığın değer ölçüsü KİŞİ'dir. KİŞİ'deki insanlık değerine yer ve kişi'deki KİŞİLİK haysiyetine önem verdiği, kişi'nin refah ve mutluluğunu ve gelişmesini kendisine amac edindiği oranda devlet ve toplum uygarlık düzeyinde yükselmiş demektir... Batı'nın devlet anlayışında ve uygulamasında her şey KİŞİ'yi amac bilerek oluşur. Ne din ne devlet ve ne de toplum adına KİŞİ'nin feda edilmesi bahis konusu değildir...(s. 795)

Oysa ki Şeriat devleti sisteminde KİŞİ, kendi yaşamını insan aklı ürünü olan yasalarla değil ve fakat ilâhî kurallar gereğince ve her noktası itibariyle din kurallarına göre yaşamak durumundadır... Bir Aarap yazarı, Sharabi, Şeriat'ın KİŞİ'ye KİŞİ olarak değer tanımadığını ve sadece kişi'nin Tanrı ile ilişkisini öngördüğünü ve fakat kişi'nin vicdanı ile başbaşa kalması yolunu açmayıp sadece din kurallarının emirlerine uyması ve Şeriat'ın gereklerini yapması düzenini getirdiğini söyler...

Bu konuda bk. H. B. Sharabi, Government and Politics of Middle East in the  XX th Century, (Princeton, N. J. 1962, sh. 11-12).

Layik devlet sistemini ve millet egemenliği ve temsilî sistem gibi kuruluşlar getirmek ve kişi'yi İKTİDARI oluşturan bir değer olarak görmek suretiyle Atatürk "İNSAN HAYSİYETİNİ ve ŞAHSİYETİNİ KORUMAK VE GELİŞTİRMEK" amacına dayalı bir zihniyete yol açmış oldu."(s. 796)

 

'YIKICILAR' VARDIR - 'YAPICILAR' VARDIR.

İSLÂMİYET'İN İNSANA KAZANDIRDIĞI KİŞİLİK.

 

Yazar kitabını, 850 sayfalık kitabını, 'Teokrasi Anlayışından Demokrasi Anlayışına' diye yazmış ve iki bölüme ayırmış:

Birinci bölümde teokrasiyi kötülüyor;

İkinci bölümde de demokrasiyi övüyor.

Osmanlı Yönetimi kesin olarak teokrasi değildi.

Ama yazar öyle kabul etmiş!

Hukuk ve  anayasa profesörüne bir şey demiyoruz!

Kim ne diyebilir ki?!. Memlekette demokrasi var!?.

20 yıldır tek satır diyen olmamış veya olamamış!..

Biz, 8-9 yıl önce diyeceğimizi dedik; ama bu sefer bütün aramalarımıza ve araştırmalarımıza rağmen maalesef kitabımızı yayınlayacak veya yayınlayabilecek bir yayınevi bulamadık. Sonunda iş başa kaldı ve kendi yayınevimizi kurmaya karar verdik. Bu da birkaç yılımızı aldı.

Kitap politik bir kitap olduğu için için meşru -pardon makul- sayalım. Ancak gerçek ilim adamından beklenen şu idi; 'sövgü' ile 'övgü' eşit olsun. Yani kitabın 400 sayfası şeriatı kötülemekle, 450 sayfası da demokrasiyi övmekle geçsin. Ne yazık ki, kitapta 800 sayfa tekrar edilmiş saldırma ve saptırma vardır, yergi ve sövgü vardır; sadece 50sayfada da demokrasi anlatılıyor; o da güya anlatılıyor...

Aslında anlatılmıyor. Bu bölümlerde de demokrasi anlatılmıyor da şeriatın demokrasiye engel olduğu iddia ediliyor!..

Yeryüzünde 'yıkıcılar' vardır, 'yapıcılar' vardır.

Yıkıcılar, yapıyı yıkarlar ama yerine hiç bir şey koymazlar. Onlar sanırlar ki, mevcut yapıyı yıkarsak kendiliğinden yerine yapı meydana gelir. Oysa, yenisini yapmak için bazen eskisini yıkmak gerekebilir, ama sadece yıkmak asla yenisini yapmak demek değildir.

Yazar her aklına geleni söylüyor. Batı kaynaklarında yani müsteşriklerin İslâm aleyhinde yazdığı her şeyi hiç tereddüt etmeden kitabına alıyor. Şeriat düzeninde kişi ve kişilik gelişemez gibi kendine göre hiç de ilmî olmayan açıklamalar yapıyor.

