İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1271 Okunma
KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT

ONBİRİNCİ BAŞLIK

 

 

İKTİDARIN

DİNSEL NİTELİKTE

OLUŞU

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te millî çıkar yerine dinî çıkar hakimdir.

 

"İKTİDAR'IN DİNSEL NİTELİKTE OLUŞUNUN OLUMSUZ SONUÇLARI (Devam)

İktidar'ın dinsel nitelikte oluşunun diğer olumsuz sonuçları arasında Devlet'in gerek iç ve gerek dış yönetim konusunda "Millet" çıkarlarını öngörmeyip her şeyi din verilerine ve gereklerine göre iş görmesi geleneği gelir."(s. 602)

 

KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT.

İSLÂM DÜZENİNDE ÇIKAR PARALELLİĞİ VARDIR.

 

Kuvvet teorisine göre;

Kâinatta savaş vardır. Herkes kendi çıkarı için çalışır. Zayıflar elenir kuvvetliler de daha çok gelişerek ilerleme olur. Burada çıkarcılık hakimdir ve çıkar çatışması esastır. Buna göre insanlık kavimlerin çatışmasından, devlet sosyal grupların çatışmasından, sosyal gruplar da kişilerin çatışmasından oluşur. Burada savaş barış için değil, barış savaşa zaman kazanıp hazırlık yapmak içindir.

Hak teorisine göre;

Kâinat bir tek üstün kuvvetin eseridir.

Çıkar çatışması yoktur, çıkar paralelliği vardır.

Bir arada olmak ortak çıkarların tabiî bir gereğidir.

Ortak çıkarlar nedeniyle sosyal gruplar oluşmaktadır.

Yine ortak çıkarlar için sosyal gruplar devleti oluştururlar.

Ortak çıkarlar insanlığı bir topluluk haline getirmektedir.

 

Savaş asıl değildir.

Savaş barış içindir ve arızîdir.

Şu da bilinmelidir ki, barış savaş için değildir.

 

İslâm düzeninde;

Dinî çıkarlar ile beşerî çıkarlar birbirleriyle paralelleştirilmiştir.

Halk dinî çıkarları düşünürken millî çıkarları da düşünmektedir.

Millî çıkarlar düşünülürken dinî çıkarlar da birlikte düşünülmektedir.

Çünkü din ile devlet savaş içinde değildir, uzlaşma ve barış içindedir.

Bütün nizam genel olarak;

Dinî çıkarlarla millî çıkarların uyuşmasına göre kurulmuştur.

 

Şimdi ise;

Din ile devlet birbirine düşman yapılmıştır.

Bu arada da halkın dinsizleşmesi istenmiştir.

Böylece savaş düzenine geçilmiştir.

 

Bunlardan hangisi daha iyidir?

Bunun takdirini de sizlere bırakıyoruz.

Evet, değerli okuyucular, sizlere bırakıyoruz.

                                                     BİRİNCİ KONU

 

 

HALKA SEYİRCİ İKTİDAR

 

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te kötülük Tanrı'dan, tedbir yok.

 

"Halk'ın sefaletine ve mutsuzluğuna seyirci İktidar.

Şeriat ülkelerinde Hükümdar'ın (Halife'nin) kötü ve despotik davranışlarının dahi din hükümleri yolu ile meşru gösterilebildiğini hemen her devir itibariyle görebil-mekteyiz. İktidar sahibi olanlar, iktidarın en korkutucu şekiller içerisinde, gaddarca ve insafsızca kullanılması gereğine kendileri de inanmışlar ve bu tür davranışlarda bulunmak bakımından birbirleriyle adeta yarış etmişlerdir... Kur'an ve Hadis kaynağında olmayan bir düzeni yerleştiremezlerdi...(s. 602)

Osmanlı Padişahları, Vezirleri ve yöneticileri İSTİBDAT rejimini ayni din kaynaklarından yararlanarak sürdürmüşler ve bu rejimi halk'a Tanrı emri gibi göstermesini bilmişlerdir. Halk'ın kaderinin doğrudan doğruya Tanrı tarafından çizilmiş olduğuna inanan bu iktidar sahipleri, bu kaderin iyi ya da kötü oluşmasına sadece seyirci kalmışlardır. Kaderin kötü şekilde oluşması, onlara göre, halkın Tanrı tarafından, çoğu zaman kulların dahi bilemeyeceği hikmetlerle, cezalandırılması demekti..."(s. 603)

 

"SONRA KÖTÜLÜĞÜN YERİNİ İYİLİĞE ÇEVİRDİK"

GEÇMİŞ DEĞİŞMEZ, GELECEK İSE DÜZELTİLEBİLİR.

 

Biz şimdi şu anda geçmişi yaşamış bulunuyoruz ve geleceği de yaşamaya hazırlanıyoruz. Geçmişte cereyan eden olaylara müdahale etmek ve her hangi bir değişiklik yapmak bizim için söz konusu değildir. Hattâ suç bile işlemişsek ona karşı yapacağımız bir şey yoktur. Geleceğimizi ise, biz kendimiz düzenleme imkânına sahip bulunuyoruz. Yapacağımız şey, geçmişin kötülüklerini gelecekte iyiliklere çevirmekten ibarettir.

Ne yapalım ki, geçmişten gelip bugüne kadar ulaşan kötülükleri ortadan kaldıralım? Geçmişte cereyan etmiş olan o olayları değiştiremeyiz. Çünkü o olaylar Allah'ın takdiridir. Bunun böyle olduğunu kabullenmek zorundayız. Ama gelecekte yapacaklarımızla kötülükleri iyiliklere çevirebiliriz.

"Sonra kötülüğün yerini iyiliğe çevirdik?"(Âyet)

O halde İslâmiyet'te tedbir yok değil; tedbirin azamisi vardır.

Zaten Kur'ân da hep tedbirleri emretmektedir.

Bütün fıkıh tedbirler sistemidir.

İslâmiyet'te, geçmişi değiştirmek değil;

Geleceği geçmişin kötü etkilerinden kurtarmak vardır.

İslâmiyet'e göre;

İlâhî kanunlar vardır, bunlar tabiî ve sosyal kanunlardır.

Doğal ve sosyal yasalar olarak yaşamda mevcuttur.

Bunları hiç kimse değiştiremez.

Ancak, bunlardan değişik şekillerde yararlanılır ve

kötülüklerinden de korunabilinir.

Geçmişi değiştirmek mümkün değildir.

Gelecek için çalışmak ise her insanın yegane vazifesidir.

İslâm şeriatı hep geleceğin yararlı bir şekilde düzenleneceğini amirdir

ve bunların hepsi tedbirlerden ibarettir.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

Sened-i İttifak'ı hazırlayan

şeriat emriyle boğdurulmuştur.

 

"I- Şeriat'a Uyma Zorunluğu Nedeniyle İktidarı Millet Çıkarları İçin Kullanma Olanaksızlığı

İktidar'ın Şeriat hükümlerine ve emirlerine uygun olarak kullanılması İslâm devletlerinin başlıca gereği idi. Çünkü bunun böyle olmasını KUR'AN ve PEYGAMBER emretmişti...(s. 603)

Sultan Mahmud devrinin en bilgili ve yetenekli devlet adamlarından İzzet Bey, Padişah'ın Kur'an ve Hadis hükümlerine dayanarak cihad'ın bütün müslümanlara farz olduğunu bildiren Hattı Hümayunlarına karşı olumsuz tutum takındı diye idam edilmiştir.

İzzet bey'in diğer bir suçu da Sened-i İttifak adı verilen ve tarihimizde ilk kez Hükümdarın yetkilerine belirsiz de olsa bir sınır çiziyormuş havasını yaratan belgeyi hazırlamış daha doğrusu kaleme almış olmasıdır...

Sened-i İttifak'ın yazarlarından bir diğeri de Ramiz Paşa idi... Bundan dolayıdır ki Padişah kendisine kin beslemiş ve bu kinini 1228 yılında onu öldürtmekle çıkarmıştır..."(s. 604)

 

OSMANLI YÖNETİMİ ŞERİATA DAYALI KURULMADI.

