Üçüncü boyut
892 Okunma, 6 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

• Ricciardone’nin sözleri 19 Şubat 2011 Cumartesi

 

 

• Üçüncü boyut 13 Şubat 2011 Pazar

 

Mısır’daki gelişmeler yorumlanırken iki konunun ön plana çıktığı gözleniyor. Birincisi halkın demokrasi arzusu ve bunun büyük güçler tarafından desteklenmesi. Son yıllarda demokrasinin en büyük hedef olduğu, birçok uluslararası olayın bu hedefe varmak için gerçekleştiği söylemi ön planda. Nitekim ABD, Irak’taki otoriter rejimi bertaraf etmek ve onun silahlanma emellerini engellemek uğruna yapıldı. Önümüzdeki günlerde demokrasi talebinin bölgede yayılacağı ve birçok otoriter rejimin son bulacağı söyleniyor.

- Uygarlık satışlarının tüm tüketilene oranıdır. Toplulukta ise ithalatın tüm üretime oranıdır. Kendi ürettiğini tüketmesi ilkeleridir. Özgürlük mal mübadelesinin tüm mübadeleye oranıdır. İşçilik esarettir. İlerilik özgürlükle uygarlığın çarpımıdır. Üç asırdır insanlık uygarlaşmaktadır. Özgürlüğünü yitirerek uygarlaştı. Şimdi özgürlüğünü alarak ilerliyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslam ülkeleri özgürlüklerini kaybettiler. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra Müslümanlar patron değiştirdiler. Avrupa devletlerinin yerini Sermayenin Amerika’sı almıştır. Şimdi tam bağımsızlığı almak istiyor. Arap devletlerindeki olaylar budur.

 

Üzerinde durulan ikinci konu gelişmelerden İsrail’in nasıl etkileneceği, bu ülkenin güvenliği için bir tehdit oluşturup oluşturmayacağı. Bu konu öylesine büyütülüyor ki neredeyse ABD’nin varlık sebebinin ve tek amacının İsrail’in güvenliği olduğu duygusuna kapılıyorsunuz.

- İngiltere’yi gün batmayan ülkesi haline getiren tekel sermayedir. Sonra bunları ABD’nin pazarı haline getirdi. ABD İsrail değil ABD Yahudilerinin koruması durumunda idi. İsrail’in de gelişmemesi için bekçilik yapıyordu. Müslümanların güçlenmesi İsrail’in aleyhine değil lehinedir. Tarihte de Kudüs’e Müslümanlar sayesinde girmişlerdir. Mısır’daki olaylar ABD Yahudileri için önemlidir.

 

Artık devletler çıkarları ya da uzun vadeli stratejik hesapları sebebiyle hareket etmiyorlar. Büyük güçler bunları unuttular ve demokrasi, insan hakları, halkların refahı ve bu amaçla iktisadi gelişmenin sağlanması, gelir bölüşümdeki adaletsizliklerin kaldırılması tek hedefleri. Üstelik bunları sadece kendi halkları için değil tüm insanlık adına istiyorlar. Nitekim Batı dünyası, biz de dahil olmak üzere, Mısır halkının taleplerinin karşılanmasını istedi.

- Üçüncü bin yıl uygarlığı Hıristiyanlar ile Müslümanların ortaklaşa faaliyetleri sonunda kurulacaktır. Gelecek uygarlıkta insanlık camiası içinde ulusal devletler olacaklardır. Bloklaşmalar olmayacaktır. ABD dağılacak. Avrupa güçlü devletlerden oluşacak. Çin dağılacak, Hint dağılacak. Türkiye uygarlık merkezi olacaktır. Siyasi güç olmayacaktır. “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi içinde müspet ilme dayanılarak muasır medeniyetin fevkine çıkılacaktır.

 

Bir ülkede demokrasinin olması büyük güçler açısından bir hedef değildir. Bu ülkelerdeki rejim değişiklikleri onların stratejilerine uygunsa desteklenir. Yani değişikliklere yol açan dinamikler bu ülkenin içinde değil uluslararası plandadır.

 

- Etkili iki büyük ülke vardı: Sovyetler ve ABD. Biri yıkıldı, diğeri de gücünü kaybetti. Avrupa Birliği oluştu, Ne var ki siyasi güç değildir. Çin’de merkezî otorite gevşemiştir. Çin’de durum ne olur bilemiyoruz. Bu olaylarda büyük sermayenin etkisi eskilerde kalmıştır, şimdi hiçbir devletin etkisi yoktur.

 

 

 

• Üçüncü boyut 13 Şubat 2011 Pazar

 

Mısır olayları demokrasi arzusunun yaygınlaşmasından doğmuştur deniyor.

- Mısır’daki olaylar uygarlaşmaya götürmek için Allah’ın bir takdiridir.

 

Mısır olayları İsrail’den dolayı önemlidir deniyor.

- Olayların arkasında İsrail değil Amerikan sermayesi vardır. Ama olaylar İsrail ve İslam lehine gelişmektedir. İsrail varlığını İslamiyet’le koruyacaktır.

 

Devletler şimdi başka devletlerle hesaplaşma yerine tüm olarak uygarlaşma peşinde

İnsanlık ilahi takdir nedeniyle uygarlaşmaya gidiyor. Tarım dönemi hukuku yerine sanayi dönemi hukuku gelecektir.

- Değişiklikler büyük ülkelerin çıkarına olarak yürütülür.

 

Büyük ülke büyüklük veren, onları bu siyasetlere yönelten takdiri ilahidir. Tarih ona göre akıyor.

- AB krizi harcamaları azaltmaya yönelmiştir. Dış yardımları kesmek, Uzak Doğu’ya alternatif sermaye oluşturmak, petrol fiyatlarını artırmak, dışa yardımı Araplara havale etmek

 

Dolar batacaktır. Sermaye kendisi batıracaktır. ABD süper güçlüğünü kaybedecek. Federe devletler güç kazanacak. Yeni demokratik düzen oluşmada katkıları olacak..

