Neyin kavgası
1461 Okunma, 12 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Neyin kavgası




- Her ülkede her zaman bazı sorunlar vardır. Ancak bunları iki ayrı kategoride incelemek gerekir. Birincisi asıl sorun, ikincisi bunlardan kaynaklanan ikinci derecede sorunlar. Mesela biz Kürt sorununu her zaman önemsedik ve bunun geleceğimizi etkileyeceğini düşündük. Burada Kürt sorununun önemsiz olduğunu söylemiyorum ama onun daha büyük bir projenin aracı olduğunu düşünüyorum.

- Türkiye değişik halklardan oluşan Türk ulusunun devletidir. Kürt sorunu yoktur, Türk halklarının sorunu vardır. Bu sorun ancak nüfus 1 milyondan az 300 binden çok olan illere tam özerklik verilmesiyle sağlanır. Topluluk içinde hür yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Topluluk hürriyetleri kısmak için değil hürriyetleri sağlamak için vardır. Alt kuruluşların üst kuruluşlar içinde hürriyetleri vardır.

 

- Dünyaya yön veren büyük güçler herhangi bir halkın hakları ve talepleriyle ilgilenmezler ancak bunları bir kenara not edip gerektiğinde kendi projelerinin gerçekleşmesinde bir araç olarak kullanırlar.

- Gün gelince dev güçler yenilir ve birden çökerler, İstiklal savaşımız bir rastlantı değildir. 1 mart teskeresi bir galibiyettir. Obama Putin bir yere hazırlıktır. Dünya artık sömüren ve sömürülen değil hakkı üstün tutanlar ile kuvveti üstün tutanların savaşı içinde üçüncü uygarlığını kuracaktır. Baş aktöre Adil Düzen taraftarlarıdır. Şimdilik Türkiye’dir.

 

- Türkiye dünyadaki güç dengelerinde göz ardı edilemeyecek kapasitede bir ülkedir ve büyük güçler ülkemizdeki her soruna bizi kendi projelerine uygun hale getirmek için müdahale ederler. Ülkemizde yaşanan darbelerin hepsini, komplo teorisi üretiyor ithamını göze alarak, bu açıdan değerlendirdim.

- Türkiye takdir-i ilahî ile III. bin yıl uygarlığını kurmakla görevlendirilmiştir. Tanzimat cumhuriyet inkılapları. Latin alfabesi, Adil Düzen’in Türkiye’de doğması, Papalığın Türkiye yanında yer alması bunun habercileridir.

   

- Dünyada yeni bir denge kurulduğunu ve bir dünya savaşının sonuçlarıyla kıyaslanacak değişiklikler yaşayacağımızı ifade ettim ve savaşın sonucunu belirleyecek meydan muharebesinin ülkemizde gerçekleşeceğini söyledim. Yani Türkiye’nin konumu yeni dengenin biçiminin belirlenmesinde etkili olacaktı.

Sürekli sorun yaratan ve gerçekleşen her isteklerinin arkasından yenilerini ileri süren Kürt siyasetçiler Cumhurbaşkanımızın Diyarbakır seyahatinin en iyi şekilde gerçekleşmesini sağladılar. Bunun anlamı cumhurbaşkanımızın etkili olacağı bir siyasi iktidarla uyum içinde olacaklarıdır.

- Kürtlerin hatta PKK’nın sorunları yoktur. Sorun bizim düzen sorunumuzdur. Bir yer arızalanınca ağrır. Beni tedavi et der. PKK sorunu da böyle bir sorundur. Düzenin yaşlanmasından doğan sancılardır. Yeni düzen istemektir. Doğum sancılarıdır.

 

- Bunu yadırgamıyorum sadece Kürt siyasetçilerin tercihlerinin ne olacağını gösterdiğini söylüyorum. Bu cumhurbaşkanlığı seçiminde BDP’nin tercihini de belirlemektedir.