İSLÂM DÜZENİNDE;

SENET BAŞTAN BAŞKANLA YAPILIR.

 

Osmanlı yönetimi şeriat esaslarına dayalı olarak kurulmamıştır.

Bir kabile çıkar, gücünü halkın delaletiyle ve katılımıyla kullanır ve halk da onu destekler; beylik olur, devlet olur, imparatorluk olur. Genel olarak güçlü olmak için de adil olmak gerekir. Dolayısıyla kuvvet teorisine göre hükümdar olanlar da varlıklarını sürdürmeleri için adil olurlar. Osmanlı hükümdarları genellikle adil idiler. 600 yıl yaşayabilmesi ve ayakta kalabilmesi buna kesin delildir. Ancak, buradaki adalet hükümdarın bir atıfeti mahiyetinde olup, hukuki bir dayanağı yoktur. Bu durum da İslâmiyet'e aykırıdır.

Ama Birinci İslâm Medeniyeti döneminde maalesef bu yanlışlık veya belirsizlik Asr-ı Saadet'ten sonra, baştan sonuna kadar bu böyle olmuştur. Hükümdar, istediği kimseyi muhakemesiz asabiliyordu. Hükümdarlar bunu belki hep adalet için kullanmıştır; ama, saltanat sistemi her zaman kötüye kullanılmaya da son derece müsaitti.

Sened-i İttifak, Batı etkilerinin ve taklitçiliğinin görülmeye başladığı dönemlerde ve medrese ulemasının dışında hazırlanmıştır. Ancak hazırlayanın ihaneti görüldüğü için asılmıştır. Bunların ihanet içinde olduğu Sevr ile görülmüş ve belgelenmiştir. Yazarın bu Batı işbirlikçilerini savunması, son derece dikkat çekicidir.

İslâm düzeninde senet, daha baştan başkanla yapılır.

Yani bir aşiret, bir bucak, bir il veya bir devlet;

'Sözleşme' yapar ve insanlığa hizmet eder.

Sonradan ne başkan ne de halk senedi değiştiremez.

O devlet tasfiye edilip yeni devlet kuruluncaya kadar bu böyledir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılar savaş cizyeleri toplarken,

halk soyuluyor, merkez rüşvet alıyordu.

 

"A- Halk'ı soyan, Halk'a zulmeden devlet ve onun soyguncu ortakları: Memur, Ayan ve zenginler sınıfı.

Din adına yapılan "Cihat"lar yüzünden halkın sefil ve perişan durumlardan kurtulamadığı bir gerçek. Bu gerçeği Osmanlı tarihini kaleme alanlardan, özellikle Cevdet Paşa'dan öğrenmek kolay. Bu savaşların bedelini halk parasiyle, malıyle ve canıyla öderdi. Bu savaşlar nedeniyle ordu devamlı şekilde hazır buludurulmağa çalışılır, bunun için de askere alınan vatan evlatları ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir görevde ömürlerini tüketirlerdi...

Ancak ne var ki devleti ve milleti kanser gibi yiyip bitiren bu savaş derdi yanında, ondan hiçte aşağı kalmayan bir diğer dert vardı ki o da halkı devlet ile birlikte soyan diğer sınıfların tahribatı idi. Bu sınıflar başta memur sınıfı olmak üzere Âyan ve diğer zenginler sınıfı idi..."(s. 605)

 

BİR DEVLETİN GEÇİRDİĞİ AŞAMALAR.

İSLÂM DÜZENİNDE BÜROKRASİ YOKTUR.

 

Tarihî gelişmelerde devlet, bir aşiretin veya bir kabilenin halkla bütünleşerek onların savunmasını yüklenmesiyle doğmuştur. Halk bu kabilenin masraflarını karşılar, bunlar da onların mallarını ve canlarını, ülkelerini ve namuslarını korurdu. Burada yönetici sınıf yerine devlet halkın bekçisi durumunda idi. Sonraları ordular halktan isteyenlerden teşkil edilmeye başlandı. Böylece koruyucu sınıf yavaş yavaş yönetici sınıf olmaya başladı. Artık halkı korkutarak yönetmeye başladılar.

Kendi halkından ordu oluşturmak zor olunca, önceleri kölelik müessesesi geliştirildi. Devlet köleleri devlet görevlileri haline geldi. Böylece köle efendi olmaya başladı. Ancak yine de hiç olmazsa resmen halktan üstün sayılmıyordu. Sonra paralı asker sistemi geliştirildi. İşte böylece bir bürokrat sınıfı doğdu. Hâlen bütün dünya işçilik sisteminde olduğu için, paralı memur sınıfı, imtiyazlı sınıf vardır. Kanunları bunlar yorumlar ve istedikleri gibi uygularlar. Çünkü hakimler de memur statüsündedirler. İşte bu statünün hastalığı rüşvet ve yolsuzluktur. Hele çökme dönemlerinde halk meşru yollardan kazanç temin edemez olur. Devlet gelirleri düşer. Bir taraftan işsiz halk devlet görevlisi olmak için uğraşır, diğer taraftan maaşlar yetmez olur. Halk da geçimini sağlayamaz durumdadır. Tek kurtuluş, görevlilerle halkın anlaşarak kamu mallarını talan etmeye başlamasıdır. Böylece yolsuzluk şeklinde olsa da ekonomik kıpırdanmalar başlar, vergiler artar ve halk biraz daha karnını doyurmaya devam eder. Ancak daha önce ataların asırlar boyunca oluşturduğu kamu imkânları gittikçe erimeye başlar ve devletin zamanla talan edilecek malı kalmaz. İşte o zaman da devlet yatağa düşer ve iç veya dış saldırılarla yıkılıp parçalanır veya işgal edilir.

Osmanlılar da Tanzimat ile bürokratik yönetime geçmişlerdir ve bürokratikliğin bütün hastalıkları Osmanlılara arız olmuştur. Ne var ki, bu hastalık ne Osmanlıların kendi yapısından ne de İslâmiyet'ten gelen bir şeydi. Bu yaşlılıktan dolayı Batılılaşma hastalığından doğan bir şeydi. Nitekim cumhuriyet döneminde de bu hastalıklar aynen devam etmektedir. Henüz bu hastalıklardan kurtulamadık. Hattâ kurtuluş için ilk adımlarımızı bile daha atamadık.

İslâm düzeninde;

Bürokrasi yoktur, yani sabit ücret sistemi yoktur.

Onun yerine serbest meslek erbabının kamu hizmetleri görmesi ve bütçeden ücret değil de pay alması vardır.

Hizmetliye ehliyet devletçe verilir, bir dayanışma ortaklığınca da bu ehliyet teminat altına alınır. Halk hizmetlisini kendisi seçer. Hizmetin karşılığı ise bütçeden pay olarak devletçe verilir.

Halk hizmetliyi seçme imkanına sahip olduğu ve hizmetliler arasında rekabet olduğu için yolsuzluk olamaz.

Sonra vatandaş ile görevli mahkemelerde eşit haklara sahiptir. Taraflar hakemleri eşitlik ilkesiyle seçerler. Dolayısıyla etkili ve adil mahkemeler vardır. Rüşvet, yolsuzluk ve vergi zulmü söz konusu olamaz.

Demek ki Osmanlıların başına gelenler, içtihadı terkederek meselelerini kendi çıkarcı akılları ile halletmeye başlamalarından ve Batı'yı taklit ettiklerinden ileri gelmiştir

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda memuriyet rüşvetle alınır ve

rüşvetle finanse edilirdi.

 

"1- Rüşvet yolu ile memuriyete gelme ve rüşveti halkın sırtından halkı soyarak çıkarma usulleri

Osmanlı Devleti'nin "memuriyet" sisteminde zamanla gelişen gelenek o oldu ki memuriyete atanmak için rüşvet vermek gerekti. Rüşvetsiz hiç kimse hiç bir yere atanmaz ve buna karşılık rüşvet vermek suretiyle herkes belli yerlere atanırdı. Rüşvet böylesine alışılmış bir şey olmuştu.