Amerikan Yahudi’si Amerika’yı İsrail’e feda etmez.

- Amerikan Yahudi’si için İsrail yerinde tutulması gereken yerdir. ABD emrinde olduğu müddetçe onu korur. Şimdi Obama’yı gönderme savaşını veriyor. Gönderemezse onu batırıp başka yere gitmeyi hedefliyor.

 

ABD sermayesi Arap sermayesi ile birleşecek, silah satışı ABD’nin kendisinde kalacak.

- Sermaye yeni alan arıyor. Sermayeyi birilere kullandıracak. Bu Araplar olabilir. Rusya olabilir. İran olabilir. Daha belli değil.

 

 

• Ricciardone’nin sözleri 19 Şubat 2011 Cumartesi

ABD büyükelçisi davaları anlamaya çalışıyorum diyor.

- Türkiye’de ABD elçisi konuşur, devlet görevlileri onları anlar ve ona göre yapar. Ödüllerini alırlar. Anlamayanlar elenirler. Bu dönem bitmektedir.

 

Süheyl Batum ve yargılanan basın mensupları elçiye bu sözleri söyletiyor.

- Sermaye Türkiye’yi de taşınacakları yerin alternatiflerinden bir yer olarak görüyor. Başbakan Kemal Derviş gibilerden birisini görmek istiyor. Süheyl Batum’u ve Kılıçdaroğlu’nu kullanıyor.

 

Elçi bu olaylarda bir yoğuz diyor.

- Elçi sermaye ile devleti arasında idare-i kelam ediyor. Devlet adına yoğuz diyor ama sermaye adına var olmadığını söylemiyor.

 

ABD içişlerimize karışmadığını söylemektedir.

- ABD karışmıyor Sermaye karışıyor.

 

Balyoz soruşturmasından sürpriz sonuçlar çıkabilir.

- Balyoz soruşturması sonucu AK Parti seçimlere giremeyebilir.

 

Doğudaki olayların Kürt istekleriyle alakası yoktur. Yumuşak politikaya devam edilmelidir.

- BDP üzerindeki baskı kalkmalı baraj % 5’e indirilmeli. PKK ile parti uzlaşmalı. Türkiye’de bağımsız iller kurulmalı. Bölgelerde asker güçlendirilmelidir.

 

Olayların arkasında olanları bilmemiz gerekir.

- Olayların arkasında 500 seneden beri tekel sermaye vardır. Sermaye birikimi için tekel sermayeye gerek vardı. Görevi bitti. Şimdi oyunları bitiyor.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
21.02.2011
00:53

İbrahim Öztürk

2001 krizinin Damat Ferit Paşa’sı kimdi?

Türkiye’de 2001 yılında aslında ne oldu?

Olup bitenin adını tam ve doğru koymak gerekiyor. Fırlatılan Anayasa kitapçığının ne anlama geldiğini tecrübeli devlet adamı Başbakan Bülent Ecevit isabetle açıklamıştı. Başbakan dehşet içinde, yorgun, umutsuz ve titreyen sesle ’Bugün bir devlet krizi yaşıyoruz.’ demişti.

Tarihte Türkler kaç devlet kurup yıkmıştır? 2001 yılında aslında bir devlet daha yıktık. Ancak nasıl ki 28 Şubat, alışılanlardan farklı olarak, ’post-modern’ bir darbedir, 2001 yılında da düşman işgaline uğramadan ’post-modern’ anlamdan bir devlet daha yıktık. Bunun detaylarını kaç gündür dramatik bir şekilde gazetemiz Zaman ortaya koyuyor. O günlerin tanıkları hâlâ şaşkınlık ve infial içinde. Tam bir kara kutudan, esrarengiz işlerden bahsediyorlar. Bir sürü şey olup bitmiş, kimse nasıl olduğunu bilmiyor. DSP’nin şimdiki lideri, ’Kemal Derviş uçağa binerken Merkez Bankası başkanı idi, hava limanında indiğinde Bakan olmuştu’ diyor. Nasıl? Kimler? Belli değil. ANAP’lı Sümer Oral konuşuyor; "O gece yabancı devlet adamlarıyla yemek yedik. Ancak ben mi yemeği yedim, yemek mi beni yedi, bilmiyorum." diyor. Neden? Çünkü yabancılar artık karşılarında bir devletin olmadığının fevkalade farkında idiler de, ondan!

Devleti fiilen işgal eden ve artık kurumlarını ve kurallarını çalışmaz duruma getiren Ergenekon iradesi arkada enkaza dönmüş bir yığın bıraktı. Bankaları batmış, maliyesi çökmüş, şirketleri iflas etmiş. Böyle olduğu için de tarihte bıraktığımızı zannettiğimiz Duyun-u Umumiye tekrar geri gelmiş. Tabii ’post-modern’ bir tarzda. Örneğin Damat Ferit Paşa’nın yerini büyük ulusalcı ve Balyozcu komutan almıştı. Ulusalcı gözüküp, fiilen mandacılık yapıyordu. ABD’den ekonomiye ’bakan’ ısmarlamışlardı. Sadece parayı veren (IMF) düdüğü çalmıyor, ulusalcı-Atatürkçü rollerini oynayan yerli ’komisyoncular’ da çoktan ganimet kavgasına girmişti. Biliyorsunuz, bunlardan bir tanesi general olarak hapse girdi, apoletleri sökülmüş, er olarak çıktı. Bunlardan toplam kaç tane vardır, dersiniz?

