Muktedir olamamak
1038 Okunma, 9 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Muktedir olamamak

 

 

- Bugüne kadar merkez sağdan iktidara gelenler iktidar olup, muktedir olamamanın sıkıntısını çekerken görünüm de bu düşünceyi doğrular nitelikteydi. Ancak bu durum askerlerin tavrına bağlanır, başka güçlerin bu sonucu yaratmaktaki rolleri göz ardı edilirdi. Oysa hem bürokratların, hem yargının büyük çoğunluğu iktidarla aynı görüşte değildi. Hayatım akademisyen ve bürokrat olarak geçti, çevremde iktidara yakın görünen kişiler dışlanırdı ve sayıları çok azdı.

- I. Cihan Savaşı’nı tekel sermaye çıkardı. İmparatorlukları yıktı. İsrail devletine zemin hazırladı. Türkiye’yi Hıristiyanlardan arındırdı. Dinsiz bir ülke haline getirdi. II. Cihan Savaşı’nı çıkardı. Yahudileri İsrail’e göçe zorladı. Dünyayı ikiye ayırdı. Dinî çatışma yerine sistem çatışmasını getirdi. 1950’de DP’yi getirdi, böylece Türkiye’nin altyapısını yapacak, borçlandıracak. İsrail imparatorluğuna kolay yem olacaklardı. Bunları sermaye yapmadı. Allah onlara yaptırdı. Bugünkü dünya ve Türkiye oluştu. “Onlar mekr ettiler, biz de mekr ettik. Biz hayırlısını mekr ederiz.” ayet.

 

- Ancak muktedir olamamanın sebebi bununla sınırlı değildi hatta bunların ikinci derecede etkileri olduğu ya da sebep değil sonuç olduğu söylenebilirdi. Asıl belirleyici olan ülkenin iktisadi hayatına yön veren büyük sermayenin tavrıydı ve bunlar iktidarın muktedir olmasının önündeki engeldi. Bürokrasiye onlar yön veriyor, medyadaki mutlak egemenlikleriyle halkı yönlendiriyorlardı. Eski bürokratlara iş vererek çalışanlara mesaj veriliyor ve geleceklerinin daha müreffeh olması için sermayeyle iyi geçinmeleri sağlanıyordu. İlgisiz alanlarda uzman olan kişilere verilen danışmanlıkların başka bir amacı olamazdı.

- Amerikan sermayesinin uzantısı olan ülkenin büyük sermayesi onların paralarıyla Türkiye’de oyun oynuyordu: Anarşi çıkarılıyor, ekonomik krizler doğuyor, talebe harekete geçiyor. Basın bunları yönlendiriyordu. Muhalefet kendisini kurtarmak için onlardan görünüyordu. Ordu bekliyor bekliyor iş çığırından çıkınca müdahale ediyordu. Bu arada Türkiye ileri hamleler yapıyordu. 60’ta çok partili anayasa geldi. 70’te çok partili sistem fiilen oluştu. 80’de Ordu Batının emrinden çıktı. 28 Şubat’tan sonra Millî Görüş Anayasa ekseriyetiyle iktidar oldu. Türkiye ve dünya Sermayenin aleyhine geldi.

 

- Bu durumda iktidarın aldığı kararlar eğer yönetimle ilişkili ise bürokrasinin, adaletle ilgiliyse yargının, ekonomik ise büyük sermayenin süzgecinden geçiyordu. Bu süzgeçler yetmediği zaman askeri müdahalelerin yolu açılıyordu. Mesela ülkenin dünya ekonomisi ile bütünleşmesi ve dışa açılması iktisadi bir karar olmasına rağmen 12 Eylül darbesinin desteğiyle gerçekleşmişti.

- Sermaye, hakimiyetini Gorbaçov’un yaptığı değişiklikle kaybetmeye başladı. Obama’nın gelişi ile son noktasını koydu. Gorbaçov önemli değildir. Önemli olan Sovyet halkının 70 yıl sonra sermayenin çemberini yıkmasıdır. Obama önemli değildir. Önemli olan Amerikan halkının İslam ve zenci düşmanlığı yutturmasına son vermesidir. Avrupa Hıristiyanlığın etrafında birlik kurmaya başlamıştır. Müslüman ülkeler Türkiye etrafında toparlanmak üzereler. Çin artık ekonomik bağımsızlığını kazanmak üzerdir.

 

- Dış politikamız da aynı süreç içinde belirleniyordu. Ancak Soğuk Savaş dönemindeki denge bozulunca yeni bir dengenin kurulması süreci başladı. Bu süreçte kimsenin yeri önceden belirlenmemişti. Yani, İkinci Dünya Savaşı sonunda olduğu gibi, şu ülkeler komünist, şunlar da demokrat olacak diye büyük güçler karar verecek durumda değildi. Bu dengeyi sürdüren lokal güçlerin de uluslararası desteği sınırlandı.

- Sermaye önce dinler arası çatışmadan, sonra rejimler arası çatışmadan yararlanarak dünyayı sömürmeye devam etmiştir. Şimdi rejimler arası çatışma balon gibi sönmüş gitmiştir. Dinler arasında çatışma değil uzlaşma başlamıştır. Teksas senatosu Fethullah Gülen’e takdir belgesini vermiştir. Dünyanın değiştiğini artık herkes görmelidir. Yeni denge İslam üzerine aynı barış üzerine kurulacaktır. İnsanlık 100’e yakın bağımsız ülke halinde oluşacaktır. Birleşmiş milletler insanlık şeklinde oluşacaktır. Mekke’de parlamentosu olacaktır. Tüm ülkelere orada birer ilçe kurmalarına izin verilecektir. Her din mensubu Kâbe’ye gelip ziyaret edecek. Bunun için biraz beklememiz gerekecektir.

- İstanbul’da ekonomik merkez kurulacak, sermaye İstanbul’a taşınacak. Ama artık sömüremeyecek. Osmanlılarda olduğu gibi faizsiz ekonomide ve ilimde Yahudiler hizmet edeceklerdir. Bu oluşum başlamış bulunmaktadır. 7 kıtada 7 merkez oluşacaktır.  Siyasî merkez ABD’de kalabilir. İlmî merkez Avrupa olabilir. Yeni dünya savaşa değil barışa dayanacaktır. Yahudiler hükmetmeyecek, İsrail’de kendi ülkelerinde hür ve barışçı olarak yaşayacaktır.

 

- Türkiye yeni konjonktürün şanslı ülkelerinden biriydi. Yani dünya düzeninde belirlenen değil, belirleyen olmasa bile, etkileyen bir konumdaydı.

- İstanbul dünyanın fiilî merkezindedir. Adil Düzen burada oluşmaktadır. Gelecekte insanlığın barış içinde ekonomi merkezi İstanbul olacaktır.

 

- Eskisinden bağımsız yeni bir ekonomik gücün oluşması eski muktedirlerin en önemli desteğini kaybetmeleriyle sonuçlandı. Bu, söylendiği gibi, yeni bir ekonomik gücün iktidar tarafından yaratılması değil, sadece yeni bir ekonomik güç oluşmasının önündeki engellerin kaldırılması ile gerçekleşti.

- Türkiye’de yaşanan büyük değişimin sonuçlarından en büyük faydayı sağlamak için iktidarla muhalefet arasındaki polemiklerle özdeşleşen çatışma sona ermeli, herkes ortak bir hedefe, farklı yollardan da olsa, ulaşmaya hizmet etmelidir.