Bu usul gereğince yani rüşvet vererek belli bir memuriyete atanan kişi ise verdiği rüşveti o yer halkından çıkarırlardı. Çıkarmak için de olmadık haksızlıkları, olmadık rezaletleri ve zulmü yapmaktan kaçınmazlardı. Cevdet Paşa'nın anlatışıyle onları bu yola itenler daima "büyüklerdi"..."(s. 606)

 

İSLÂMİYET, İÇTİHAT İLE İLMÎ YOLU GETİRMİŞTİR.

ATAMA OLMADIĞI İÇİN RÜŞVET SÖZ KONUSU DEĞİL.

 

Meseleler deneme yanılma yoluyla seçilir. Bir adresi ararken ya haritaya bakar bulunduğun yeri tesbit edersin, böylece gideceğin yeri belirlersin. Artık hangi sokaklardan geçerek adresine varacağını bilirsin.

Buna ilmî yol denir.

Veya işte bu sokaktadır dersin bakarsın, bulamazsan başka sokağa bakarsın, nihayet yer küçükse sezilerin ve kenti bilmen de ileri seviyede ise yine adresi bulursun. Eğer kent büyükse, kentin acemisi isen adresi bulman zorlaşır. Artık sezi yolu yahut içgüdü ile sonuç almaya çalışırsın.

İslâmiyet 'içtihat müessesesi' ile 'ilmî yol'u getirmiştir.

Ne var ki, yönetimde içtihat hiç uygulanmamış ve sezi veya içgüdü ile yönetime başlanmış veya hayat yani dünya düzeni tanzim edilmiştir. Batı ise bin yıl sonra ilmî yolu tutmuştur. Yani Müslümanlar içtihadı unuttukları zaman onlar içtihada başladılar. Onlar artık savaşları da, saldırıları da içgüdüleri ve sezileriyle değil, içtihatla ve ilimle yapmağa başladılar. Bir ülkeyi nasıl çökerteceklerini araştırdılar. Rüşvetin devleti çökerteceğini çok iyi bir şekilde gördüler. Devletçiliğin, bürokrasinin sonunda nasıl rüşvete gittiğini araştırıp inceliyerek bildiler, dost göründüler ve bu sistemleri ıslahat adı altında Osmanlılara empoze ettiler. Yaşlılıkları nedeniyle bünyeleri de buna çok müsait idi. Sonunda hedeflerine ulaştılar.

İslâm düzeninde; kamu hizmetleriherkese açık olan

imtihanlarla tevdi edilen ehliyetlerle yapılır.

Bu ehliyeti almak için sorular sosyal gruplarca hazırlanır ve imtihana girenlere sorulur. Sonuçlar üniversiteye giriş imtihanları gibi objektif kurallarla değerlendirilir. Meslekî teşekküller teminat verirler.

 

Ama halk kendi hizmetlisini yine kendisi seçer.

Dolayısıyla atama söz konusu değil ki,

rüşvet söz konusu olsun.

Bütün mesele, içtihadın terkiyle körü körüne Batı'yı taklide başlamamız

ve bu hastalığa yenik düşmemizdir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Gizli istihbarat ile halk korku içindeydi ve

bütçe talan ediliyordu.

 

"2- Jurnalcılık usulleriyle ve bilgili insanları yok etme sistemi ve bu sistemin toplum ahlâkını çökerten sonuçları: (Abdülhamid II örneği)

Abdülhamid II kadar hiç bir padişah bu sistemi uygulamakta becerikli olmamıştır...

"... 'Jurnalcı' adı verilen bu haber alma örgütünün üyeleri, her yerde ve hiç beklenilmeyen hallerde hazır bulunabilirlerdi... Jurnalcilerin görevleri, kimlerin ne yaptıklarını, kimlerle ne konuştuklarını, nerelere gittiklerini ve hattâ ne düşündüklerini öğrenmekti..."(s. 606)

İşte bu örgütü kuran adamın kurnazlık dehasını kabul etmek gerekir: "Şunu söylemek mümkündür ki, diyor Halil Paşa, dünyanın hiç bir yerinde hiç bir devlet adamı bu kadar etkili ve becerikli -zamanın koşullarına göre- bir haber alma örgütü kurmak başarısını göstermemiştir." Bk. Halil Paşa, Bitmeyen Savaş, İttihat ve Terakki'den Cumhuriyete, (Yedi gün yayınları 1972)..."(s. 607)

 

MERKEZÎ YÖNETİMLERİN İÇ VE DIŞ DÜŞMANI VARDIR.

İSLÂM DÜZENİNDE CASUSLUK KURULUŞU YASAKTIR.

 

Merkezî yönetimlerin dış düşmanlarından fazla iç düşmanları vardır. Bunlar devleti kurallarla değil de akılları ile ve istedikleri gibi idare ederler. Bunu sağlamaları için de kuvvetli bir istihbarat teşkilatına ihtiyaçları vardır. Bu teşkilat sadece haber almak için değildir. Aynı zamanda halkı devamlı korku içinde bırakıp yönetime karşı kimseyi konuşturmamayı sağlamak içindir.

Oysa, hukuk düzeninde kişilerin düşünceleri ve niyetleri değil fiilleri hükme bağlanır ve objektiftir. Gizli istihbaratın hiç bir yararı yoktur. Çünkü ne kadar kötü niyetli olursa olsun ona yapacağın farklı muamele yoktur. Bunun istisnası savaş halidir. Savaş durumunda ise merkezî sistem vardır. Kurallara göre değil, duruma göre hareket edilir. Savaş hâli veya savaşa götürecek haller hariç, gizli istihbaratın bir yararı yoktur. Çünkü halk kurallardan ve hakem kararlarından korkmaktadır; ihbarlardan değil. Yöneticilerle ise, eşit durumdadır. Başkanın en çok yapabileceği iş, kendi bucağından sürmektir.

İslâm düzeninde;

Casusluk teşkilatı yasaklanmıştır.

Gizli istihbarat yasaklanmıştır.

Bunun yerine, duyulan haberleri herkes bucak başkanına bildirir. Başkan o haberleri değerlendirir. Genellikle haber bucaklı aleyhine ise kendisi haberdar edilir. Savunması ile birlikte haber dosyalanır. İleride soruşturmacılara malzeme olur. Hiç kimseye kendi aleyhindeki haberler ona gizli tutulmaz. Böylece keyfî yönetim yok olmuştur.

Savaş hâli bunun dışındadır.

Orada da bir teşkilattan ziyade başkanın sırları vardır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Kara Mustafa ve Yusuf Paşalar hiç yerine öldürüldü.

 

"B- Padişahların ve yöneticilerin devlet ve halk işlerine karşı sorumsuz davranışlarının sınırsızlığı

Devlet işlerine ve halka karşı Padişahların mutlak sorumsuzluğu her devirde ve özellikle XVI yüzyıldan sonra kendisini her vesile ile göstermiştir. Tanrı'dan gayrı hiç kimseye karşı sorumlu olmadığına inanmış bir hükümdardan elbetteki farklı bir davranış beklemek olmazdı...

Sultan Murad'dan sonra tahta çıkan Sultan İbrahim'in başveziri Kara Mustafa Paşa Macar asıllıdır...(s. 607)

Cinci hoca tipindeki seviyesiz insanlara değer ve paye verecek tiynette İbrahim gibi bir Padişah, Müftü Yahya efendi tipindeki soysuzların melaneti ve kışkırtmasıyle Kara Mustafa paşayı boğdurtur...

Kendisine "kürek çekiciler olmadan filo denize açılamaz" diye itirazda bulundu diye Yusuf Paşa'yı öldürtmekten çekinmez bu zevk ve sefahat düşkünü bilgisiz Padişah..."(s. 608)

 

İNSANLIK BAŞKAN PROBLEMİNİ HENÜZ ÇÖZEMEDİ.

BAŞKANIN SÜRME EMRİNE UYMAYAN KİMSE

ÖLDÜRÜLEBİLİR.