Bir bakmışsınız IMF’nin Derviş’i Başbakan’a sormadan basmış ABD’ye gitmiş. Aklıma mukayyet ol Yarabbi Başbakan, ’ulaşamıyorum’ diyor. Normalde anında görevden alınması gerekir. Ancak kim, kimi nereden alacak? Ortada devlet kalmamış ki! Devreye çoktan Başkent Hastanesi girmiş. Halk papatya falı açıyor, başbakan ’öldü mü, ölmedi mi’ diye.

Uzatıp da sizi moral olarak daha fazla çökertmeyelim. Ancak bütün bunları hatırlatmamın bir nedeni de şudur: Artık ’derin yapıların hükmettiği’ devlet yerine halk iradesi hakim oluyor. Bunu kavrarsak rahat eder, önümüzü açarız. Yoksa enkaz üzerinde istediğiniz kadar yeni bir ev kurun, boşa kürek çekersiniz.

Bu konuda büyük mesafeler alındı. Siz bakmayın CHP liderlerinin birinin avukatlığa, diğerinin de üyeliğe soyunmasına, 12 Eylül 2010 tarihinde millet sürece artık el koydu. ’Ölüler bile kabrinden kalkıp ülkesine sahip çıksın’ feryadı arkasında bu arayış vardır. Artık aracılık, temsili demokrasi filan da kalmamıştır. Samsun’da, Erzurum’da, Sivas’ta nasıl devreye artık milletin bizatihi kendisi girmiş idiyse, şimdi de yine millet sürece el koymuştur. Bu yüzden başbakan ’yeni anayasayı doğrudan halk yapacak’ diyor.

Bu tarihi bir kazanımdır. Milletin iradesinin geri alınmış olması büyük bir medeniyet şahlanışını beraberinde getiriyor. ’Çok fakir, çok büyük, çok istikrarsız’ bir hasta adam gitmiş, çok büyük, hızla zenginleşen, istikrara sımsıkı sarılmış, halkına, komşularına, bölgesine, insanlığa umut ışıkları saçan bir model ülke geri gelmektedir.

1990’lı yıllarda Japon gazetelerinde Türkiye haberlerini görünce eteklerim zil çalardı. Zira bu ülkeden o zamanlar sadece yüz kızartıcı, moral bozucu haberler gelirdi. Şimdi sürekli çağırıyorlar ve ’gel anlat, Türkiye ile nasıl işbirliği yapabiliriz, bu noktaya nasıl geldiniz?’ diye. Büyük Türkiye’nin küllerinden doğuşunu önümüzdeki ay önce Japonlara, ardından Ukrayna’da, daha sonra da Litvanya’da anlatmak üzere programımı yaptım bile.

Kısaca son on yılın hikayesi, hasta adamdan model ülkeye gidiştir.

21 Şubat 2011, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
21.02.2011
00:57

Fikret Ertan

İsrail’in en büyük stratejik korkusu

İsrail’in büyük stratejik korkuları var.

Mısır’daki halk hareketi sırasında duyduğu Mısır’la 32 yıldır devam eden ’Soğuk Barış’ın sona ermesi, bunun sonucunda Mısır cephesinin yeniden ciddi tehdit haline dönmesi yolundaki korku bunlardan yeniden canlanan birisi.

Mısır geçici askerî yönetimi her ne kadar yönetimin söz konusu barış ve bunu sağlayan 1979 Camp David anlaşmasına sadık kalacağını açıklamış olsa da ileride bu durumun değişme ihtimali de elbette söz konusu. Bu yüzden azalmış olsa da bu korku devam ediyor. İsrail bakımından bu korkudan daha güçlü olanı da kendisine yönelik balistik füze tehdidi ile ilgili büyük korkusu şüphesiz. Yaklaşık 10 yıldır söz konusu olan bu tehdit, İsrail’e korkulu rüyalar gördürüyor. Esasen bu korkuları bir ölçüde gerçekleşmiş de bulunuyor. 2006 Lübnan Savaşı, 2009 Gazze Savaşı, bu korkuların İsrail bakımından kâbusa dönüştüğü savaşlar olarak gerçekleşmişti. Lübnan Savaşı’nda Hizbullah İsrail’e 4.000, Gazze Savaşı sırasında ise Hamas ve diğerleri İsrail topraklarına 600 kadar füze ve roket atmayı ve önemli zararlar verdirmeyi başarmışlar, İsrail ise bunlara karşı başarılı olamamış, tehditleri ortadan kaldıramamıştı.

Nitekim, bu yüzden, bu tehditlere karşı teknolojik çözüm arayışlarına girmiş, bu çerçevede iki füze savunma sistemi geliştirmeye karar vermişti. Bunlardan en önemlisi Demir Kubbe (Kipat Barzel) denen sistemdi. Amerika’nın da ortak olduğu bu sistem, İsrail şirketi Rafael’e 2007’de sipariş edilmişti. Bu sistem, söylendiğine göre şöyle çalışacak: "Demir Kubbe, Elta Systems adlı kuruluşun geliştirdiği özel bir radar sistemi vasıtasıyla atılan roketi havada iken hedef olarak tespit edecek, sonra hedefi fırlatacağı önleyici roketiyle havada yok edecek. Bu önleyici roket, hedef füzelerin saniyede 300 metre kadar olan hızından daha hızlı bir roket olacak. Buna ilaveten söz konusu roket, tehdit eden roketleri havada en yüksek noktada saf dışı edecek şekilde tasarlanacak. Bunun sebebi, düşman roketlerin muhtemel kimyasal ya da biyolojik başlıklarını emin bir mesafede yok edip bunların verebileceği zararları asgariye indirmek."