- İnsanlığın Adil Düzen’i Türkiye’den başlayacaktır. Ak Parti ve Saadet partisi akıllanırsa Adil Düzen’i bu seçimden sonra getireceklerdir. Getirmezlerse Adil Düzen Partisi kurulacak partilerle uzlaşarak getirecektir. Kurulmazsa askerî müdahaleyle Adil Düzen kurulacaktır. Müdahale etmezse I. Cumhuriyetimiz yıkılacak ve II. Cumhuriyet gelecek. Adil Düzen’i onlar kuracaktır. Bu satırları okuduğunuz zaman benim hain olduğumu sanırsınız. Kur’an’ın bildirdikleri ve tarihî akışı ile içten söylüyorum.

 

- Şüphesiz bugün de bürokrat, asker, yargı vardır. Bu gruplardaki dönüşüm, verecekleri kararlarda, ideolojilerini ön plana çıkarmak yerine ülkenin hedefine ulaşmasını desteklemeleridir. Yani ideoloji sadece halkı bir arada tutmaya yarar, karar vericilerin bundan bağımsız olmaları ve bir satranç oyuncusu gibi hareket etmeleri gerekir.

- Türkiye’de otel odalarında iktidarı indiren çıkaran sermaye kalmamıştır. Tüsiad’a özenen Müsiad da etkisiz ve şaşkın. Yeni sermaye işsizliğe çare bulacak Adil Düzen işletmelerinin eline çok yakında geçecektir. Bütün teoriler Akevler İstanbul kooperatiflerinde oluşmaktadır. Denemeler yapılmaktadır. Gününü beklemektedir. Ordu güçlendirilecek, bağımsız hale gelecek, Asker olacak devlet başkanına bağlanacak, sivil askere asker sivile karışmayacaktır. Yargı ise hakemliklere dönüşecek yansız, bağımsız, etkin ve saygın hale gelecektir. Bürokrat ise serbest meslek erbabına dönüşecektir. Hakim ile avukat hakem olacak, maliye memurları ile müşavirler aynı kimseler olacaklar.

 

- Mesela SSCB artık işlevi kalmayan komünist ideolojiyi hiçbir talep ve mukavemet olmamasına rağmen neredeyse bir gecede yok etmiştir. Önemli olan ülkenin varlığını sürdürmesidir.

- Evet geceler gebedir: Bir sabah kalkarız ve duyarız ki Türkiye’de Adil Düzen ilan edilmiş. Her zaman mümkün.

 

 

• Örtünün altı 22 Ocak 2011 Cumartesi

Özet: Para bulmak kolay değildir. Millî gelir artmış et tüketimi yarıya inmiştir. Demek halkın gelirini artırmak yeterli değildir. Gıdada azalma diğer alanlardaki faaliyeti bozar. Transfer hesaplanmalıdır. Vergi ve teşvik bu dengelemeyi sağlar. Memurlara  zam birinin ekmeğinden yapılmaktadır.

Özet yorum:

Para bulmak kolaydır. Matbaayı çalıştırırsın para su gibi akar harcamak zordur. Enflasyon üretirsin. Halkın veya devletin gelirini artırmanın yolu tam istihdamı sağlamak ve verimli işler yapmaktır. Bunlar vergi ile teşvikle değil faizsiz kredi ile sağlanabilir. Transfer haksızlıktır.

 

• Kaynak yaratmak 23 Ocak 2011 Pazar

Özet: Tunus’taki olayı doğal kabul edebiliriz. Değişme askeri de olsa doğaldır. Dış destekle iktidar olanlar onların desteğini kesmesiyle giderler. Dış destek çok ise iç savaş olur. Çatışma Sünnî Şiî çatışmasına döner. Türkiye dışarıda kalamaz. Tarafsızlık yeterli değildir. Dış güçler öğrencileri ve terörü kullanabilirler. Muhalefet de yanlarında yer alır. Ekonomik sıkıntılar da beklenir.

Özet yorum:

Tunus’taki olaylar bana göre mevzidir. Avrupalıların işine yatmadığı için onu değiştirmeleridir. Sünnî-Şiî çatışması sunidir. İnsanlar daha çok dindar oluyorlar ama taassubu da bırakıyorlar, gerçek dindar oluyorlar. Biz tarafsız olmalıyız. Ordumuzu güçlendirmeli gerektiğinde tam yetki ile örfî idare ilan etmeliyiz. Asıl yapılacak Adil Düzen’e göre anayasa değiştirmedir.

 

• Muktedir olamamak 29/ocak/2011 Cumartesi

Özet: Muktedir olamayan sağ güçsüzlüğünü askerlere yüklerdi. Oysa bürokratlar iktidara cephe alırdı. Sermaye bürokratları yönlendiriyordu. Dış sermaye yargıyı, bürokratı ve iç sermayeyi kullanıyordu. Yetmediği zaman orduyu harekete geçiriyordu. Soğuk savaşın bitmesiyle dünyanın siyasî dengesi bozuldu. Türkiye etkileyen ülke olmuştu. Ekonomik engeller kalktı yeni güç oluştu. Bundan iktidar ve muhalefet eşit şekilde yararlanmalıdır. Asker, bürokrat ve yargı hala vardır. Dengelenmelidir. İşi bittiği için sosyalizm bir gecede yok olmuştur.

Özet yorum:

Her  uygarlığın bir muktediri vardır. 500 yılın muktediri Yahudi sermayesidir. İktidarı tepededir. Artık etkisini kaybetmektedir. Henüz yerine geçecek muktedir ortaya çıkmamıştır. Bu Adil Düzen çalışanları olacaktır. Türkiye’de Ordu güçlüdür. Güçlü olmaya devam edecektir. Siyasî partiler de güçlenmektedir. Bürokrat tasfiye edilecek, yerinden yönetimli genel hizmete dönüşecektir. Yargı ise değişecek, hakemler sistemine geçilecektir. Doğum sancılıdır. Geçiş sıkıntılıdır. Sağlıklı doğum için çalışmalıyız.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
01.02.2011
01:14

Mısır’ın dönüşü bütün bölgeyi, Ortadoğu’yu dönüştürecek...

Bölgenin dönüşü dünyanın dengesini değiştirecek...

Tarihi değiştirecek bir gelişme bu...

"ADİL DÜZEN" böyle gelecek...

Adil Düzen Çalışanları;

Çalışmaya devam...

Selm ve dua...

Reşad

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
01:23

Pendik Siyaset Okulu

ve

Adil (Ekonomik) Düzen

Reşat Nuri EROL

Ortadoğu diktatörlük ve baskı rejimlerinin oluşturduğu yokluk, yoksulluk, açlık, işsizlik ve adaletsizlik sonunda “sosyal patlama ve depremlere” sebebiyet verdi... Bu depremler ülkeden ülkeye sirayet etmeye devam edecek... Aslında bu deprem, bu köşede hep hatırlattığım “sosyal tufan”ın küçük bir parçası... Sadece Türkiye ve Ortadoğu değil, bütün dünya ülkeleri “sosyal tufan” ile iç içe yaşıyor ama körelmiş gözler görmüyor, sağırlaşmış kulaklar duymuyor, basiretleri bağlanmış beyinler algılayıp anlamıyor...

Sosyal tufana karşı yapılması gereken belli: Önce “sosyal gemi”yi inşa ederek hazırlık yapılmalı… Bilahare, tufan sonrası için “III. Milenyumun Medeniyet Projesi” hazırlanmalı… İşte, bütün mesele, kırk yıldan beri hazırlamakta olduğumuz bu “Adil (Ekonomik) Düzen Medeniyet Projesini” görmek, anlamak, kavramak ve uygulamak…

“Oku!” emrinin muhatabı olan bir inancın mensuplarıyız, hem de sadece okul dönemlerinde değil, beşikten mezara kadar. Dolayısıyla bunun gereğini hayatımızın her devresinde yerine getirmekle mükellef bulunuyoruz. Hayatımızın ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî bütün alanlarında okumayı ve çok yönlü okullaşmayı ihmal etmememiz “farz”dır.