Oysa İslâmiyet'te birbiriyle muhalefet eden iki kuruluş vardır:

Bunlardan biri tarikattır. Bunlara yani tarikatçılara göre; aklı kesmek ve devre dışı bırakmak gerekir. İnsan kendisini aklın ve birtakım yazılı kuralların değil, şeyhinin önderliğinde duyguların deryasına dalıp veya bırakıp Allah'a yaklaşmalı ve hattâ böylece O'na kavuşma felsefesi söz konusu olmalıdır. Tarikatların önerdiği ve uyguladığı metod budur.

Şeriata göre ise; tam tersine kişileri bırakıp mevzuatın içinde aklını kullanarak içtihat yapmak ve bu suretle hayatı düzenlemek gerekir. Tarikat ehlinde belki kişilik yok olmaktadır. Ama şeriat ehlinde kişi birinci derecede yer alıp kişilik kazanmaktadır.

Çünkü şeriatta taklit yok ve birine kayıtsız şartsız bağlanma yok. Kendi siteni kendin seçip yaşıyacaksın. Bizzat kendin içtihat yapacaksın, ama içtihat yapamıyorsan yine kendi seçtiğin bir müçtehide uyacaksın.

Bundan daha iyi çeşitlilik ve kişilik söz konusu olabilir mi?

Tek tip din, tek tip ilim ve tek tip kanuni yönetim mi

insanlara kişilik verecektir?

Kişilik sadece ve sadece şeriat düzeninde olabilir.

Kanun düzeninde ve diğer düzenlerde kişilik kalmaz.

Osmanlılardaki kişiliğin zafiyeti şeriat sisteminden değil, onların tâ baştan şeriat sistemi yerine kanun sistemini benimsemiş olmalarından ileri gelir. Elbette bunun böyle olduğunu bilip anlamak için gerçek ilim adamı olmak ve şeriatı bilmek gerekmektedir.

 

İslâmiyet'e göre;

Toplulukların ve devletlerin de

kişilikleri vardır ve hukuku korunacaktır.

Bu kişilik fertlerin ortak çıkarı değildir. Geçmiş ve geleceği içerir.

İslâmiyet'e göre, devlet geçicidir.

Devlet, bu dünya hayatında varolup yok olacak, bir daha dirilmeyecek ve kendisi hesaba çekilmeyecek, cennet ve cehenneme götürülmeyecektir.

Ferdin bu dünya hayatı geçicidir.

Sadece eğitilmek için bu dünyaya gelmiştir. Öldükten sonra başka başka yerlere götürülecektir. Öyleyse gaye devlet değil ferttir. Ama ömrü bakımından devlet daha uzun ömürlü olduğu için önemlidir. İşte bu felsefeden dolayı İslâmiyet'in kişiliğe verdiği değer ölçülemez.

Kişinin, Allah'ın halefi olması, kendisi ile ilgili mevzuatı kendisinin seçmesi, ancak kendi seçtiği hakem veya başkana hesap vermesi kadar kişiyi yücelten ne vardır?

Allah'ın her an onu içtihat yapmakla mükellef kılması, kendi eğitim müesseselerini kendisinin seçmesi kadar onu yüceltecek ve onun gelişmesini sağlayacak ne vardır?

Bugün bile insan olarak bir müslim ile bir gayrimüslim arasında nerede gerilik görülüyor? Devlet olarak ayrı, ama kişi olarak hangi sahada olursa olsun Müslümanlar nerede başarısız oldular?

Müslümanlar bu halleriyle bile Çanakkale ve Sakarya, İstiklâl Savaş-larını ve Afganistan zaferlerini kazanmadılar mı?

Bütün bunlar İslâm iman, şeriat ve bunların insana kazandırdığı şahsiyet sayesinde olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1666 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1391 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1347 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1415 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4253 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1337 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1287 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1374 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1236 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1441 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1453 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1512 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1638 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1296 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1860 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1387 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1309 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1352 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1349 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1388 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1327 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1333 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2719 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1271 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1369 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1365 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1572 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1321 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1353 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1301 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2275 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1277 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1298 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1399 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1673 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1418 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1278 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1318 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1297 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4296 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1550 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1323 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1299 Okunma

© 2024 - Akevler