- Türkiye’ye Adil Düzen getirmek istiyorsak Adil Düzen kabul eden bir generali cumhurbaşkanı yapmalıyız. Gül Erdoğan Arınç Erbakan dörtlüsü, Adil Düzen’i kurmak için çalışmalıdırlar. Akevler’den başka çalışanı olmadığına göre mutlaka bizimle işbirliği haline gelmelidirler. Başka çıkar yolları yoktur.

 

- Türkiye’nin vizyonu, başkanlık sistemine geçersek daha güçlü bir biçimde hissedilecek olan cumhurbaşkanlığı seçimi ile belirlenecektir. Bu nedenle tüm çabalar bu seçime odaklandı. Cumhurbaşkanı seçimi ile bu seçimin bir ilişkisi yoktur. Referandum cumhurbaşkanı seçimini AK Parti’ye garantilemiştir.

- CHP ve MHP tüm eleştirilerini Erdoğan’ın şahsına yöneltiyorlar ve izlenen politikalardan daha çok onun kişiliğini itibarsız kılmaya uğraşıyorlar. Bu, cumhurbaşkanlığı seçimi ile belirlenecek. Türkiye imajının nasıl olması gerektiği konusundaki düşüncelerini ifade etmektedir. Sömürü sermayesi göstermelik siyaset, göstermelik ilim, göstermelik din ve göstermelik firmalarla dünyayı yönetmek istiyor. Yalancının mumu yatsıya kadar sürer. Bir gün göreceksiniz bu yazdıklarınız herkes tarafından okunacak ve artık sömürüden kurtulma yolunu öğrenmiş olacaktır. Sermaye şimdi yokluğa mahkum etmiş kimseye okutmuyor. Yakında okuyacaksınız. O zaman saldırıya geçecektir böylece reklamını yapmış olacaktır. Günü gelmiştir demektir.

 

- Sözlerimin hiçbiri ne bir eleştiri ne de bir tercihtir. Sadece durum tespiti yapmaya çalışıyorum.

- Durum tespiti yetmez çözüm üretilmelidir. Siyaset belirtilmelidir. Bütün bloklarla eşit yakınlıkta olarak bloklar arası barışın merkezi olmalıyız.

 

- Kürt sorununun sınırları çizilmiştir. Eğer uygun bir yönetim olursa bugüne kadar sağlanan kimlik ve kültür talepleri yeterli olacaktır. Eğer yönetimi benimsemezlerse ne versen yetmeyecektir ve en uç çözüme razı olsak bile çatışmayı tercih edeceklerdir.

- Bizimle Kürtler savaşmıyor. Nefsimiz savaşıyor. Biz Adil Düzen getirmedikçe ne Kürt ne de PKK sorunu çözülür.

 

- Ancak daha büyük bir sorun her çözümü geçersiz kılabilir. Artık dünyadaki güç odaklarını tanımlayamıyoruz. Mesela bir tek ABD’den ve onun politikasından söz etmek mümkün değil. Orada birbiriyle çatışan güçler var ve henüz kimin kazandığı belli değil. AB muhtemelen dağılacak ve onların ortak bir politikasından söz edemeyiz. Her ülke kendi hesabına projeler uyguluyor. Bu nedenle iç politikamızda etkili olanlar çok sayıda ama hepsinin etkileri sınırlı. Türkiye eğer yönetimde birlik ve bütünlük sağlayabilirse sorunlarını çok kolay çözer ve üzerinde oyun oynanan bir ülke olmaktan kurtulur.

- Türkiye’nin sorunlarını çözmek istiyorsak Cumhurbaşkanı asker yapmalıyız. Millî mutabakat hükümeti kurmalıyız. Siyasî partilere aldıkları oyları nispetinde ilim adamının katılması ile anayasa yüksek kurulu kurmalıyız. 50 yıllık bir plan içinde aşamalı olarak geçmeliyiz.