Sistemin hedef tespit sürecinin bir saniyeden az bir sürede gerçekleşeceği, bu suretle önleyici roketin ikinci bir saniyede hedefi bulacağı ve yok edeceği bugünden söyleniyor. Ancak bu arada önleyici roketlerin çok pahalı olacağı (tek bir roketin 30.000-40.000, hatta bazılarına göre 100.000 dolar civarında olacağı) ve bu yüzden sistemin kullanımının çok pahalıya mal olacağı belirtiliyor. Bu özelliklere sahip Demir Kubbe, geçen hafta salı ve çarşamba başarılı olduğu söylenen ilk operasyonel denemelere tabi tutulmuş bulunuyor. Hava Kuvvetleri’nin sorumluluğunda yapılan bu denemelerde 5 ayrı senaryonun uygulandığı ve hepsinde de başarı sağlandığı iddia ediliyor. Böylece sistem, birkaç hafta içinde operasyonel hale gelmiş olacak.

Hava kuvvetlerine göre, İsrail’i kısa menzilli füze ve roketlerden korumak için bu sistemlerden 13 adet gerekiyor. İlk batarya ya da birimin kısa bir süre sonra Gazze yakınlarına konuşlandırılması planlanıyor. İsrail, sistemin başarılı olacağını, İsrail’i koruyacağını söylüyor; ancak bu ne kadar doğru, kesin olarak bilinmiyor. Esasen sistem, İsrail’de teknik adamlar tarafından eleştiriliyor. Özellikle de yüksek maliyeti bakımından. Ayrıca sistemin ilk anda ancak sınırlı sayıda füze ya da roketi saf dışı edebileceği belirtiliyor. Bununla ilgili olarak da 200-300 civarında füze ya da roketin söz konusu olduğuna işaret ediliyor.

İsrail’in hasımlarının bu sayıdan çok füze ya da roketi belli bir sürede İsrail hedeflerine atması halinde sistemin bunlarla baş etmesinin hem teknik ve hem de maliyet açısından mümkün olmadığı da söyleniyor. Bu konu şöyle de ifade edilebilir: İsrail’in hasımları aynı anda 200-300’den fazla sayıda füze ya da roketi İsrail’le atarlarsa ne olur (ki bugün Hizbullah’ın 50.000, Hamas’ın binlerce ve Suriye’nin de binlerce füzeye sahip olduğu tahmin ediliyor)? İsrail muhtemelen bunlarla baş edemez ve bu durumda hasımlarına karşı başka vasıtalara başvurur. Bunlar da kritik hedeflere ya da füze atılan bölgelere ağır bombardıman ve ağır topçu atışı ve daha ağır olanları olur. Bu durumda ihtilaf büyür ve geniş ve yaygın savaşlara yol açar. Hasımlar da buna kendi imkânlarıyla cevap verir ve böylece bölge yangın yerine döner.

İsrail’in bugün için en büyük stratejik korkusunun mahiyeti ve bu konudaki ihtimaller işte böyle. Ayrıca buna elbette İran füzeleriyle ilgili korkusunu da eklemek gerekiyor. Bunları ve ilgili konuları şimdiden bilmek de şart oluyor.

Reşat Nuri Erol
21.02.2011
01:00

Ali H. Aslan

Vaka-i Ricciardone ve neoconların gölgesi

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, görev süresini sadece bir yılla sınırlı tutabilecek Kongre üzerinde etkili bazı Türkiye hasmı grupların, ’Erdoğan hükümetini açıktan eleştir’ baskısı altında.

Ay başında Washington’da bir grup meslektaşla Büyükelçi Francis Ricciardone ile ilk resepsiyon röportajını yaparken, epeyi tecrübeli, sevecen ve pozitif enerjili bir diplomat olduğu izlenimini edinmiştim. Sağ olsun, önceden planlanmadığı halde bizlere zaman ayırmış, sorularımıza içtenlikle cevap vermişti. Kendisiyle Türkiye’de muhatap olacak meslektaşlarımı şanslı addetmiştim.

Diğer yandan, Büyükelçi’nin açık tarzının, son dönemlerde Amerikan büyükelçileri için mayınlı tarla haline gelen Türkiye’ye gittiğinde başına erken sıkıntılar açabileceğini de düşünmüştüm. Nitekim Ricciardone, geçen hafta Ankaralı gazetecilere rezidansında verdiği resepsiyonda Oda TV baskınına ilişkin tartışmalı yorumlarından dolayı kendini bir anda iç siyasi tartışmanın merkezinde buldu. Hükümet cenahını son derece rahatsız ederken, muhalefeti ise için için sevindirdi.

Her şeyden evvel, yabancı elçilerin, uluslararası taahhütlerimiz gereği Türkiye’yi bağlayıcı nitelik taşıyan basın özgürlüğü dahil demokratik hak ve özgürlükler konularında müspet ya da menfi kanaat bildirmelerini şahsen iç işlerine müdahale olarak algılamıyorum. Ama büyükelçiler birçok devletin böyle beyanları iç işlerine müdahale görüp rahatsız olacağını, bunun ülkesi ve kendisine muhtelif maliyetleri olabileceğini bilirler. O bedelleri göze alanlar konuşur, alamayanlar konuşamaz. Ben Ricciardone’nin bunları hesap etmeden çıkış yapacak derecede naif bir diplomat olduğunu düşünmüyorum.

’ak parti hükümetini eleştir’ baskısı

Ricciardone’nin basın özgürlüğü vurgusunda, Türkiye’deki bazı eski gazeteci dostlarının yakınmaları ve hükümet muhalifi medyanın orantısız şekilde etkisinde kaldığını düşündüğüm elçilik personelinin yönlendirmelerinin kısmen etkisi olmuş olabilir. Ama açıklaması genel hatlarıyla Washington’un kanaatleriyle de çelişmiyor. Nitekim Dışişleri Sözcüsü P.J. Crowley de onun sözlerinin arkasında durdu. Hükümet muhaliflerinin sistemli propagandaları, Amerikalı yetkililer üzerinde çok etkili oluyor. Washington’da çokları Türkiye’de basın özgürlüğünün AK Parti döneminde gerilediğine çoktan ikna edilmiş durumda. Özellikle Doğan Grubu’na vergi davası, bu bağlamda bir dönüm noktası oldu.