***

Seçim atmosferine girmiş bulunuyoruz. Zaman kısıtlı. Bir taraftan sürekli okuyup çalışarak yeniden şuurlaşmak ve çelikleşmek, diğer taraftan öğrenilenleri ve bilinenleri halka ulaştırmak için çalışmak gerekiyor. Saadet Partisi Pendik Teşkilatı bu amaçla İlçe Başkanlığı olarak, Siyasi İşler Sorumlusu Mahmut Kılıç’ın koordinatörlüğünde, on haftalık -örnek alınası- bir “Siyaset Okulu” açmış. Geçtiğimiz iki haftanın iki gününde, işte bu okulda “Adil (Ekonomik) Düzen Dersleri” verdim. Toplam olarak dört dersimizde, genel olarak “Adil Düzen” ve özel olarak “Adil Ekonomik Düzen” üzerinde durduk. Koordinatör Mahmut Kılıç dokuz soru hazırlamıştı, o soruların cevaplarını vermeye çalıştık.

1. Genel Anlamda “Adil Düzen” nedir? 2. “Adil (Ekonomik) Düzen”de devlet ekonomik sistemin neresindedir ve gelirlerini nasıl elde eder? 3. “Adil Düzen”de vergi sistemi nasıldır? 4. “Adil Düzen”de işsizliğe çözüm nasıl gerçekleşir? 5. “Adil Düzen”de devletin üretim için müteşebbise kredi ve imkan sağlama sistemi nasıldır? 6. “Adil Düzen”de enflasyon nasıl seyreder? 7. “Adil Düzen”de ihracat ve ithalat dengesi nasıldır? 8. “Adil Düzen”e geçilirse, mevcut iç ve dış borçlar nasıl ödenecek? 9. “Adil Düzen”e geçilirse, ekonomik anlamda tahmini ne kadar sürede “Yaşanabilir Bir Türkiye” oluşturulabilir?

Bu cevapların bir kısmını sizlerle paylaşabiliriz.

***

Yazımın başında, Türkiye dahil, Ortadoğu ve dünya ülkelerindeki genel “sosyal sıkıntılardan” ve zaman zaman bunların oluşturduğu “sosyal patlama ve depremlerden” söz ettim. Bunların asıl kaynağının bütün dünyada var olan “zalim düzenlerin sebebiyet verdiği sosyal tufan” olduğunu, -bu köşede hep yaptığım üzere- bir defa daha hatırlattım. Kapitalizm ve liberalizm can çekişiyorken, komünizm ve sosyalizm zaten tarihe gömülmedi mi? Bu durumda biricik çare ve çözüm “Adil (Ekonomik) Düzen” değil mi? Bugünlük, yukarıdaki sorulara iki kısa cevap. Dokuzuncu sorunun cevabında, gerekçeleri açıkladıktan sonra diyoruz ki: Bu uygulama örneği gerçekleştirilerek, on yılda Türkiye “Adil Düzen”e geçmiş olur, yüz yılda da dünyada “Adil Düzen”e geçmeyen ülke kalmaz kanaatindeyiz. Herkes, “Ben Adil Düzen’in gelmesi için ne yapıyorum?” diye sormalı...

“Adil Düzen’de enflasyon nasıl seyreder?” sorusunun cevabı: “Adil (Ekonomik) Düzen”de enflasyon diye bir şey yoktur. Çünkü “Adil (Ekonomik) Düzen”de karşılıksız para çıkmaz. Para olarak karşılığı olmayan arz edilmiş bir değer de yoktur. Normal arz ve talep kanunları eksiksiz çalışır. Zaten “Adil (Ekonomik) Düzen”in asıl üstünlüğü de buradadır.

İşsizliğe çözüm başta olmak üzere, diğer bazı cevaplar üzerinde de duracağım…

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
01:37

"ONLAR PLAN/PROJE YAPAR...

VE ALLAH DA PLAN/PROJE YAPAR...

ALLAH PLAN/PROJE YAPANLARIN HAYIRLISIDIR..."

Aşağıya bir makale iktibas ediyor ve ÜSTAD’ın minik de olsa "Adil Düzen Açısından" yorumunu rica ediyorum...

Selam ve dua ile...

Reşad

Düğmeye kim bastı?

Prof. Dr. Osman Özsoy

Yazının başlığını "Değişimi yönetmek" olarak düşünmüştüm. Fazla akademik kaçabileceği, hatta yazıya göz atmadan geçen okuyucu sayısı artabileceği endişesi ile değiştirme ihtiyacı hissettim.

Haber kanallarında her saat başı, internet ortamında her dakika konu hakkında haberler giren Mısır’daki olaylarla ilgili altını çizmek istediğim ve önemli olduğunu düşündüğüm bir noktaya dikkatleri çekmek istiyorum.

’Seçim Kazandıran Siyasal İletişim’ kitabımızda da ayrıntılı olarak anlattığımız gibi, "değişim" kelimesi yoksul Afrika ülkelerinden gelişmiş demokrasilere kadar tüm ülkelerde kitleleri etkilemek için kullanılan en sihirli sözcüklerden birisidir.

Fakat iktidara geldikten sonra bu kavramın içini dolduran ve seçim öncesi vaat ettiği tablonun gereğine uygun olarak icraat yapan lider sayısı yok denecek kadar azdır.

Yeni nesle belki komik gelecek ama, Demirel bile 1991 seçimlerini ’değiştim’ diye kazanmış, başbakanlığın ardından cumhurbaşkanı da olunca, ülkeye 10 yıl kaybettirmişti.

ABD Başkanı Obama da seçim kampanyasını "Change" yani değişim sloganı üzerine kurdu. Başkan Bush’un yönetim anlayışı ile arasında fark olmadığı çok geçmeden anlaşıldı.

Tunus’ta başlayan ve ardından Mısır’a da sıçrayan protesto gösterileri mevcut yönetimleri sarsmaya devam ediyor. Sokaklara dökülen öfkeli kitleler ’değişim’ istiyorlar. Olası değişimin büyülü etkisine kendilerini kaptırmış olarak, mevcut düzenin aktörlerinin kellelerini istiyorlar ama, onların yerine gelecek olan liderlerin kendi milletlerine olan sadakatinden acaba ne kadar eminler?

Onyedi ve onsekizinci yüzyılda nerede ise tüm dünyayı sömürgesi altına alan emperyalist Batılı ülkeler, Fransız İhtilali’nin oluşturduğu dalga sonrasında sömürge topraklarında sadece askeri güçle tutunamayacaklarını ve buralarda uzun dönem kalmanın mümkün olmadığını anlayınca, kışlalarını kapatıp kolejler açtılar. Bu okullardan mezun olanlar hem iktidarın hem de muhalefetin aktörlerini oluşturdular. Birşeylerin değişeceği umuduyla sandığa giden geniş kitleler sürekli hayal kırıklığına uğradılar. Sandıktan kim çıkarsa çıksın emperyalist ülkelerin bu topraklardaki çıkarları asla zarar görmedi.

Bir ülkeyi asla ebediyen kontrol edemezsiniz. Bunu ancak geciktirebilirsiniz. Siyasi tarih bunun örnekleri ile doludur. Örneğin Yaser Arafat, Filistin davasının başarılı olmaması için sibop vazifesi gören bir taşerondu. Halkı açken dünyanın en zengin liderlerinden biri olarak öldü. Yerine gelen Abbas’ın kimlere hizmet ettiği de, WikiLeaks belgelerine yansıyan bilgilerden anlaşılıyor.