 

• Neyin kavgası 1 Ocak 2011 Cumartesi

Etkili güçler ayrımcılıklardan yaralanırlar. Türkiye etkin güçlerin göz diktiği yerdir. İhtilâlları onlar tertiplediler. Savaş Türkiye’de cereyan edecek ve etkili olacağız. Kürtler cumhurbaşkanımızı iyi karşıladılar. Başkan seçiminde etkili olacaktır. Seçim önemli. CHP MHP’ye hatırlatma. Sorun çatışmaya varabilir. Etkin güçler savaşı devam ermektedir. Türkiye etkin olabilir.

Özet Yorum:

İnsanlık uygarlaşan varlıktır. Doğuda hukukta yenilik yapılır. Sosyal yapı gelişir. Batı bunu alır tekniğe uygular ekonomi gelişir. Her uygarlık yaşlanır ve çöker. İslam uygarlığı çökmüş yeniden oluşmakta, Batı uygarlığı zirvede çökmektedir. Yeni düzen gelmedikçe sorun çözülmez.

 

• Hedef ve metot 26 Aralık 2010 Pazar

Filistin’i savaşsınlar diye destekledik. Arafat kahraman değil servet yığan imiş. Kürtlerin sorunu çözmek için sorun olmayanlar sorun yapılıyor. Sorun aş ve iş sorunudur. Kullanıyorlar. Çok çocuk mu? Uygar çocuk mu? Üreten mi? Sokak adamı mı? Devlet yapmalı cevap bile vermemeli.

Özet Yorum:

Kur’ân diyar-ı küfrde olanların desteklenmesini değil, muhacir olarak kabul edilmesini emreder. Savaş, yönetenlerin zengin olmaları ve kalmaları için sona erdirilmiyor. Kürtlerin sorunu yok, tüm Türkiye’nin sorunları var. Aş sorununu ön ödemeli sipariş kredisiyle, iş sorununu işvereni borçlandırarak çalışana faizsiz icrasız kredi vermeyle çözülür. Kullanıyorlar. Kullanmalarına imkan sağlıyoruz. Çok çocuk uygarlaşmaya mani değildir. Aksine uygarlaşmanın müşevviğidir. Sokakta satıcılık şereftir. Devlet yapmalı cevap bile vermemeli.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
04.01.2011
03:38

DİKKATİMİ ÇEKİYOR; ÜSTAD’IN VE MAHİR KAYNAK’IN YAZILARI YORUMLANMIYOR VEYA YORUMLANAMIYOR!!!

MAHİR KAYNAK’IN BAŞKA SİTELERDEKİ YAZILARI DA YORUMLANMIYOR!!!

ACEP NEDENDİR?!.

NEYSE; BEN YİNE ÜSTAD’IMA DÖNEYİM...

ARD ARDA BİRKAÇ YAZI İKTİBAS EDECEĞİM...

ÜSTAD

"YENİ DÜZEN; ADİL DÜZEN",

"YENİ DÜNYA DÜZENİ; ADİL DÜNYA DÜZENİ",

"YENİ MEDENİYET; ADİL DÜZEN MEDENİYETİ" DİYOR YA;

BİRİNCİ KAVRAMLARI BAŞKALARI DA SÖLEMEYE BAŞLADI, ÜSTAD’IN YILLAR YILI TEKRARLARINDAN SONRA!!!

ZAMAN’DAN (MÜMTAZ’ER) BİR YAZAR BUGÜN "YENİ TÜRKİYE" DEMİŞ!!!

İŞTE O YAZI:

Mümtaz’er Türköne

Yeni Türkiye’nin doğum sancıları

Yeni bir Türkiye inşa ediliyor. 2011 yılı, bu restorasyon döneminin başlangıç yılı olacak. 2007’den bugüne, medd ü cezirlerle ’eski düzen’in yerle bir olduğu bir ara dönem yaşadık. Şimdi artık eskisi dünde kaldı. Yenisi ise henüz ortada yok. Öyleyse hep birlikte inşa edeceğiz.