Çıkışın Ricciardone’ye bakan önemli bir şahsi boyutu da var. Hatırlarsanız Amerikalı büyükelçinin tayini, Başkan Barack Obama’nın Kongre tatilinde özel yetki kullanarak Senato onay sürecini by-pass etmesi suretiyle gerçekleşebilmişti. İlgili kanuna göre, tayini en geç bir yıl içinde senatörlerce onaylanmazsa, Washington’a geri çağrılacak. Ricciardone, Ankara’daki görev süresini sadece bir yılla sınırlı tutma kabiliyeti olan ve Kongre üzerinde etkili bazı Türkiye hasmı grupların, hassaten bir kısım azılı neoconların, ’Erdoğan hükümetini açıktan eleştir’ baskısı altında. Zaten ataması da bu kesimlerin lobisiyle aylarca askıda tutulmuştu. Kahire büyükelçisiyken hükümete insan hakları konularında baskı yapmamış olmakla suçlanıyor, Ankara’da benzer şekilde davranacağı öne sürülüyordu. Son basın özgürlüğü çıkışını yaparken, zihninin bir köşesinde onların ve Senato’nun biraz gözüne girme düşüncesi de varsa şaşırmam.

SENATO ONAYI DEMOKLESİN KILICI GİBİ

Aslında neoconları tebrik etmek lazım. Kendi düşünce çizgilerinde birini Obama döneminde Ankara’ya gönderme şansları yoktu. Obama hiç sevmedikleri bir adamı, yani Francis Ricciardone’yi aday gösterince de, Senato onayını Demokles’in Kılıcı gibi üzerinde sallandırmaya başladılar. Onların istediği gibi davrandıkça, kılıçla tehdidi azaltacaklar. Nitekim Michael Rubin hemen Commentary dergisine ’aferin’ minvalinde bir yazı yazdı.

Yalnız diğer taraftan Amerikalı büyükelçinin, büyük bir zorluğu daha var. Son Oda TV desteği gibi, neoconları sevindiren her hamlesi, Erdoğan hükümetini ve destekçilerini rahatsız edecektir. Bir gün Ankara’da çalışamaz hale gelirse, büyükelçiliğini kanuni olarak bir yıldan fazlaya çıkarmasının da anlamı kalmaz. Mısır krizi patlak verdiğinden beri fikirlerini almak için Başbakan Erdoğan’la üç kez telefonla konuşan Başkan Obama, Ankara’da başbakandan uzun süre randevu alamayan ve güvenini kazanamayan bir elçiyi fazla tutmak istemeyebilir. Hele AK Parti seçimi yine kazanırsa ve Erdoğan’ın Ricciardone’nin üzerine attığı çizik başka hareketleriyle derinleşirse...

Ricciardone, o çiziği derinleştirmeme kaygısıyla hafta içinde sözlerine açıklık getirmeye, hafif tornistan yapmaya çalıştı. Zaman’dan Abdülhamit Bilici’nin haberine göre ’Ergenekon davasındaki iddialar ciddi. Hangi ülkede olursa olsun üzerine gidilir’ bile dedi. Bu sözlerin Amerikan yönetiminin Ergenekon konusundaki bulanık ve suskun politikasının çeperlerini biraz zorladığını söyleyebilirim. Hatta Washington’da birçokları, hassaten askerlerle arasını iyi tutmaya çalışan Pentagon, Ergenekon davasına bu kadarcık bir ABD sempatisinden bile rahatsız olacaktır. Ama büyükelçi basın özgürlüğü çıkışını Ergenekon zanlılarının gözaltına alınması vesilesiyle yapınca, herhalde Ergenekon yanlısı izlenimini kırmak için böyle bir dengeleme mecburiyeti hissetti.

Washington yönetiminin, Ergenekon konusunda Avrupa Birliği’nin utandırıcı derecede gerisinde kalan kokmaz bulaşmaz tutumunu masaya yatırıp, ahlaklı bir pozisyon belirlemesi gerekiyor. Mesela işe, gazetecilik mesleğinin bazı ayrıcalıklarını ve saygınlığını istismar ederek darbe organizesine karıştığı iddia edilenlere gösterdikleri empatinin en azından bir kısmını Ergenekon’un ölüm ya da yıldırma listesine koyduğu gazetecilerden de esirgemeyerek başlayabilirler. Darbecilerle ilgili haberlerinden dolayı mahkemelerde sürüm sürüm süründürülen meslektaşlarımızın duruşmalarına gözlemci gönderebilirler. İlkeli davranış, bu tür jestlerin yapılmasını gerektirmez mi?

Reşat Nuri Erol
21.02.2011
01:38

Hasan Cemal

h.cemal@milliyet.com.tr

Müslüman Kardeşler’in yöneticisi Saad el Hüseyni, “yol haritalarını” şöyle sıralıyor: “1) Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğiz. 2) İlk milletvekili seçimlerinde çoğunluğu kazanmak için uğraşmayacağız. 3) Dört ile altı ay arasında önce parlamento, sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılsın. 4) Yeni parlamentoyla yeni anayasa ve temel yasalara el atılsın.”

‘Seçimle gelir, seçimle gideriz’

21 Şubat 2011

MÜSLÜMAN KARDEŞLER’İN TEPE YÖNETİCİSİ, YÜRÜTME KURULU ÜYESİ SAAD EL HÜSEYNİ’DEN MİLLİYET’E ÖZEL AÇIKLAMALAR:

KAHİRE

Tarih, 19 Şubat 2011. Kumlu rüzgarların estiği bulanık sisli bir havada, cumartesi öğleden sonra Nil kıyısındaki Müslüman Kardeşler’in genel merkezine gidiyoruz.