 

Osmanlı saltanatında saray hayatı tamamen despotik bir yönetimdi. Sarayda sultandan başka hiç kimsenin bir gücü yoktu. Saray halka hizmet için vardı. Sultan halkın huzur ve saadeti için yalnız çoğu devşirme vezirleri değil, oğlunu ve kardeşini bile sebepsiz yere öldürebiliyordu. Bu elbette İslâmî değildi. Ne var ki, Muaviye'den sonra bu sistem bütün beşeriyete hakim olmuştu. Hanedanlık sistemi son iki asırdır kalkmaya doğru gitmiş ama İngiltere ve Japonya gibi çok gelişmiş ülkelerin yanında bir çok ülke hâlâ krallıkla yönetilmektedir. Krallığın ortadan kalktığı bazı ülkelerde ise Hitler, Mussolini ve Stalin gibi zalimler veya diktatörler boy gösterdiler.

İnsanlık bu problemi henüz çözememiştir.

Güya, demokrasi uygulaması ile seçilmiş olan başkanlar, padişahların akıttığı kanların birkaç mislini akıttılar ve hem de kitleleri imha ettiler. Dolayısıyla bu husustaki davranışları Osmanlıların bir eksikliği olarak değil de, beşeriyetin bu alandaki bir geriliği ve soruna henüz çözüm üretememesi olarak görmek gerekir.

İslâm düzeninde; iç güvenlik bucak başkanlarına aittir.

Devlet ve il başkanları da kendi bucaklarının başkanıdır.

Suç işleyenler hakemlerin kararları ile cezalandırılırlar.

Başkanların muhakemesiz sadece sürme yetkisi vardır.

Hakem kararlarına uymayanlar veya;

Başkanın sürme emrini dinlemeyenler;

O bucakta hukuktan yararlanma haklarını kaybederler,

yani öldürülebilirler.

Bu sistemin bulunmadığı her yerde CIA ve MAFYA gibi oluşumlar aynı zulmü yapacaklardır. Hem de bu yeni düzende başkanlar veya çok önemli şahsiyetler öldürülecek ve katilleri de hiç bir zaman bulunamayacaktır! Öldürülen ABD başkanının katili bulunabildi mi?

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda

halkı bir araya getirmemek için kahveler kapatılmıştır.

 

"II- DEVLET HAKKINDA KONUŞULAMAZ OLUŞU:

Devleti veya Devlet yetkililerini "Çekiştirmek" yasak

Devlet ve hükümet yetkililerine karşı direnmek veya bunları tenkid -iyi veya kötü niyetle tenkid- şöyle dursun ve fakat bunlar hakkında her hangi bir görüş belirtmek ve bunları "çekiştirmek" dahi suç sayılırdı.(s. 608)

İlk kahvehane Kanunî Süleyman zamanında Tahtakalede (İstanbul'da) açıldığı zaman halkın buraya toplanıp birlikte kahve içip sohbet etmesi Padişah'ı öylesine ürkütmüş olmalı ki "...Padişah bunu duyunca dükkânı adamın başına yıktırmıştı."...

Görülüyor ki devlet yöneticileri hakkında halkın bir araya gelip konuşmalarına dahi imkan verilmemiştir..."(s. 609)

 

TOPLULUK TEŞKİLATLANIRSA GÜÇ HÂLİNE GELİR

İSLÂMİYET TOPLANMAYI MÜESSESELEŞTİRMİŞTİR

 

Topluluklar teşkilatlanırsa güç olurlar. Yığınlar ise yıkıcı olmakta çok güçlü olur ve yapıcı olamazlar. Devletlerin oluşmasında teşkilatlanmamış kitlenin zayıf olması; teşkilatın ise, çok güçlü olmasının temel rolü vardır. Teşkilatlanmış on kişi teşkilatlanmamış bin hattâ on bin kişiyi rahatlıkla korkutarak yönetir. İşte bundan dolayı, totaliter rejimler kesin olarak teşkilatlı gruplar istemezler ve her türlü teşkilata götürecek davranışlara son vermek isterler.

Osmanlıların gerilemeye başlaması döneminde halk kahvelerde teşkilatlanmaya başladı. Bu mevcut yönetime tehlike teşkil etti. Tütün ve kahve gibi zararlı maddeler bahane edilerek bunların kapatılmasına çalışıldı.

Ne var ki, bütün bunlar hep Tanzimat'tan sonra olan olaylar olup bunların yapılmasında Batı'nın rolü de İslâmiyet'ten az değildir.

İslâmiyet'e göre;

Halk teşkilatlanmadan duramaz.

Dolayısıyla kitleleri yönetme yerine;

Organize olmuş toplulukları yönetmek gerekir.

Her aşiretin toplanacağı bir yer olmalıdır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler toplanıp günlerini birlikte geçirmelidirler. Komşu toplanma yerlerine gitme serbestisi olduğu için bu yerler ihtisaslaşabilir ve kişi istediği toplantılara katılabilir. Sonra ayrıca sosyal grupların toplanacakları yerler olmalıdır.

Bu suretle organize olan topluluk, kitle olmaktan çıkar. Bu organize olmuş toplulukları yönetmek kitleleri yönetmekten çok daha kolaydır.

İslâmiyet ve İslâm düzeni;

Toplanmayı yasaklamak şöyle dursun;

Toplanmayı müessese hâline getirmiştir.

Namazlar, işte böyle bir toplanma ve;

Birlikte vakit geçirme müessesesidir.

İbadetini herkes kendi anlayış ve

inancına göre yapacak veya hiç yapmayacaktır.

Ancak, böyle toplantı yerlerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Osmanlılar;

Yalnız kahvehaneleri yasaklamamış, 'mescitlerde de konuşmak caiz değildir' diye, camilerin fonksiyonunu da yok etmişlerdir. Dolayısıyla toplu ibadetler de işe yaramaz hâle gelmiştir. Bütün bunlar şeriatın akılla tahrifinden başka bir şey değildir.

Elbette bütün bunlar yanlış akılla alınmış kararlardır.

Oysa doğru akıl cemaat halinde toplanmaları teşvik eder.

Doğru akıl;

Kuru ibadetler yerine fonksiyonel ibadetleri ikame eder.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda tenkit sürülmelere ve

işten atılmalara sebep oluyordu.

 

"A- Devleti ve kanunları tenkid ve Vükelâ'nın ayıplarını ortaya vurma suçu!

Halktan kişilerin devlet hakkında konuşmalar yapması, veya yetkililerin kanunsuz davranışlarından sızlanmaları en büyük suç sayılmak bir yana ve fakat devlet'in yetkili ve tecrübeli elemanlarının dahi devlet hakkında görüşlerini belirtmeleri suç olurdu...

1195 (Hicrî) yılında kendisine Kırım Seraskerliği verilen Canikli Ali Paşa devlet'in askerî ve mülkî kanunlarını tenkid ve devlet büyüklerinin (Vükelânın) kusurlarını (ayıplarını) ortaya vuran bir risale (kitap) yayınladı diye gözden düşmüştür...

Devlet memurlarının, ister yüksek ister küçük dereceli olsunlar, şurada burada bir araya gelip "dedikodu" yapmaları bile memuriyetten atılmalarına ve sürülmelerine yeter sayılırdı."(s. 609)

 

İNSANLARI SUSTURMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR.

TENKİT ETMEK SUÇ DEĞİL, HAKARET SUÇTUR.

 

Eğer bir toplulukta fikir hürriyeti yoksa ve kişiler konuşamıyorlarsa, bilinmelidir ki onlar yine konuşurlar. Ağızları ile konuşamazlarsa; gözleriyle konuşurlar, hareketleriyle konuşurlar, nefesleriyle konuşurlar, adımlarıyla konuşurlar...

İnsanları susturmak mümkün değildir.

Ne var ki, karşı cevap alamaz, iktidarı kimse desteklemez, lehinde söyle-nen sözler duyulmaz olur.