Arap rejimlerinin bu haliyle sürüp gitmesi elbette mümkün değildi. Bir yerde patlayacaktı. Ben son olayların, bu ülkelerde değişim isteyen ve ’artık yeter’ diyen yerel muhalefetin beklemediği ve hazırlıksız olduğu bir anda patlatılması suretiyle, bu topraklarda daha uzun süreli çıkar ilişkisi geliştirmek isteyen küresel düzenin parmağı olduğu düşüncesindeyim.

Bu ifadelerden sakın ola son gelişmeleri değersizleştirdiğim gibi bir anlam çıkarılmasın. Burada önemli olan, geniş kitlelerin kabaran dalgası üzerinde kimlerin trapez yaptığı, süreci kimin yönettiği, nihayetinde nasıl sonuçlanacağı ve bu ülkelerin halklarının beklentilerinin karşılanmasına ne ölçüde katkı yapacağıdır.

Başta lider olmak üzere, göreve gelecek kadrolar tamamen yerli değerlerle bezenmiş, kendi insanına saygılı, ülkesinin çıkarlarını önceleyen bir anlayışın ürünü olan zihniyet dokusundan olmadıktan sonra, kendi halklarına ne kadar faydası olabilir ki?

Son olaylardan sonra Mısır muhalefetinin öne çıkardığı isimlerden olan Baradey, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı yaptı. Baradey bu kurumun başkanı iken global güçlerin küresel çıkarlarına nasıl hizmet etti ise, Mısır’da da aynı işi yapabilir. Dilerim öyle değildir.

Geçtiğimiz cuma günü Ankara’da göreve başlayan ABD Büyükelçisi J. Ricciardone, daha önce Kahire Büyükelçiliği de yaptı. O döneme ilişkin WikiLeaks belgelerinde yer alan bir kriptoda, son olaylardan sonra Mübarek’in başkan yardımcılığına getirdiği İstihbarat Örgütü Başkanı General Ömer Süleyman’ın, Hüsnü Mübarek sonrası muhtemel adaylar arasında en güçlü olduğunun üzerinde duruluyor. Sözün kısası, küresel politika izleyen ülkelerin her şartlara uygun hazırlıkları var. Mübarek devrilse de devrilmese de, yeni dengelerde rol alacak aktörler ABD’ye uzak isimler değiller.

Yazının başında değişimi yönetmekten kastettiğim de bu.

Geniş halk kesimlerinin tepkilerinin karşılık bulması, ancak bu haklı taleplerini hayat geçirmeyi başaracak kaliteli beşeri sermayeyi de, öncesinde yetiştirmiş olmasına bağlıdır. Şu an durum öyle midir, o konuda ayrıntılı bilgim yok.

İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinde Aluf Benn imzasıyla yayımlanan bir yorumda, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın etkisine de dikkat çekiliyor.

İletişim araçları bir ülkede olanı anında diğerine yansıtıyor. AK Parti’nin Türkiye’ye kazandırdığı itibar, Türkiye’ye gözünü diğer ülkelerin halklarının kendi hükümetlerinden olan beklentilerini oldukça yükseltti. Türkiye bölgede aktör olunca, kurulu çarpık düzenler de sarsılmaya başladı.

Bu durum aynı zamanda, Türkiye’yi frenlemek isteyen ülkelerin içeride AK Parti’ye yönelik kumpasları ne ölçüde artırabileceği konusunda da fikir vermektedir. Bundan sonra Ankara’da yaşanan her gelişmeyi, iç siyasi tartışmalarında ötesinde, biraz da bu gözle bakmaya çalışın. Kim kime çalışıyor, görün.

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
03:56

Hakan Albayrak

Hürriyet, Ekmek, Haysiyet

Tunus, Yemen, Mısır’daki ayaklanmaları sadece yoksulluğa isyanla izah etmek yanlış. Sadece demokrasi talebiyle izah etmek de yanlış. İkisi de var. Ve bir şey daha: Kendi kendilerini ululayıp duran, düpedüz ilahlık taslayan, halkın kendilerine kulluk etmesini isteyen ve kula kullukta zafiyet gösterenleri itip kakan kibirli idarecilerin fiyakalarına tükürerek insanlık haysiyet ve şerefini kurtarma azmi... Devrim gündeminin hülasası Mısır sokaklarından yükselen şu sloganda: "Hürriyet, Ekmek, Haysiyet".

Facebook ve Twitter olmasaydı Mısır’da böyle bir ayaklanma olamazdı diyorlar ya, o da yanlış. Mısır halkına saygısızlık. 1977’deki büyük ayaklanmada internet filan yoktu. "Kifaya!" (Yeter!) hareketi 2004-2005 yıllarında Hüsnü Mübarek yönetimini beşik gibi sallarken Facebook daha Mısır’a ulaşmamıştı, Twitter daha doğmamıştı. Geçen sene Kahire’nin göbeğinde yönetime meydan okuyan grevci işçiler de internet cafe’lerden çıkıp gelmemiştiler. Kahire Tahrir Meydanı’ndaki bir arkadaşım telefonda dedi ki: "Mısırlılar sanki kuzu kuzu rejimin dümen suyunda gidiyorlardı da Facebook ve Twitter onları titretip kendine döndürdü havasının yayılmasından çok rahatsızız. Biz ilk defa ayaklanmıyoruz kardeşim. Rejime muhalefeti yeni öğrenmiyoruz. Bu ülkede köklü muhalefet gelenekleri var. İhvan-ı Müslimin var, sosyalistler var, komünistler var, bunların asırlık mücadeleleri ve ödedikleri ağır bedeller var..."

Soru: Bu işin önde gidenleri İslamcılar ve sosyalistlerse, nasıl oluyor da Mısır Devrimi’nin 1 numaralı temsilcisi Muhammed Baradey oluyor? Kahireli arkadaşımın bu soruya verdiği cevap şöyle: "İhvan-ı Müslimin’den bir lideri sosyalistler ve diğer köklü muhalefet grupları benimsemezler, İhvan-ı Müslimin de onlardan bir lideri benimsemez. Demokrat kimliği ile öne çıkan Muhammed Baradey, Mısır’daki köklü muhalefet gruplarından hiçbirisiyle alâkası olmadığı ve dolayısıyla bunların arasındaki rekabetlere de bulaşmadığı için geçiş döneminde ideal bir lider olabilir. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olarak dünyada kazandığı saygınlık da önemli."

"Geçiş dönemi"nin altını çizdi arkadaşım. "Tam demokratik bir ortamda yapılacak serbest ve şeffaf seçimlere kadar" dedi. "Sonra, sandıktan kim veya kimler çıkarsa..."

- Devrimin tamamına ereceğine kesin gözüyle mi bakıyorsunuz?

- Bu bir halk hareketi. Rejimin halkı katliamdan geçirmeye hazırlandığı söyleniyor. Halk, kurşun yağmuru ve bombardıman altında kıyamını sürdürürse onu takdir ederiz. Geri çekilmeyi tercih ederse de onu ayıplamayız. Ama insanlar öyle bir aşamada evlerine dönseler bile devrim bitmiş olmaz. Bu muharebeyi kaybetsek de harp devam edecek.

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
05:24

Erbakan ateşledi, Erdoğan körükledi

Prof. Osman ÖZSOY

Arap ülkelerinin despot liderleri diken üstünde. Trübünlerdeki Meksika dalgası gibi tüm Kuzey Afrika sarsılıyor. Bu ülkelerin halklarını harekete geçiren ilk olayın Sayın Erbakan kaynaklı olduğunu biliyor muydunuz?