Nedir bu Müslüman Kardeşler?

Arapça deyişiyle:

İhvan-ı Müslümin.

Herkesin kendince bir İhvan tarifi var.

Kimi diyor ki:

“Kuruluşları 1928. Hasan el Benna, bir öğretmen ve çok iyi bir hatip, İngilizlere karşı mücadele ederken İhvan’ı kuruyor. 1948’de şehit ediliyor. Yerini, manevi lider olarak alan Seyyid Kutup da yıllar sonra hapse atılıyor, idam ediliyor. Müslüman Kardeşler, Nasır ve Enver Sedat dönemlerinde şiddet eylemleri yapıyorlar. Ama sonra, Mübarek döneminde şiddetten vazgeçmelerine rağmen imajları değişmiyor. Ilımlı bir çizgiye kaymış olsalar da, içeride rejim, dışarıda İsrail onları şiddetle özdeş göstermeyi başarabiliyor. Müslüman Kardeşler Mısır’ı Ortadoğu’da ikinci bir İran yapar propagandası etkili oluyor.”

Kimi diyor ki:

“Mısır genelinde okulları var, hastaneleri var, vakıfları var. İllegal oldukları için bütün bunları şahıslar ve özel şirketler üzerinden yapıyorlar. Yoksullara, yetimlere, öğrencilere yardım ediyorlar. Sendikalarda, doktorlar ve mühendisler arasında, üniversitelerde güçlüler. Devrim şehitlerinin ailelerine 700-800 dolar yardım yapmışlar.”

Erbakan, Erdoğan kafası

Kimi diyor ki:

“Müslüman Kardeşler’in kendi içinde farklı kanatlar oluşmuş durumda. Hepsini toparlayan bir liderleri yok. Kabaca şu söylenebilir: İki temel kanat var içlerinde. Biri Erbakan kafası, diğeri Erdoğan kafası... Oylarının payı yüzde 15-20’yi geçmez. Ilımlı çizgilerinde devam ederlerse, kararsız seçmenden alacakları oyla yükselişe geçebilirler.”

Askerin kapısına kilit vurduğu parlamentonun önünden geçiyoruz. Gençlerin devrim günlerinde astığı o pankart hala gülümsetiyor:

“Mübarek gidene kadar kapalıyız!”

Adresi sora sora buluyoruz.

“Bir ay öncesine kadar Müslüman Kardeşler’in adresini sorduğunuzda cevap alamazdınız” diyor Şükrü Şahin, El Ezher mezunu bir Konyalı. Yirmi yıldır Kahire’de yaşıyor işadamı ve yayıncı olarak. “Onca yıl bir tek defa bu kapıyı çalabildim, o da çekine çekine... Sıkı takip vardı” diye ekliyor.

Nil’de bir adacık olan Rota’da, tozlu bir sokakta alelade bir apartmanın önündeyiz.

Müslüman Kardeşler falan diye bir tabela yok kapıda. Daracık merdivenlerden birinci kata çıkıyor, kapıyı çalıyoruz.

Eski püskü koltuk kanapeyle, içi battaniyeyle dolu camı kırık bir kaç dolapla çevrelenmiş bir salonda terlikle dolaşan, çay ikram eden sakallı bazı adamlar...

Pek kimsecikler yok etrafta.

Biri, kartvizitimi alıp gidiyor.

Bir süre sonra kabul ediliyoruz.

Güleryüzlü, uzun boylu bir adam:

Saad el Hüseyni.

Bir tarafı Arapça, bir tarafı İngilizce olan kartvizitinde, Müslüman Kardeşler Yürütme Kurulu üyesi ve milletvekili yazıyor.

52 yaşında bir mühendis.

Beş çocuk babası.

‘Hanımım Türk asıllı’

Cumali Önal, burada benimle ilgili artık klasikleşen “Cemal Paşa’nın torunu” girizgahını yapınca gülüyor:

“Maşallah maşallah!”

Saad el Hüseyni’nin ilk sözüne gelince:

“Hanımım Türk asıllı...”

Sohbetimize gelince...

Bu kez benim klasik soruyla başlıyor:

“Mübarek’siz Mübarek rejimi ihtimali var mı? Örneğin asker yolundan saptırabilir mi devrimi?”

“İhtimallerden biri de bu. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Eski rejim gücünü elinde tutmak isteyebilir. Ordunun tarafsız kalmasıdır beklenen, ağır basan... Ama yine de ince bir siyaset oynanabilir. İki yol var önümüzde orduyla, biri orduyla birlikte demokrasiye açılıyor.”

Ben bir başka konuya geçmek istiyorum ama bırakmıyor, Müslüman Kardeşler’in Yürütme Kurulu üyesi el Hüseyni.

Asker konusuna devam ediyor. Askere ilişkin söylemi ise dikkatli, sözcükleri özenle seçtiği belli oluyor:

“Asker acaba devrimi çalabilir mi endişesi yok değil. Ama bence zor. Eski Mübarek rejiminin kurumları hala ayakta. Ordu bugün en güçlü müessese. Bugüne kadarki tavrının tarihi bir değeri var. Güveniyoruz orduya. Devrimin meşru isteklerini kabul ettiler, gönüllerimize su serptiler. Dürüst davrandılar. Ama endişe ve korkular yok mu, var tabii...”