Halbuki fikir hürriyeti olan yerde herkes konuşur ve böylelikle karşı düşünceler de ortaya çıkar. Halk düşüncelerini açıklamak suretiyle deşarj olur. Buna rağmen, daha iyi çözüm bulunamadığı için yönetim yine iktidarda kalmaktadır. Demokratik yönetimlerde daha az iktidar değişmeleri olmakta, halbuki daha çok diktatör devrilmektedir.

O halde fikir hürriyeti yalnız halkın hakları için değil, bizzat düzen için de başlıca şarttır. Fikir hürriyeti olmayan bir ülkede hiç bir şey olmaz. Bundan dolayıdır ki en çok demokrasi, en çok tehlikelerin ortaya çıktığı zamanlarda olur. İkinci Cihan Savaşı başlayınca Stalin, ayırım yapmaksızın bütün dinlerin mabetlerini açtırmıştır.

İslâm düzeninde;

Tenkit etmek suç değildir; hakaret etmek suçtur.

Bununla beraber bucak başkanlarının kendi bucaklarından istediklerini sürme yetkileri vardır. Bu sürmenin, devlet başkanı için ülke dışına sürme şeklinde olmayacağı bilinmelidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Fazıl Ahmet Paşa Paris'ten halkı 'hain' ve 'alçak'

kelimeleri ile tavsif ediyordu.

 

"B- Tanrı'nın yeryüzündeki vekilidir diye Halife'nin (Hükümdar'ın) her yaptığını hikmet sayan köle ruhlu halk.

1867 yılında Fazıl Ahmet Paşa'nın Paris'ten Padişah'a gönderdği bir mektup vardır ki, yüzyıllar boyunca Şeriat geleneği olarak Padişah'ı Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olarak görmeğe ve iktidarı kötüye de kullansa ona itaat etmeğe alışmış Türk toplumu üzerinde etki yaratmış ve bu etki "hükümeti cidden uyandıracak kertede önemli" olmuş idi. Bu mektubunda Fazıl Ahmet Paşa Batı ülkelerindeki hürriyet aşamalarını örnek verdikten ve Osmanlı toplumunun istibdat rejimleri içerisinde yönetile geldiklerini belirttikten, ve halkın istibdata ve kötü iktidar uygulamalarına boyun eğmeyi "Kur'an'ın emirlerinden" saydığını söyledikten sonra- "Cehâlet ve esaret (kölelik) içinde olan milletler hem alçak hem de hain olurlar" der. Ve derken de hiç şüphesiz "alçak" ve "hain" deyimi ile belirttiği nitelikleri Osmanlı halkında görür..."(s. 610)

 

HAİN OLAN İNSAN HERKESİ KENDİ GİBİ GÖRÜR.

KİMSENİN KİMSEYİ İTHAM ETME HAKKI YOKTUR.

 

Topluluk içinde görev yapanlar, içtihatlarındaki hatalardan dolayı kötülük yapmış olurlar. Ancak, bunlar bunu ülkenin selâmeti için yaptıklarından dolayı mazurdurlar. Günahkâr olmazlar. Ancak, kasıtları kötü ise hain olurlar. Tarihteki olayları tahlil ederken içlerini bilemediğimiz için ya herkesi hain kabul eder tarihi öyle okuruz, ya da herkesi iyi niyetli kabul ederek ona göre okuruz.

Eğer biz hain isek, herkesi de bizim gibi hain sanırız.

Eğer biz hain değil isek, hiç kimseyi hain sanmayız.

Kendi özelliğimize göre bakar ve düşünürüz.

Bizim için, dünyayı hainler dünyası olarak görmemek daha iyi bir yoldur. Bize göre, hüsnüzan esastır.

Dolayısıyla kimseyi hainlikle itham etmeden, olayları ele alıp irdeliyelim. Elbette toplulukların içlerinde hainler de vardır ama onları sorguya çekmek bizim görevimiz değildir. Çekmeye kalksak bile, bu hiç bir işe yaramaz.

Biz Fazıl Ahmet Paşa ve benzerleri için; 'Başkasını nasıl bilirsin, kendin gibi' ata sözümüzü söyler geçeriz. Üzerinde uzun boylu durup vakit kaybetmeye değer bulmayız.

Bu konudaki genel bakış açımız ve anlayışımız budur.

İslâmiyet'e göre;

Kimsenin kimseyi itham etmeye,

onun iç alemine karışmaya yetkisi yoktur.

Eğer bir fiilden dolayı biz veya topluluğumuz zarar görüyorsa, onun düzelmesi için şikayette bulunuruz. Ancak bizim faile hakaret etme yetkimiz yoktur. Çünkü, bütün bunları çok iyi niyetle yapmış olabilir.

Mağdur olan varsa, onun mağduriyeti gidertilmelidir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda padişah emirleri

gökten inen talimat kabul edilirdi.

 

"Her kötülüğü "nimet" kabul eden toplum.

Söylemeye hacet yoktur ki başka milletlerin tarihinde de müstebid iktidarlar, keyfi ve despotik idareler çok olmuştur. Fakat başka hiç bir milletin tarihinde Devlet adamları, bizde olduğu ölçüde (özellikle Osmanlı İmparatorluğu devirlerinde) iktidarı kötüye kullanmış, hırsızlıklar ve çalıp çırpmalar yapmış ve cinayetler işlemiş değillerdir. Osmanlı tarihinin özellikle Kanunî'den itibaren her sahifesi yüzkızartıcı rüşvetler, sahtekarlıklar, millet sırtından servet edinmeler, ihanetler, yağmalar, dalkavukluklar, kelle uçurmalar,... bütün bunları ilâhi arzunun tecellisi ve Tanrı'nın temennisi olarak görmüşüzdür...(s. 610)

Olayı anlatan ünlü tarihçi Hammer şunu ilâve eder- "Devamlı şekilde tekrarlanan bu çeşit öğücü sözler İbrahim'e şu inancı vermişti ki kanlı ihtiraslarının en canavarca ve sefihçe oluşumları gökten inme ilhamlara dayanmaktadır."

Bu konuda bk. J. de Hammer, Histoire de l'Empire Ottoman, (Paris 1838, Tome X, sh. 122)..."(s. 611)

 

BAŞKANA İTAAT ALLAH'A İTAAT KABUL EDİLİR.

OSMANLI VE İSLÂM ÂLEMİNDE TAM UYGULANMADI.

 

İnsan, topluluk içinde kendi başına yaşayan varlıktır. Yani, topluluk içinde yaşayacak ama aynı zamanda kendi başına da serbest olacaktır. Topluluğun varlığı hakların korunması ile sağlanır. Yani insan bilmeli ve inanmalıdır ki, benim haklarım korunacaktır. Kişinin haklarını kim korur? Güçlü olan korur. Öyleyse kim güçlü ise, ona teslim olunur ve başkalarından emin olur.

İşte bu 'güçlü kişi'nin adı 'başkan'dır.

Eğer başkana itaat edilirse güvenlik altında oluruz. Tek korktuğumuz kişi başkan olur. Ona itaat etmezsek ve başkanı güçsüz hâle getirirsek, o zaman herkesten korku içinde oluruz. Demek ki, topluluğun varlığı ve hayatı başkana kayıtsız şartsız itaattır. Başkana karşı gelmek topluluğu dağıtmak demektir.

İşte bu nedenledir ki;

İslâm âleminde 'başkana itaat Allah'a itaat'kabul edilmiştir.

Bu anlayışın ve bu felsefenin dışında fikir yürütenler, devleti yıkmayı hedefleyenler, kişi hürriyetini ve güvenliğini yok etmeyi hedefleyenlerdir. Bunlar yapıcı değil yıkıcı zihniyet sahipleri ve taraftarlarıdırlar. Bizim bu anlayış sahiplerini tasvip etmemiz hiç bir zaman sözkonusu olamaz.

Bununla beraber başkanın adil bir başkan olması için de gerekli tedbirler alınmalıdır. Başkan zulmetmeye başlarsa uyarılmalı, uyarılara rağmen tutumunu değiştirmezse o zaman hicret edip onun topluluğundan ayrılmalı; ama hiç bir zaman isyan etmemelidir. Bu konudaki genel anlayış ve tutumumuz böyledir.