Yazının tamamını okumaya fırsatı olamayacak okuyucularımız için kısa bir not:

Arap ülkelerinin diktatör liderlerini diken üstünde tutan halk hareketinin fitilini ateşleyen sihirli sözcük, Başbakan Erdoğan’ın 2 yıl önce tam da bugünlerde, 29 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Perez’e sarf ettiği “One Minute” ifadesidir.

O gece Davos’ta yaşananlar sadece Türk-İsrail ilişkilerini değil, İsrail’le diğer tüm ülkelerin ilişkilerini de derinden etkilemiştir. Nitekim o tarihten sonra 12 ülke Filistin’i tanımıştır. Mısır’da daha olaylar başlar başlamaz bu ülkeyi ilk terk eden diplomatik temsilcilerin İsrailli yetkililer olması da anlamlıdır.

Son 2 yılda yazılarımızda müteaddit defa gündeme getirdik. Bugün Arap ülkelerinden hangisinde olursa olsun, Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Başbakan Sayın Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu seçime girsin, o ülkelerin mevcut liderlerinin bu isimler karşısında seçim alma şansı yoktur.

Pek gündeme getirilmedi ama, Lübnan’da hükümetin Ocak ayı başında düşmesinde de Başbakan Erdoğan’ın dolaylı da olsa etkisi oldu. 24 Kasım 2010 tarihinde Lübnan Başbakanı Saad Hariri ile birlikte Türkmen Köyü’nü ziyaret eden Başbakan Erdoğan, burada onbinlerce kişiye hitap etti. Belki de dünyada ilk defa yaşanan bir görüntüydü. Bir lider başka bir ülkede miting yapıyor gibiydi. Bu görüntü Türkiye için gurur verici olsa da, Arap liderlerinin yüreğini ağzına getireceğini o günlerde yazılarımıza konu etmiştik.

Sadece Arap ülkeleri değil, dünyada ezilen ve sömürülen tüm halklar için Başbakan Erdoğan bir fenomen haline gelmişken, aynı ülkelerin diktatör liderleri için bir kabus haline gelmeye başlamıştır.

Türkiye’nin aktif dış politikası, küresel kriz tüm sıcaklığıyla sürerken Türkiye’nin dünyada yakından izlenen ekonomik durumundaki pozitif gelişmeler ve yukarıda isimlerini sıraladığımız Türk devlet adamlarının uluslararası arenada başları dik duruşu, bu ülkelerin halklarında kendi liderlerinden olan beklentileri aşırı derecede artırmıştır.

Bu satırlardan ve değerlendirmeden klasik iç siyasi anlam çıkaracak ve yalakalık gibi algılayacak okuyuculara aldırmayın. Yüzdelik dilim olarak buna karşı çıkan kimse olmaması, kozmik planda insanoğlu için biçilen sosyal dağılım gerçekliğine aykırı olur. İşin zaten güzel tarafı, Türkiye’yi şu an yönetenlerin içeride sürekli paçalarından çekilmesine rağmen, ülkenin dış dünyadaki prestiji adına elde ettiği başarıdır.

Örneğin bir CHP liderinin gündemine bakın, bir de Türkiye’yi yönetenlere dış dünyanın gösterdiği itibara bakın. Türkiye’nin tam da yükselişe geçtiği dönemde içeriden ve dışarıdan paçasını çekerek yol almasını engelleyenlerin olmaması da kozmik plan gerçeğine aykırıdır. Burada önemli olan hangi rolü oynamak istediğinizdir.

Gelelim konunun Erbakan’la ilgisine...

Sayın Necmettin Erbakan 1996 yılında başbakan olduktan sonra ilk yurt dışı gezisini İslam ülkelerine yaptı. Önce İran’a gitti, ardından Mısır ve Libya’ya. O tarihlerde hafta içi her akşam yayınlanan Haber Kritik adıyla televizyon programı yapıyordum.

Refah Partisi gibi, İslami hassasiyetleri olan bir partinin Türkiye’de serbest seçimle ve demokratik yollarla iktidara gelmesinin, despot Arap liderleri açısından tam bir kabus olacağının altını çizdim.

Nitekim Libya Lideri Muammer Kaddafi, (şahsen ben kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorum) Başbakan Erbakan ve beraberindeki heyete oldukça bayağı davranışlar sergiledi. Resmi programda, Kaddafi ile görüşmenin Sirt şehrinde 4 Ekim 1996 da yerel saatle 15’te yapılacağı yer almasına rağmen, programda 13 saatlik sarkma oldu. Heyet üyeleri defalarca didik didik arandı. Kaddafi sürekli tehir edilen son görüşme saatine de 1 saat gecikmeli geldi. Erbakan konuşurken bir kez bile olsun yüzüne bakmadı. Kendi konuşmasında Kürtler için bağımsız devlet istedi. Günün mönüsü sadece kraker, sandviç ve su oldu.

Sayın Erbakan bir an için empati yapsaydı, Kaddafi’nin neden böyle davrandığını anlamakta zorlanmazdı. Bir İslam ülkesinde, İslamcı olarak bilinen bir partinin serbest seçimlerle iktidara gelmesinin, diktatörlükle idare edilen ülkeler açısından nasıl kötü emsal oluşturacağını, paçalarının nasıl tutuşacağını tahmin edebilirdi. Kendi ülkelerinde serbest seçimin yapılacağını görmek, bu ülkelerin tamamının liderleri açısından bir kâbustur.

Hâlbuki Kaddafi uyanık. Gençliğinde uzun yıllar Türkiye’de kaldığı için Türkiye’nin hassasiyetlerinin farkında. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na karşı sergilediği bu davranışın, özellikle Kürtler konusunda sarf ettiği ileri geri lâfların Erbakan Hükümeti’ni ne kadar zora sokacağını bilmemesi mümkün değil. Doğrusu başarılı da oldu. Libya seyahati Erbakan Hükümeti açısından inişe geçişin ilk adımı oldu.

İç ve dış çevreler, ülkeyi kısa sürede tırmanışa geçirme konusunda başarılı örnekler sergileyen Erbakan Hükümetini apar topar alaşağı ettiler. Fakat kısa süreli bu iktidar, daha uzun süreli iktidarların da önünü açtı ve bir bakıma refarans oldu.

Ortalığa saçılan WikiLeaks belgeleri, örneğin Filistin konusunda Arap liderlerin ne kadar sahtekar politika izlediğini ortaya koydu. Davos’taki çıkış, bu liderlerin boyasını döktü. Foyasını ortaya çıkardı. Halklarının dikkatini ise Türkiye’ye çevirdi. Bu konuya önümüzdeki günlerde devam edeceğiz.

***

Not: Arap dünyasında yaşanan gelişmelerin detaylarını, olayların nereye kadar varabileceğini ve bu ülkelerdeki Arap muhalefetinin işbaşında gelmesi durumunda ne ölçüde başarılı olabilecekleri konusunu, ülkemizde bu ülkelerin iç dinamiklerini en iyi bilen isimlerden Sayın Ali Bulaç ile konuşacağız. Konuya ilgi duyan okuyucularımızı, 2 Şubat çarşamba akşamı saat 19.00’da,Ümraniye Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi’ne bekliyoruz. (0216 443 56 00) Davetlimizsiniz efendim...

Prof. Dr. Osman Özsoy – Haber 7

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
05:47

"ERAT (MEHMETÇİK) FAKTÖRÜ"...

ÜSTAD HATIRLAYACAKTIR;

15 yıl kadar önce Marmaris’teki evinde Kenan Evren ile görüşürken, "Askeri müdahaleler" konusundaki endişesini Üstad hatırlatınca;

"KORKMAYIN, MEHMETÇİK VAR..." demişti...