‘Polis işkence yapıyor’

Müslüman Kardeşler’in Yürütme Kurulu üyesi Saad el Hüseyni, orduyu özenle ayrı bir yere koyarken, hedefe Mübarek rejiminin kalıntılarını yerleştiriyor:

“Mübarek rejimi 25 Ocak’ı çalabilir. Kitlelere sempatik gelecek bir parti kurabilirler. Hatta adını 25 Ocak Partisi koyabilirler. Bir tabela değişikliğiyle, ince bir oyunla iktidarı ellerinde tutmak isteyebilirler. Mübarek’in polisi, istihbaratı bugün bile içeri adam almaya, işkence yapmaya devam ediyor. Biz bunları orduya bildiriyoruz, insan hakları örgütlerine bildiriyoruz, açıklıyoruz.”

Ve şunun altını çiziyor:

“Şu an halk devrimin etrafında kenetlenmiş durumda. Cuma günü Tahrir Meydanı’nda iki slogan atıldı. Biri, ‘Mısır halkı ülkenin pisliklerden temizlenmesini istiyor’du. Diğeri, ‘Mübarek gitti ama rejimi hala ülkeyi yönetiyor’du. Bir de sürekli olarak, ‘Bütün vatan sathı artık Tahrir Meydanıdır’ diye bağırıldı. Mesaj çok açıktı. Pislikler temizleninceye kadar meydanlara akın akın gelmeye devam edeceğiz.”

Aynı soruyu tekrarlıyorum, biraz da kışkırtıcı bir üslupla:

“Mısır ordusu olmasa, bu Firavun düzeni altmış yıldır devam edebilir miydi?”

Duruyor, düşünüyor.

Belli, bu konuya girmek istemiyor:

“Bakın, ordu İsrail’e karşı savaştı. Asıl görevi sınırları korumaktı. Mübarek kendi iktidarını ordu değil, polis üstünden yürüttü. Hatta polisi, istihbaratı ordudan bile güçlü hale geldi.”

‘Ordu iyi sınav verdi’

Orduya toz kondurmuyor:

“Son dönemde iyi sınav verdi ordu. Halktan yana kullandı gücünü... En kısa zamanda seçilmiş hükümete bırakacağız iktidarı diyor ordu, ona inanıyoruz.”

Ben Türkiye’ye getiriyorum sözü.

Asker-siyaset ilişkilerini, ‘vesayet sistemi’ni, darbelerle anayasal düzene sokulan askerin ‘kırmızı çizgileri’ni özetledikten sonra, Mısır ordusu da, yılların ötesine giden kendi ayrıcalıklarını kaybetmemek için Mübarek’siz Mübarek rejimi için neden bastırmasın diye yineliyorum başlangıçtaki sorumu.

İlk tepkisi şu oluyor:

“Tarihin en uzun sorusu!”

“Anlamsız bir soru mu?”

“Kesinlikle anlamlı bir soru. Ama Mısır ordusu Türk ordusu gibi değil. Evren imajı çok yaralayıcı olmuştur Türk ordusu için... Mısır ordusunun gücü ve nüfuzu olsa bile, demokrasi bakımından güven veren adımlar attı son dönemde...”

Arkasından şunu ekliyor:

“Ordunun bugün yeni siyasal yapıda yer almak gibi bir niyeti de yok, bunun için gücü de yok. Asıl amacı, iktidarı en çok altı ayda sivillere bırakıp gitmek.”

“Hiç mi kuşku yok?”

“Bazı kuşkular olabilir. Ama söylemek için erken... Ayrıca halk artık korku eşiğini aşmış durumda. Hakkını aramak için meydanlara inmeyi öğrendi çünkü... (Bigisayar ekranını çeviriyor) Bakın gençler facebook’da yeni bir site kurmuşlar, iç istihbaratın pisliklerinin üzerine gitmek için...”

“Yol haritanız nedir?”

“(1) Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğiz. (2) İlk milletvekili seçımlerinde çoğunluğu kazanmak için uğraşmayacağız. (3) Dörtle altı ay arasında önce parlamento, sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılsın. (4) Yeni parlamentoyla yeni anayasa ve temel yasalara el atılsın.”

‘Halk istemezse gideriz’

Soruyorum:

“Müslüman Kardeşler, demokrasinin en temel ilkesi olan seçimle gelip seçimle gitme ilkesine bağlı olacak mı?”

Gülüyor, kısa yanıtlıyor:

“Demokrasinin temel ilkelerine sadığız, bağlı kalacağız. Halk isterse geliriz, istemezse gideriz.”

Bir toplantıya yetişmek için mülakatı kesince, son bir soru diyorum. “İsrail’le barış antlaşması” diye başlarken sözümü kesip bir kahkaha atıyor:

“Bir röportaj olacak da, böyle bir soru olamayacak. Siz de beni şaşırtmadınız. Bakın, iktidara gelmek uzun vadeli bir iş. Geliriz gelmeyiz ayrı konu... Ancak Müslüman Kardeşler olarak Mısır devletinin yapmış olduğu tüm uluslararası anlaşmalara saygılı oluruz. Genel olarak itirazımız var. Ancak bu konuda nihai karar halkındır, demokrasinin gereği de budur.”

Müslüman Kardeşler’in bir tepe yöneticisi ve Yürütme Kurulu üyesi Saad el Hüseyni’yle örgütün genel merkezindeki bir saatlik sohbetimiz, kendisinin bir başka yazı konusu olabilecek Türkiye muhabbeti ile noktalandı.

Kahire yazılarının beşincisi yarına...

Reşat Nuri Erol
21.02.2011
02:19

Fehmi Koru

Yeni Türkiye’ye doğru...

En zor yazılanlar ilk yazılardır; yazar ne kadar kıdemli olursa olsun, yeni bir gazetede, kendisini, son sınıfta okulu değişmiş bir ilkokul çocuğu gibi hisseder.

Zaman’da böyle bir hisse sahip olmam için bir sebep yok; her şeyimi bilen ve her şeyiyle bildiğim bir ortama yeniden dönmüş gibiyim.