İslâmiyet'in bu husustaki görüşleri çok açık ve nettir:

Başkanın yetkileri dahilindeki emirlere itaat etmek;

Allah'ın emirlerine itaattan başka bir şey değildir.

Bu yetkiler sözleşmelerle ve mevzuatla belirlenir. Şayet başkan yetkilerini aşar da yetkisiz emirler verirse, Müslüman bu emirlere itaat etmeyecektir. Ancak isyan da etmeyip karşı çıkmayacak, sadece başkanın dediğini yapmayacaktır.

Başkan zorlamaya başlarsa, o zaman da Müslümanın görevi isyan etmek değil, o topluluğu terketmektir.

Bir de başkanın istişare ile emretmesi gerekenleri istişaresiz emretmeye başlarsa, o emirler de dinlenmez. O halde başkanı istişarelere zorlamak, emirlerine boykot yapmak, nihayet terkedip gitmelerle başkanlar devamlı halkın murakabesindedirler.

Osmanlılarda ve İslâm âleminde, İslâmiyet'e aykırı olarak bucakların hukukî bağımsızlığı benimsenmemiştir. Padişah, merkezî yönetim ile buralarını da yönetmeye girişmiştir. Dolayısıyla İslâmiyet'in başkanlık ve hakemlik hükümleri yeterince uygulanamamıştır. Bu da şeriattan ayrılma sonucu böyle olmuştur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda hükümdarlar hata etmez ilkesi vardı.

 

"C- Devlet'i Yönetenlerin Yetersizliğini ve Kötülüğü'nü Fazilet Şeklinde Görme Alışkanlığı.

Daha ilk anlardan itibaren Şeriat devletinde halk'ın, toplumu yönetecek olanlara İKTİDAR vermesi, iktidar organları arasında bir tür hakemlik yapması diye bir şey olmadığını tekrar etmeye gerek yoktur. İktidar toplumdan değil Tanrı'dan gelmektedir, ve bu nedenle İktidar sahibine itaat gerekir...

Böylece fikren yetersiz, geri zekâlı ve yönetim ve iktidarı kullanma tecrübe ve bilgisinden yoksun kişiler bile, HALK nazarında "hikmet sahibi" ve itaat edilmeğe değer kimseler olarak benimsenmişlerdir...(s. 611)

Bundan dolayıdır ki Şeriat ülkelerinin hepsinde ve özellikle Osmanlı devletinde en akılsız ve en beyinsiz, en bunak hükümdarlar veya yöneticiler en kutsal ve en saygıya değer kişiler olarak toplumun saygı ve sevgisine mazhar olmuşlardır. Bunak Mustafa'lar ve millete ihanet eden son Padişahlara varıncaya kadar hepsi..."(s. 612)

 

ALLAH KÂİNATI VARETTİ VE KANUNLAR KOYDU.

GÖREVLİ KENDİ İÇTİHADINA GÖRE HAREKET EDER.

 

Allah kâinatı varetti ve kanunlar koydu.

Böylece biz o kanunlar sayesinde irademizi kullanabiliyoruz. Bu denge sayesinde her şey olumlu mecrasında varlığını sürdürebilmektedir. Yoksa ateş bazen yakıp bazen yakmasaydı, su bazen ateşi söndürüp bazen söndürmeseydi; o zaman biz ne yapacağımızı nasıl bilebilirdik.

Bunun aksi bir durum olsaydı tabiatta sürekli olarak karmaşa ve dengesizlik olurdu. O zaman da hem tabiat kanunlarında ve hem de sosyal olaylarda sürekli olarak çatışma olurdu.

Bir insan da kendi hareketlerini belirlerken Allah'ın halifesi olarak hareket eder. Bunun da kuralları vardır. Biz açıkça biliriz ki, filan ile yapacağımız ilişkilerde şu mukabele ile karşılaşacağız. Bir de bizim onunla münasebet kurup topluluğun oluşmasını sağlama zorunluğumuz vardır.

Biz buna 'içtihat' diyoruz ve yapılmasını zaruri görüyoruz.

Herkes 'kendi içtihadı'na göre hareket etmek durumundadır.

Bir yetkili de görevlerini yaparken;

Kendi içtihadı ile hareket edecektir.

İçtihatta hata etmez diye bir kaide yoktur. Tam aksine, içtihatlar hata ile iç içedirler. Ne var ki, hata etme ihtimali de olsa herkes kendi içtihadıyla hareket etme durumundadır.

Hükümdarın yönetimle ilgili içtihatları sadece onu ilzam eder. Hükümdarın içtihadı hatalı olsa da, yönetimde o içtihat uygulanır. Çünkü başkanlık makamında ve sorumluluk mevkiinde o oturmaktadır. Dolayısıyla karar vermek konumundadır.

İslâm düzeninde;

Görevli, amirinin içtihadına göre değil,

Kendi içtihadına göre amel edecektir.

Bir zarar olduğunda;

Görevlinin amirinin meslekî akilesi bu zararı tazmin eder.

Zarar görevlendirenin akilesine intikal etmez.

Görevli kendi içtihadına göre hareket eder.

Mesuliyet ve mükafat da ona aittir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılard,

deli padişahlar kutsal varlıklar olarak görülmüştür.

 

"1- Halkın ve din uleması'nın ve ordu'nun (Yeniçerilinin) hayranlık beslediği Padişah-Bunak Mustafa

İktidar sahiplerini Tanrı'nın yeryüzündeki vekili gibi görme alışkanlığı sonucu olarak en beyinsiz, en budala yaratıkları dahi en şerefli mevkilere getirmek gibi geleneklerimiz olmuştur. İkinci Osman'a karşı isyan eden Yeniçeriler, Ulema'nın daha önce aklî bakımdan yetersizdir diye taht'tan indirdiği Mustafa'yı, adeta ayaklarına kapanırcasına ve ellerini öpercesine 1618 de tahta getirmişlerdir... Bk. J. de Hammer, Histoire de l'Empire Ottoman, (Paris 1838, Tome III, sh. 430)...(s. 612)

Yeniçerilerin daha sonra Mustafa aleyhine döndükleri doğrudur. Fakat, bu onun hamakatına ve akılsızlığına vakıf olmalarından değil ve fakat kendi çıkarlarına aykırı olacak şekilde Padişah'ın kararlar almasından ve özellikle şarap satışını yasaklamış olmasındandı. Çünkü bu satışlardan Yeniçeriler pay almakta idiler. Bk. A.g.e., Tome VIII, sh. 323. Fakat ordu'nun Mustafa aleyhine dönmesinden sonra dahi din adamları Mustafayı kutsal ve Tanrı'nın sevgili Padişahı olarak görmeye devam ettiler."(s. 613)

 

OLANLAR SALTANAT SİSTEMİNİN TABİÎ SONUCU.

İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKAN OLMANIN ŞARTLARI.

 

Padişahlar, hele sonraları ve özellikle gerileme dönemlerinde, tamamen halktan ve hayattan kopmuş kimselerdi. Saraya hapsedilir, saltanat ve hilafet makamı boşaldığında saray hapishanesinden çıkarılıp hükümdar yapılırlardı. Böylece hayattan ve her türlü bilgiden soyutlanmış olan hükümdarların işlerini çoğu Hıristiyan asıllı olan vezirler veya çoğu Türk olmayan valide sultanlar yönetirdi. Akıllı padişah bile kendi kafasından hareket edemez hâle gelmiş durumdadır. Tarihî gelişmeler hep bu tür uygulamalarla doludur.

Her şeyin kendi tabiatı vardır. Ateş yakar. Su söndürür. Ateşi yaktığı için tenkit edemeyiz. Suyu da söndürdüğü için tenkit edemeyiz. Aksine bunun tersini yaparlarsa acayibimize gider ve anormal karşılarız.

Çocuk veya akıl hastalarının sultan olmaları acayibimize ve garibimize gitmemelidir. Bu saltanatın tabiatında olan bir özelliktir. Sistem böyledir ve yapılanların tümüne yakını hep sistem gereğidir. Yapılanların ve olanların aksi olsaydı, o zaman anormal karşılayabilirdik.