Aşağıdaki değerlendirmeyi bir de bu gözle okuyuverin...

"ERAT FAKTÖRÜ..."

Tunus, Mısır ve bizim darbeciler...

Prof. Nevzat TARHAN

Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in elinde İhvanı Müslimin hareketine yönelik senaryolar mutlaka vardı, fakat direniş dini gerekçelerle başlamadığı için senaryolar işlemedi. Ve olaylar bir şey daha öğretti...

2004’lü yıllarda Balyoz planlarının uygulanamamasının gerekçeleri şimdi daha iyi ortaya çıkıyor “Erat faktörü”.

Dünya sosyolojik değişimin sonuçlarını görüyor. 1910’lu yıllarda dünyanın gelişen yapısında özgürlük ve refah talebine “özgürlük ve modernlik” cevabını veren ittihat ve terakki kadroları cevap verdi Cumhuriyeti kurdu.

1980’li yıllarda Turgut Özal’ın serbest piyasa ekonomisi ile model Türkiye’yi ortaya çıkarması demirperde ülkelerinde özgürlük, onurlu yaşama ve refah taleplerinin çıtasını yükseltti. Glasnost ve Perestroika hareketleri ile açıklık yolu ile yeniden yapılanma başladı.

2010’lu yıllarda Ortadoğu coğrafyasında özgürlük, onurlu yaşama ve refah talepleri yükselmişti. Türkiye gibi bir model vardı. Demokrasinin en iyi yönetim yöntemi olduğu darbelere rağmen halkın rızasına dayalı yönetimlerin başarılı olabileceği İslam dünyasınca görüldü.

Fakat Ortadoğu ülkelerinde Türkiye’deki gibi “Aktif Sabır ve Yüksek Bilgelik” tavsiye eden, şiddeti reddeden kanaat önderleri yoktu.

Bu nedenle patlama noktasına gelen direnişler oluyor diktalar sertleşiyordu. Ancak toplumsal basınç artık dikta dinlemedi. Tunus’ta 23 gün süren direniş sonu çok güvendiği Fransa’nın yüz çevirmesi sonucu Bin Ali dönemi bitti. Mübarek direniyor henüz beşinci gündeyiz. ABD şimdiden sattı bile.

Halkın gücüne değil dış odakların gücüne ve siyasi hilelere güvenerek iktidarların süremeyeceğini görmek aşikar oldu. Libya’da Kaddafi daha milli ve halkını tok tutan bir lider o bile korku içinde.

Makyavelli “Bir iktidar ancak halkın sevgi ve güvenini alırsa iktidarı devam ettirir” demekteydi.

Tunus ve Mısır güvenlik devletleri idi. Çok güçlü polis ve asker yapısı diktatörlerin emrindeydi.

Her iki ülkede de asker ve polis silahsız halka ateş açmakta isteksiz davrandı. Gençler tanklar üzerinde poz verdiler.

İşte burda bizim darbecilerin elini kolunu bağlayan durum ortaya çıktı. Bilindiği gibi 1997’de EMASYA çerçevesinde Refah partisinin kapatılma kararı ilan edileceği günün gecesi EMASYA birlikleri hazır kıta durumuna geçtiler. Maltepe Zırhlı Tugay Komutanı Silahçıoğlu bütün birliğe” Sultanbeyli’de yürüyüş yapan bütün sakallılara ateş edilecek” emri veriyor, bir er itiraz ediyor “önce sana ateş ederim komutanım” ve sessizlik…

Balyoz planları işte bunun için uygulanamadı “Erat faktörü”.

JİTEM kurucusu E. Albay Arif Doğan’ın Mehmet Ali Birand’la röportajını izledik. Açıkça faili meçhuller dahil “JİTEM uygulamalarının Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde olduğunu ve halen JİTEM’in var olduğunu donmuş durumda beklediğini “ söylüyor.

BBP Başkanı Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmeden önce F-16’larca taciz edildiği Bilirkişi raporlarında belirtildi.

2003’te rektörlerin “Ordu Göreve” yürüyüşlerinde Hava Kuvvetlerinin uçaklarının uçuş yaptığı unutulmadı.

2007’de Cumhuriyet mitinglerinde askeri birliklerden servislerle insan taşındığını hepimiz biliyoruz.

Halen yargıda olan Balyoz darbe oyunu iddianamesi incelendiğinde senaryonun şöyle olduğu görülüyor . “İzmit ve Adapazarı’nda 50-60 kişinin öleceği irticai iki kalkışma başlayacak. Bu kalkışmadan hareketle bütün Türkiye’de operasyon yapmak gerekmektedir. Askerin halkın muhtemel tepkisinin bastırabilmesi ve mukavemetin oluşmaması için eşzamanlı Yunanistan’a savaş ilan edilecek. Gerekçe olarak da Ege hava sahası uçuşlarında Türk jetinin düşürülmesi gösterilecek. Böylece halka karşı ateş açmak zorunda kalacak erler itiraz edemeyecekler. Türk-Yunan savaşı gibi bir gerekçe herşeyi yaptırabilir.”

O tarihlerde İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu durup duruken “Yunanistanla savaşalım 100 bin kişi feda olsun” sözünü söylemesini hatırlayalım.

Allah bu millete ”Erat faktörü” nedeniyle yardım etmiş ki kirli senaryolar uygulamaya geçememişti. Türk toplumunun sağduyusu da darbe planın başlatacak zemini oluşturmamıştı.

Bugün Ortadoğu halkı ve aydınları Gandi gibi hareket etmeliler.

Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in elinde İhvanı Müslimin hareketine yönelik senaryolar mutlaka vardı, fakat direniş dini gerekçelerle başlamadığı için senaryolar işlemedi. Sivil ve şiddetsiz direnişlerle günümüzde diktatörlükler yıkabilirler bu anlayış unutmamalı.

Bu olaylar bir şey daha öğretti, İran ile 1979’da başlayan irtica paranoyası temelsizmiş. Direnişlerin arka planında “Özgürlük, refah ve onurlu yaşama talebi” varmış.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan - Haber 7

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
06:08

Post-İslamizm ve AK Parti

Prof. İhsan Dağı | Zaman

01 Şubat 2011 Salı 05:45

Tunus ve Mısır’da yaşanan halk hareketleri, Türkiye’nin demokratik istikrarının bu bölge için ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Hem yatırımcılar hem de siyasal müttefikler için otoriter rejimler çok riskli.

Toplumun katılım, özgürlük ve refah taleplerine karşılık veremeyen, baskı ve şiddet politikalarıyla sahte bir istikrar yaratan bu tür rejimler Ortadoğu’da da zorlanmaya başladı.

Bu süreçte Türkiye’nin ’model ülke’ konumu yeniden gündeme taşınacak. Elbette abartmamak gerek bu söylemi, ama Türkiye’nin bölge halkları üzerindeki etkisini görmezden gelmek de yanlış. Bu etkinin temelinde de demokrasi tecrübesi, ekonomik kalkınma performansı, dünya ve bölgeyle son zamanlarda kurduğu ilişkinin niteliği var. Tarihsel ve dinsel ortak payda, şüphesiz bölge halklarını Türkiye’de olup bitenler konusunda daha duyarlı hale getiriyor, algıda seçicilik yaratıyor.

Mesele sadece Türkiye de değil; son sekiz yıldır iktidarda bulunan AK Parti de bölge siyasetinde kendi başına bir aktör. Kimliğiyle de ilgi odağı, politikalarıyla da...