Her bakımdan zor bir dönemden geçiyoruz. Dönemin zorluğu, hayatlarımız üzerinde derin etkileri olabilecek çok yönlü belirsizlikler içermesinden kaynaklanıyor. Yürekleri hoplatan neredeyse tek bir ortak değer var: Değişim... Mısır’da Tahrir Meydanı’nı, Bahreyn’de İnci Meydanı’nı dolduran kitlelerin oralara geliş sebebi de ’değişim’ talebi... Yemen’de, Cezayir’de, Libya’da üzerlerine sıkılan kurşunlara göğüslerini siper ediyorsa insanlar, beklentileri, kendilerinden sonra ülkelerinin eylemleriyle ’değişecek’ olması...

’Değişim’ sihirli sözcük olmasına sihirli sözcük de, değişimin doğru yöne doğru olacağına dair garanti kimden alınacak?

Türkiye’nin kendisi de bir süredir köklü bir değişim sürecinden geçiyor ve yakın coğrafyadaki ’değişim’ talepleri için, ülkemiz örnek teşkil ediyor. ’Türkiye gibi olmak’, daha fazla özgürlük ve sisteme daha fazla katılım arzu eden milyonlar için başlı başına bir hedef...

Bazen öyle olur; yaşadıklarının ne denli önemli olduğunu yaşayanlar tam anlamıyla fark edemez. Türkiye, bugün on yıl öncesinden hemen her yönden farklı bir ülke: Cılız ve kırılgan bir ekonomik yapıdan sürekli büyüyen bir ekonomi çıktı. Sağa bakılıp hizaya girilen vesayetçi bir siyasi sistemimiz vardı, şimdilerde millet sözünü herkese dinletiyor. Uzun yıllar "Washington ne der? Moskova kızar mı? Avrupa’dan azar gelir mi?" endişesi yaşatırdı dış politikamız, son yıllarda Washington, Moskova ve Avrupa Birliği "Ankara’ya danışalım, Ankara’nın görüşünü alalım, Ankara’yı kızdırmayalım" derdine düştü.

O durumdan bu duruma on yıldan kısa bir sürede gelinirse, bunun etkileri kolay hazmedilemez. Türkiye’nin de şu sıralarda yaşadığı böylesine bir ’hazım’ sorunu işte. Yenilenen ekonomik ve siyasal yapılar, farklı diplomatik yaklaşımlar eskiye alışmış zihinleri zorluyor.

Zorluyor da ne oluyor? Eskinin çıkarlar ağı bozulduğu, yeni dengeler farklı yerlerde oluşmaya başladığı, paradigmalarla birlikte söylemler de gelişmelerden etkilendiği için, zeminin altlarından kaydığını düşünenler yaygarayı basıyor.

Mevcut medya düzeni değişime ayak uydurmaya direndiği ve hâlâ eskiye göre oluşmuş çıkar ilişkileri varlığını sürdürdüğü için, yaygaracı sesler samimi feryatlarmış gibi göklere yükseliyor.

Bütün dünyayı hareketlendiren ’değişim’ arzusu, eskinin arkasına saklanarak, köhnemiş ilkelere sahip çıkarak engellenemez; ’değişim’ ancak başka tür bir ’değişim’ anlayışı ile karşılanabilir. Ülkemizde muhalefet yapanların anlayamadığı da bu ’gerçek’ işte. Değişimi savunan ve politikalarına yansıtan bir partiye muhalefet, ancak onun değişim modelini yeterli bulmayan başka bir ’değişimci model’ ile yapılabilir...

’Yeni’ bir Türkiye inşa ediliyor elbirliğiyle; bizim burada yaptığımız, ona harç sağlamak...

f.koru@zaman.com.tr

Reşat Nuri Erol
22.02.2011
03:38

Halit Sarıcan

ERBAKAN’I DOĞRU ANLAMAK

Hayata çılgınca baktığım lise çağlarımda Naim Abi’yle Erbakan Hoca’nın İslam Dünyası’ndaki konumunu tartışırdık. O beni Erbakan Hoca’nın tüm dünya liderliğine ikna etmeye çalışırken ben ise Hoca’nın basit cümlelerine takılmıştım. Kitaplar deviriyordum ve kitaplardaki güzel cümlelerle Hoca’nın espriye boğulmuş konuşmaları arasında bir türlü uzlaşı sağlayamıyordum…

Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla.

Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…

“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”

“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…

Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…

İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…

Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…

En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”

Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…

Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu. Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.

Hayata çılgınca baktığım lise çağlarımda Naim Abi’yle Erbakan Hoca’nın İslam Dünyası’ndaki konumunu tartışırdık. O beni Erbakan Hoca’nın tüm dünya liderliğine ikna etmeye çalışırken ben ise Hoca’nın basit cümlelerine takılmıştım. Kitaplar deviriyordum ve kitaplardaki güzel cümlelerle Hoca’nın espriye boğulmuş konuşmaları arasında bir türlü uzlaşı sağlayamıyordum…

Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla.

Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…

“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”

“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…

Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…

İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…

Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…

En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”

Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…

Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu. Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.

Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.

Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.

Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…

Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.

Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.

Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…

http://www.timeturk.com/tr/makale/halit-sarican/erbakan-i-dogru-anlamak.html





Sayı: 89 | Tarih: 20.02.2011
Ahmet Hakan
Aydınlandım
1072 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
Sözün gücü
992 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ebubekir Sifil
Bizim Meselemiz Ne?
906 Okunma
Zafer Kafkas
Ruşen Çakır
İntikam değil hatırlatma
901 Okunma
2 Yorum
Tayibet Erzen
Mahir Kaynak
Üçüncü boyut
892 Okunma
6 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Şevket Eygi
Müslümanlar Ve Kadın Meselesi
874 Okunma
Emine Hocaoğlu