Bizim sistem ve düzen konusunun üzerine bu kadar düşmemizin ve derin düşünmemizin sebebi budur.

İslâm düzeninde;

Başkan olmak için iki türlü şart getirilmiştir:

1- Bunlardan biri 'olabilme' şartıdır ki;

'akıl' ve 'yaş' bu önemli şartlardandır.

2- Diğeri de 'tercihte tavsiye' şartlarıdır.

Başkanlarınızı seçerken 'içinizde en çok bilen' olsun.

Bilgide eşit iseler o zaman da 'en yaşlı' olan başkan olsun.

Bununla beraber sözleşme ile değişik seçim kuralları getirilebilir.

Biz, bucak başkanı olabilmek için orta,

il başkanı olabilmek için yüksek ve

devlet başkanı olabilmek için de üstün ehliyetli

olma şartını getiriyoruz.

Ayrıca askerî rütbeleri de ilgili eğitimden geçerek ihraz etmiş olma şartı getiriyoruz. Yani harp akademisini de bitirmiş olması ve her kademede askerlik hizmetini yapmış olması gerekir, diyoruz. Meselâ, bunlar ikişer yıl olabilir.

Ayrıca 'yaş sınırı' getirilmelidir.

40 yaşından küçük ve 63 yaşından büyük başkan olmamalıdır.

70 yaşına varanların fiilî başkanlıkları bitmelidir.

Bu yaşlar daraltılabilir. Bunlar bizim içtihatlarımızdır.

Uzlaşmada değişik şartlar getirilebilir veya kaldırılabilir.

Sonra her bucağın, her ilin ve her devletin başkan seçimi için

farklı kural kabul etmesi de caizdir.

Halk da istediği bucağa gitmekle istediği statüyü seçmiş olur.

 

 

*    *   *

 

 

 

 

Yazara göre;

Abdülhamid Kanunî'ye, Akif'e, Fikret'e tercih ediliyordu.

 

"2- Fazilet, meziyet ve yetenek yoksunu yöneticilere tapma geleneği:

Sokaktaki insanımızdan aydın diye nitelendirdiğimiz zümreye varıncaya kadar biz, özellikle Osmanlı devirleri boyunca, yani medrese zihniyetine saplana saplana değer ölçülerimizi tüm olarak yitirdiğimiz yüzyıllar içerisinde, şer ve melanet temsilcilerine tapar olmuşuzdur...(s. 613)

Bilindiği üzere kardeş katli müessesesi din adamının ve aydın sayılan sınıfın teşvik ve desteği ve Kur'ân hükümlerine uydurulması yolu ile yerleşmiştir. Fatih'in, henüz ana karnında bulunan kendi öz kardeşlerini öldürtmesi olayını Osmanlı tarihçilerinden Tabizade, Padişah'ın methiyesini yaparak, göklere çıkarırdı. Şüphesiz ki Fatih Mehmed'in övülecek çok yönleri olmuştur, ve ona bu yönleri nedeniyle methiyelerde bulunmak normaldir. Fakat onun kardeş katli davranışlarını ele alıp, fazilet ölçüsü yapmak vicdanın ve aklın kabul edeceği bir şey olmamak gerekir...(s. 614)

Ve işte bugün Atatürk'ü nerede ise vatan haini ve Abdülhamid'i "Ulu han, vatana toprak kaybettirmeyen Padişah", nitelikleriyle tanımlayan kara zihniyet de bu alışkanlığın devamı değil mi? Genç ve körpe kuşaklara "...Sultan Hamid'i koca bir dağ ve Kanuni'yi bu dağ üzerinde bir çöp olarak kabul eden tarihi..." gerçek tarih olarak öğreten hocalarımız var bugün...(s. 615)

Ve onu böylesine yücelten kara cephe hürriyet mücahidi paşa'yı "... bayrağımıza haç taktıran bir düşman" olarak açıkça ilan etmekten kaçınmamaktadır. Tıpkı Mehmet Akif'i "yurtsever" diyerekten yücelttiği ve adına mektepler açtığı ve buna karşıt Tevfik Fikret'i batırdığı gibi..."(s. 616)

 

ŞİMDİ BİZ NE YAPACAĞIZ?

ÖLÜLERİMİZİ HAYIRLA YADETMELİYİZ.

 

Tarih olmuş olaylar üzerinde farklı şekilde yaklaşmak gerekir. Önce madem ki olan olmuş ve geçen geçmiş, böylece tarih olmuştur; o halde bütün olanlar kader gereğidir. 'Neden böyle oldu?' veya 'Neden böyle olmadı?' diye, asla böyle şeylerin üzerinde durmamak gerekir. Olan olmuştur. Mazinin seli gelmiş ve önümüze yığılmıştır. Önemli olan o değildir. Şimdi, şu anda önemli olan ve bizim üzerinde durmamız gereken başka bir şeydir.

Nedir o önemli olan şey?

Şimdi biz ne yapacağız?

Şimdi bizim yapacaklarımız üzerinde durmalıyız. Yokse 'Neden böyle oldu?' deyip düşünmek, boş şeylerle uğraşmaktır. En önemlisi de boşa vakit kaybetmektir. Elbette geçmişle ilgimizi kesmiyeceğiz. Geçmişten ibret ve ders almamız gerekir. Ama bunun da kuralı vardır. Şu hareketler bu sonuçları doğurdu, biz de böyle hareket edersek şu sonuçlar doğar. İşte geçmişle ilgimiz budur. Bu birinci kuraldır.

İkinci kural ise, geçmişte olanların hiçbirisi o şahıslar tarafından değil Allah tarafından tabiî olarak oluşmuştur. Yapılanlardan ne iyilikleri ne de kötülükleri kişilere yükleyip kimseyi ne kurtarıcı görebiliriz, ne de kötülüğün kaynağı gösterebiliriz. Onlar iyi veya kötü olsalar bile, onları vareden ve onlara o şekilde işler yapma imkânını veren de Allah'tır. Tabiî ve sosyal kanunlardır. Dolayısıyla iyilik de kötülük de Allah'tandır. Bizim kötülüklerimizden ve günahlarımızdandır. Biz iyi insanlar olsaydık bize iyi kimseleri gönderirdi ve onları başımıza görevli yapardı.

Bununla beraber, bu işleri yapanların mesuliyetleri yoktur, demiyoruz. Bu konu tamamen niyete bağlıdır. Ameller niyete göredir. Bir insan iyi niyetle bir iş yapar, o kötü olur; kötü niyetle bir iş yapar, o iyi olur. O niyetine göre iyi veya kötü insan olur. Ama yaptığı işler ise iyi veya kötü olur, o onun eseri değil, Allah'ın eseridir. Bizim görevimiz içtihat yapıp araştırarak iyi niyetle görevlerimizi yapmaktır. Sonuç ise bize ait değildir ve mesul değiliz. Biz iyi niyetle çaba göstermekten sorumlu bulunuyoruz. Hiç kimsenin kalbini yarıp niyetini bilemediğimiz için kimse hakkında 'bu iyidir' veya 'bu kötüdür' diyemeyiz.

Hz. Muhammed (s)'den önce de vahiy vardı. Allah peygamberler gönderiyor ve niyetlerini de bildiriyordu. Bundan dolayı bazı kimselerin iyi insanlar olduğunu biliyoruz. Bazılarının da kötü olduğunu biliyoruz. Ama Hz. Peygamber'den sonra artık vahiy olmadığı için kimse kimsenin cennete veya cehenneme gideceğini bilemez. Çünkü her şey niyete bağlı ve onu da bizim bilmemize imkân yoktur. Bu konudaki her şeyi sadece Allah bilmektedir. Elbette hükümdarların kişilikleri ve yaptıkları karşılaştırılır, ancak hiç kimse birinin iyi diğerinin kötü olduğunu söyleyemez.

Türkiye'de Mustafa Kemal ile Abdülhamid karşılaştırılıyor.