Dindarlık ile demokratlığı birleştiren, ekonomik kalkınmayı sürekli kılmayı başaran ve bunu yaparken de Batı ile kavga etmeyen bir ülke profili Ortadoğu’nun eğitimli, kentli ve modern kesimleri için ilham verici. ’Siyasal İslam’ ile ’otoriter rejimler’ arasında sıkışıp kalan Ortadoğu halkları için ’AK Parti modeli’ heyecan verici.

Daha spesifik olarak biliyoruz ki AK Parti’ye Mısır’dan Fas’a, Cezayir’e ve Tunus’a ilgi gösteren, bu partinin Türkiye tecrübesinden yararlanmak isteyen geniş bir İslamcı kesim de var. AK Parti liderlerinin ideolojik dönüşümü dikkatle izleniyor. Siyasal İslam’dan muhafazakâr-demokrat bir çizgiye evrilerek kendini değiştiren, kendini değiştirerek Türkiye’de de değişimi taşıyıcı bir aktör haline gelen AK Parti, İslamcı hareketlerin ideoloji ve stratejilerini etkiliyor.

Aslında Ortadoğu’da radikal siyasal İslam, derin bir kriz yaşıyor uzun zamandır. Ne rejimleri dönüştürebiliyor ne toplumsal talepleri siyasete taşıyabiliyor. Üstelik otoriter rejimleri ’yeniden üreten’ bir işlev görüyor. Bu sıkışmışlıktan çıkmak isteyen kesimler ’post-İslamist’ yeni sosyal hareketler içinde ifade ediyorlar kendilerini. Dindarlık ile haklar ve özgürlükleri birleştiren, tek bir otoritenin tartışılmaz yorumuna dayanmak yerine bireysel tercihleri ve toplumsal çoğulculuğu esas alan yeni sosyal hareketler yayılıyor. Devlet olmayı ve devlet üzerinden toplumu dönüştürmeyi hedefleyen ’siyasal İslam’ yerini kısmen de olsa ’sosyal İslam’a bırakıyor, yer yer de kendisi ’sosyal İslam’a evriliyor.

Tektipleştirici, otoriter, şiddet eğilimli, tepeden inmeci ve devlet-merkezli bir İslamcılık yerine çoğulcu, bireysel tercihleri, demokratik rekabeti ve hoşgörüyü önemseyen; ’İslami devlet’ yerine İslami hareketlerin de özgürce var olabileceği ’demokratik devlet’i önceleyen ’post-İslamcı’ dalga Ortadoğu’da yayılıyor. En görünür oldukları ülkeler de İran, Mısır ve Mağrip ülkeleri... İşte bu dalga için AK Parti tecrübesi önemli. Ancak AK Parti’nin demokrasi vizyonunu ’dış politika’ya, özellikle de post-İslamist dönüşümün yaşandığı ülkelerle ilişkilere yansıtması beklenir.

Bölgede etkin bir siyaset izleyen bir Türkiye, değişim taleplerini desteklemekte ABD’nin gerisinde kalamaz. İlk günden Amerikan yönetimi Mübarek’e halkın taleplerini karşılayacak ’reform’lar yapması gerektiğini söyledi. Bizden hâlâ bu düzeyde bile bir tepki gelmedi. Herhalde Mübarek’in arkasında duran Suudi Kralı’nın durumuna düşmeyeceğiz.

Değişime direnen ’diktatörler’in yakın dostu olmak ne Türkiye’ye ne de AK Parti’ye değer katar. Dış politikayı kurulu düzene endekslemek ’değişen’ bir dünyada bizi sıkıntıya sokar. Sıradan bir real-politik tutumdan ötesine geçmek gerek. ’Türkiye’nin en önemli yumuşak gücü, demokrasisidir’ demek, ama öte yandan, bu yumuşak güce öykünen Ortadoğu halklarına arka çıkmamak, cesaret vermemek olmaz. Hele bölgedeki post-İslamcılar AK Parti’ye öykünürken....

Reşat Nuri Erol
01.02.2011
07:17

Üç maymun...

HÜSNÜ MAHALLİ

İkiyüzlü Obama’nın desteği olmasaydı biz bugün Mübarek’ten söz etmeyecektik.

Obama’nın ’Mısır’da demokrasiye geçiş disiplinli ve yumuşak olmalı’’ söylemini kendisine bir destek olarak algılayan eski General Mübarek bir istihbarat generalini kendisine yardımcı başka bir generali de başbakan olarak atadı. Yani Mısır artık bu üç general ya da ’Üç Maymun’ yönetiminde demokrasiye disiplinli ve yumuşak geçiş yapacak!

Birincisinin soyadı ’Mübarek’, işkenceci olan ikincisinin İsrail dostu olmasından dolayı halk ona Ömer Süleyman değil Salamon, diyor. Üçüncüsünün ise soyadı Şefik ama hiç müşfik olmamış.

Süper bir üçlü.

Tam da Amerikan ve Batı kriterlerine uygun.

Bunlara bir de Savunma Bakanı Tantavi’yi ekleyebiliriz.

Yani maymunlar dört oldu...

Amerikan Savunma Bakanı Gates, önceki gece Tantavi ve İsrail Savunma Bakanı Barak’ı arayarak ’ABD ve İsrail’in stratejik müttefiği Mısır’da istikrarın geleceğini’ konuşmuş.

Gelin maymunları beşe çıkartalım.

Genelkurmay Başkanı Sami Anan.

Bu adam da halk ayaklanmasının ilk gününde Washington’da Amerikalı generallerle Mısır’ın geleceğini konuşuyordu.

Obama ona ’Git Mübarek’e destek ver ve ordu içindeki muhaliflerini tasfiye et’’ demişti.

O da bunu yaptı. Halk ’Ordu bizden yana’ diyerek sevinç yaşarken Mübarek muhaliflerinin bir kısmını önemsiz yerlere atadı, başkalarını da görevden aldı.

Mübarek yanlıları güçlendi.

Maymunlar çoğalıyor, çoğaltılıyor.

Peki bu maymunların şaklabanlıkları nasıl devam edecek?

Daha önce de söylemiştim ’demokrasinin başı Mübarek kolay kolay iktidarı bırakmayacaktır’’. Bunun için de ne gerekiyorsa hiç çekinmeden yapacaktır.

Durum böyle olunca Mısır için 4 senaryo geçerli olabilir:

1- Maymunlar kurulan yeni hükümetin ’muhalefetle diyalog’ söylemiyle zaman kazanmaya çalışacaklardır. Bu zaman içinde insanlar her gün yürümekten sıkılarak evlerine dönebilir.

Bunun için de Mübarek’e bağlı sivil polisler halkı tedirgin etmek için her türlü çapulculuk, yağmacılık ve benzeri kirli eylemlere başvurabilir. Mübarek aynı zamanda muhalif gruplar arasında tartışma, ayrılık ve gerekirse çatışma yaratmak için tüm maddi, siyasi ve askeri gücünü kullanır. Mübarek bu konuda çok beceriklidir.

2-Bu yöntemler işe yaramazsa Mübarek diğer maymunları da kullanarak halka karşı şiddete başvurur ve toplu katliamlara girişmekten çekinmez.

3-Bu iki yöntem işe yaramazsa Mübarek kendi maymunları ile anlaşarak görevi 25 yıldır özel olarak yetiştirilen 2 no’lu Maymun Ömer Süleyman’a bırakabilir. Ömer Süleyman da ’demokrasiye geçeceğiz’ diyerek muhalefeti ve dolaysıyla halkı oyalamaya devam eder. Böylece ABD ve Batı işbirlikçisi düzen devam eder.

4-Tüm bu ’önleyici ve koruyucu’ tedbirler işe yaramazsa o zaman Baş Maymun Obama devreye girecek ve Mübarek’e alternatif arayacaktır.

Sırada Baradey var.