Türkiye'de Tevfik Fikret ile Mehmet Akif karşılaştırılıyor.

Gruplar kendilerine göre, birini iyi diğerini kötü kabul ediyorlar. Bizim bunlara ve bu anlayışlara engel olmamız mümkün değildir. Çünkü bunlar fikir hürriyetidir, gönül hürriyetidir, anlayış hürriyetidir, sevip sevmeme, tasvip edip etmeme hürriyetidir.

Ancak eğer gerçekten olması gereken şekliyle Müslüman isek, dinen bunu yapmayız. Çünkü böyle bir şey yapmak dinen caiz değildir. Dinen caiz olduğunu zannedenler vardır ve onlar maalesef yanılmaktadırlar.

Bir de yönetici isek, bunlardan birini resmen benimseyemeyiz. Bizim yönetici olarak görevimiz, ölmüş insanları tanrılaştırmak olmadığı gibi, onlara düşmanlık yapmak da değildir. Ölülerimizi hayırla yadetmekle yetinmeliyiz.

İşte bunlar yani bu konular tam olarak kavranmadıkça ve iyi bir şekilde anlaşılmadıkça, ne ileri seviyede bir topluluk olunabilir ne de gerçek Müslüman. Günümüzde Müslüman olanların da, Müslüman olmayanların da problemi budur.

Bu problem çözülür mü?

Dünyada çözülmeyecek problem yoktur.

Yeter ki iyiniyet olsun ve cehalet terkedilip ilme dönülsün.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Millet kendisini değil hilafeti düşünür olmuştu.

 

"3- HALK'ın her kötü iktidara boyun eğme ve tapma ve İktidar sahiplerini kendinden fazla düşünme geleneği:

Niteliği ve davranışları ne olursa olsun İKTİDAR'ın her şekline boyun eğme ve kötü iktidar sahiplerine dahi bağlanma ve tapma geleneği Şeriat halklarının kaderi olmuştu. En felaketli günlerde ve en olumsuz koşullar içerisinde dahi Şeriat halkları, kendi kurtuluşunu değil kendisini kul ve köle şeklinde yönetmekte olanların kurtuluşunu ve mutluluğunu düşünmekten geri kalmamıştır. Halife'nin ve Padişah'ın refahı ve mutluluğu sorununu kendi refah ve mutluluğundan önce düşünür olmuştur...(s. 616)

1400 yıllık Şeriat yaşamları'nın, kişileri ve toplumları bu kerteye indirmesi doğaldır; İKTİDAR'dan gelen her şeyi, her iyi ya da kötü davranışı Tanrı'dan geliyormuş gibi kabul etme inancı ve alışkanlığı içerisinde böylesine küçülmesi ve aşağılaşma durumuna girmesi, şaşılacak bir şey değildir..."(s. 617)

 

TOPLULUĞU DÜŞÜNMEK BAŞKANA İTAAT ETMEKTİR.

VAROLMA SAVAŞI BAŞKAN ETRAFINDA SÜRDÜRÜLÜR.

 

İnsan yaratılmıştır, vardır ve varlığını sürdürme durumundadır. İnsanın varlığını sürdürmesi için ilk görevi kendisini düşünmektir. Çünkü kendisi varolmadıkça zaten başka görevleri de yapamaz. Ne var ki, insan kendisinden ziyade çocuklarını düşünmek durumundadır. Kendi yaradılışından gelen böyle bir anlayışın sahibidir. Bu içgüdü hayvanlar aleminde de vardır. Özellikle anaları, onları korumak amacıyla gerektiğinde hiç çekinmeden yavruları için can verirler.

İnsan, kendisinin yaşaması ve neslinin sürdürülmesi için tek başına varolma imkânına sahip değildir. İnsanoğlu tek başına ve hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayabilecek bir yaradılışta değildir. Daima başkalarına muhtaçtır ve topluluk halinde yaşamak mecburiyetindedir. Ancak topluluk dayanışması sayesinde varlığını ve hayatını sürdürebilir. Bunun dışında bir yaşam biçimi ve alternatifi yoktur.

Çok yakın tarihimizi gözönüne getirip düşünelim. Türk halkı Mustafa Kemal'in gösterdiği istikamette savaşmasaydı, kendisinden çok Mustafa Kemal'in gösterdiği görevleri yerine getirmeyi düşünmeseydi, acaba şimdi Anadolu'da kimlerin çocukları yaşayacaktı? Tereddütsüz vereceğimiz cevap şu olacaktır; elbette Sakarya'da, Dumlupınar'da ve diğer cephelerde ölenlerin çocukları değil.

O cephelerde ölenler yine ölecekti. Çünkü şimdi onlardan sağ olan kalmadı. Ama şimdi onların çocukları ve torunları da olmayacaktı. Bu insanlar kendilerinden çok topluluklarını düşündükleri için şimdi bizler varız.

Topluluğu düşünmek demek;

Başkanlarına itaat etmek demektir.

Evet doğru, Türkler padişahlarını ve halifelerini kendilerinden çok düşünüyorlardı. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki, halifeleri daha çok düşünmek demek, topluluğu daha çok düşünmek demektir. Ama ne zaman ki halifeleri düşünmek değil de Mustafa Kemal'i daha çok düşünüp desteklemekle topluluklarının kurtulacağını anladılar, hemen halifeyi bıraktılar ve Mustafa Kemal'in etrafında toplandılar.

Demek ki, bu millet ne üstün bir milletmiş ve bu din de ne ulvî bir dinmiş ki, en zor durumlarda bile en isabetli kararları almaya imkân vermekteydi. Yeryüzünde bundan daha müessir ve etkileyici bir gücün varlığı sözkonusu bile değildir.

Eğer Osmanlı halkı hilafeti kendilerinden fazla düşünmeseydi, ne İstanbul fethedilebilir, ne Viyana kapılarına kadar gidilebilir, ne bir imparatorluk altıyüz yıl yaşatılabilir ve ne de Türkiye Cumhuriyeti kurulabilirdi.

İslâmiyet'e göre;

Allah kâinatı varetmiş ve insanları yeryüzünde yerleştirerek onlar arasında bir denge unsuru olarak mücadele ve savaşı koymuştur. Savaş ve mücadele, insanlar ve topluluklar arasında bir yarış mekanizmasıdır.

Savaş gelişmenin ve ilerlemenin kaynağıdır. Seleksiyon mekanizmasıdır. Yaşlıları, dikenlik ve çalılıkları ayırıp ayıklama kuruluşudur. Tabiî ve sosyal bir kanundur. İnsanların bunu ortadan kaldırma güçleri yoktur. Kaldırsalar bile, sonuç yine kendi aleyhlerine olur.

Ancak savaş da kötülerin iyilere saldırması şeklinde görülmüştür. Nasıl mikroplar zayıf veya yaşlı vücuda saldırıp hasta ederlerse, şer kuvvetler de hasta veya yaşlı devlete saldırır ve onu hasta eder veya öldürür. İşte bu şer güçlere karşı savaşmak da iyilerin görevidir.

Bu varolma savaşı da ancak bir başkanın çevresinde toplanarak birlikte hareket etmekle mümkündür. Bir başkan etrafında toplanarak topluluk oluşturmadan bu mücadelenin sürdürülmesi mümkün değildir.

Türk Milleti, bu işi de en iyi başaran milletlerin başında gelmektedir.

Milletimizin bu hasletini yermek, gerçekten de anlaşılır gibi değildir.

İşte bu anlayış ve değerlendirme sahiplerinin iyiniyetinden şüpheliyiz.

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1665 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1391 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1347 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1415 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4252 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1337 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1287 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1374 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1236 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1440 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1453 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1512 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1638 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1295 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1860 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1387 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1309 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1350 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1349 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1387 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1327 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1333 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2719 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1271 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1369 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1365 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1572 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1321 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1353 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1301 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2275 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1276 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1298 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1399 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1673 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1417 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1277 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1318 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1297 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4295 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1550 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1323 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1299 Okunma

© 2024 - Akevler