ABD; 1979’da Enver Sedat’ın imzaladığı Camp David anlaşması ile elde ettiği büyük zaferden kolay kolay vazgeçmeyecektir.

Geçen 32 yıl içinde ABD; Mısır’ı stratejik müttefik olarak tutmak için Mübarek’e her yıl 3 milyar dolar para vermiştir. Bununla yetinmeyen ABD türlü türlü oyunlarla Mısırlı aydınları, gazetecileri, yüksek rütbeli generalleri, akademisyenleri, iş adamlarını ve birçok sivil örgüt yöneticisini satın alarak ucuza ama tehlikeli bir şekilde kullanmıştır.

Tıpkı 1950’li yıllarda Türkiye’de yaptığı gibi.

Ama Menderes’ten çok kolay vazgeçen ABD, 30 yıldır kendisine hizmet eden Mübarek’ten şimdilik vazgeçmiyor.

Geçmek zorunda kalırsa da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi yıllardır beslediği adamlarına güvenecektir.

İşte bu nedenle Mısır ve bölge halkları ABD ve yandaşı Batılı ülkelerden nefret ediyor.

Mısır halkının ayaklanmasında tek gerçek budur.

Görmek istemeyenler ABD ve Batı hizmetkarlığına bir süre daha devam edebilir.

Hem de dolar ve euro yükselmişken.

Tunus’tan sonra bakalım Mısır halkı bunların topuna bugün ne diyecektir?

Reşat Nuri Erol
05.02.2011
02:00

Ali Bulaç

Nil’in kızı, Kahire!

"El Kahire", Nil’in kızıdır. İsm-i fail müennes. Dişi özne, kahreden kadın, ayağa kalkıp "Yeter!" diyebilen ve üstün gelebilen kız.

İlk çağ Mısır krallığından Roma imparatorluğuna, Bizans’tan İslami döneme ve bugüne kadar binlerce yıldır ayakta duran güzel şehir.

Milyonlar kendilerini arındırmak, sömürgecilik ve sonrasında bedenlerini ve ruhlarını kirleten günahlardan kurtulmak için Kahire’de meydanlara iniyorlar. Tarihe yeniden ve varoluşsal olarak yaptıkları bu giriş, tabii ki bir devrim!

Devrimler, küçük insanların isyanıdır, sokakların çocuğudur ve meydanlarda sarmaşık gibi yeşerir, aniden büyürler. Devrim, sadece "ekmek için yapıldığında" eksik kalır. Arap çöllerinin safkan atlarının dört nala koşusunu şiir diline döken şairlerin etkilediği İspanyol edebiyatından mülhem devrim şarkıları yazan Che Guevara, Farazdak’ın mısralarının aynısını tekrarlayan o müthiş hitabetiyle "Devrimler ahlaki arınmadır, manen yeniden dirilmedir" diyordu. Türk solcuları, hiçbir zaman Farazdak ile Che Guevara arasındaki o irtibatı anlayamadılar, çünkü onlar dinleriyle ve halklarıyla kavgalıdırlar.

1789 Fransız Burjuva Devrimi’ni veya 1917 Bolşevik Devrimi’ni küçümsemek işimiz değil. Bu doğru olmaz, hakşinaslık da olmaz. Ama zaten tarihe geçen isimlendirmeler yeterince açık! Ruslar, ’proletarya’, Fransızlar ’burjuva’ devrimleri yaptıklarını söylüyorlar. Her ikisi de bir "sınıf"ın devrimi. Her iki sınıfın ayrı ve birbirine karşıt ideolojileri oldu. Biri kapitalizm, diğeri sosyalizm-komünizm olarak kendini tescil ettirdi.

Her iki devrimin eksiği sadece "ekmek" için yapılmasıydı. Ve sadece sınıfsaldı! Herkesi ayağa kaldıracak devrimi dinler yapar! Ve sadece İslam herkese şemsiye açar.

Başarılmış her sınıfsal devrim karşıt-devrime gebe olarak sahneye giriş yapar.

Mısır bütün sınıflarıyla ve bilumum siyasi yelpazedeki gruplarıyla "Tahrir Meydanı"nda. Beşeriyetin ismini heyecanla telaffuz ettiği "Tahrir", yaralanmış vicdanlarının seslerini göğe yükseltiyor. Milyonları hem özgürleştirecek hem kurtuluşun yolunu açacak.

Bir gün Müslüman ülkelerin ezik çocukları, devrimle arınmak için abdest alacaklar, sonra eğitimle küçük görmeyi öğrendikleri halklarının safında mescitlerde, meydanlarda namaza duracaklar. Ve Batı onlara neyi "tehlike" olarak işaret ediyorsa, kurtuluşun orada olduğunu düşünmeye başlayacaklar. İşte o zaman gerçek devrim, belli bir sınıfın sosyal hareketi ve belli bir ideolojinin basit rejim değişikliği olmaktan çıkıp siyasetten idareye, ekonomiden sosyal hayata kadar hayatımızı değiştirecek. Çünkü "Mukallibu’l kulub olan Allah" kalplerimizi değiştirmedikçe kendimizi ve ülkelerimizi değiştiremeyiz, devrim/inkılap da yapamayız.

Bugünün devrimleri ulusal bir çeteye, zorba idarelere karşı da yapılsa eksik kalır. Devrimler yeryüzünü temellük edenlere karşı yapılır. Musa aleyhisselam, "İsrailoğullarını özgür bırak!" diye Firavun’un karşısına dikilince, o kibirle ’Mısır’ın mülk ve saltanatı ve bu nehirler’ benim değil mi?" diye sordu. (43/Zuhruf, 51) Firavun, kendini Mısır’ın tanrısı bilirdi, mutlak iktidara sahipti ve sular altında kalıp son nefesini verinceye kadar hastalanmamış, dişi bile ağrımamıştı.

Hz. Musa "Hayır! Mülk, servet ve iktidar Allah’ındır" dedi ve kölelerle birlikte nehirleri özgürleştirdi.

Bugün de Nil’in kızı "develerin devrimi"yle ayakta. Mısır’a, Nil’e ve yeryüzüne el koyanlara karşı kahredici sesini yükseltiyor. Sabırlı, uysal, tahammülkâr, yüzü yumuşak ve çok namaz kılan Mısırlılar ayakta.

Develerin devrimi kimin olacak?

Bu sorunun cevabını Nil’in kızı verecek! Eğer Medine’ye ilk girişinde Hz. Peygamber (sas)’in devesi Kasva’nın yaptığı gibi ayağa kalkmış develer, münafıkların reisi Abdullah Ubeyy bin Selul’un değil de, imanından ve sadakatinden başka hiçbir şeyi olmayan Eba Eyyub el Ensari’nin evinin önünde durursa, bilin ki Kahire, Allah’ın ’kahhar’ isminin tecellisiyle zorbaları, katilleri, hırsızları ve yeryüzünün kibrini kahredecektir.

Nil’in kızı! Deveni İbn Selul’un evinden uzak tut, Eba Eyyub’un evine doğru sür!





Sayı: 86 | Tarih: 30.01.2011
Ahmet Hakan
Arınç'ın seks ve alkol çıkışına dair
1219 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Mısır’da İslamcıları dışlamanın imkanı yok
1117 Okunma
Tayibet Erzen
Ebubekir Sifil
Müslümanlık ve İlerleme
1078 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Mehmet Şevket Eygi
Cami Minberinden M. Kemal Paşa'ya Dua
1055 Okunma
Emine Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Muktedir olamamak
1038 Okunma
9 Yorum
Süleyman Karagülle
Zülfü Livaneli
18 yılın ardından sevgili Uğur’a mektup
935 Okunma
Ali Bülent Dilek