2007, 27 Nisan e-muhtırası, 27 Mayıs 1960’tan beri devam eden askerî vesayet düzeninin, ateşin sönmeden önce son bir kez canlanması gibi sonunu getirdi. Hükümet bildiriyi iade etti ve dönem kapandı. Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davasıyla almaya çalıştığı rövanştan, yıkıntının altında herkesin kalacağının anlaşılması üzerine vazgeçildi. Ancak hükümet ve parlamento üzerine bir yargı ipoteği kondu. 12 Eylül 2010 referandumu, bu ipoteği kaldırdığı gibi, eski düzenin iktidar dayanaklarını da birer birer devirdi. Şimdi eski düzenin enkazı karşımızda duruyor. Bu enkaz, haziran seçimlerinde kaldırılacak. Sonrasında Türkiye esaslı bir restorasyon sürecine girecek.

Eski düzeni yıkan, enkazını temizleyip yenisini inşa edecek olan ana aktör AK Parti. Ancak diğer aktörler de, kurulmakta olan yeni düzeni biçimlendirmek ve kendilerine emin bir yer edinmek için hamleye giriştiler bile. CHP’nin lider değişikliği ile bu seçimde girmesi gereken yepyeni rota, temsil ettiği kitlelerle birlikte bu partiyi oyun kurucular arasına yerleştirecek. PKK’nın ilan ettiği ateşkes ve sürdürdüğü ısrarlı diyalog, Kürt siyasetine bu restorasyon sürecinde geniş bir alan açıyor. Büyük sermayenin statükodan umudunu kesip, TÜSİAD liderliğinde demokratik ve çoğulcu bir ülke için aktif roller üstlenmesi, sermayenin kendisinden beklendiği gibi zamanın ruhunu yakaladığına bir işaret olarak kabul edilmeli. Alevi sorununun giderek daha fazla dillendirilmesi, Alevî örgütlerinin geliştirdiği sivil inisiyatif, din-devlet ilişkilerinin özgürlükçü bir yapıya dönüşümünü zorluyor. Eşzamanlı olarak Diyanet’te reform tartışmaları, yeni düzenin belki de en önemli işaretlerinden biri. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkezde yer aldığı ve Alevîlerin şikâyetçi olduğu ’devlet dini’ modelinin değişmesi, başka birçok şeyin de değişmesine yol açacak.

Devlet iktidarı ile halk arasında yeni bir toplum sözleşmesi imzalanacak. Yeni anayasa, yeni düzeni bütün yeni denge ve fren mekanizmaları ile kurallara bağlayacak. Seçimden sonra girişilecek yeni anayasa hazırlıkları, muhtemelen uzun bir süre alacak. Çünkü bu anayasanın uzun zaman alan ve sabırla işlenen demokratik yöntemlerle vücuda getirilmesi artık uzlaşılabilecek yegâne seçenek.

Yeni düzen, devlet içindeki iktidarı AK Parti’nin ele geçirmesi anlamına gelmiyor. Yepyeni bir düzen kuruluyor. AK Parti hem kendisine hem de temsil ettiği kitlelere emniyetli bir alan ararken, herkes için verimli, güvenli ve işleyen bir düzenin inşasına önayak olmak zorunda. 8 yıllık AK Parti iktidarı, korkulanın aksine sekülerleşmeyi hızlandırdı; çünkü peşine taktığı çoğunluğu çoğulcu-özgürlükçü düzenle uzlaştırdı. Değişim iktidar rollerinin değişimi değil; hiyerarşik, disiplinli, özgürlükleri sınırlayan ve güvenlik merkezli bir devletin yerine rekabetçi, çok renkli ve özgüveni çok yüksek bir topluma hizmet veren bir devlet düzenine geçilecek.

Kürt sorununun çözümü, bu çözümü kalıcılaştıran düzenlemelerle birlikte Türkiye’nin yanı başımızda akıp giden çağa uygun ulus-devlet yapısını güçlendirecek. Ulus devlet bir türlü ateşi sönmeyen terör yıllarında tehdit altındaydı. Kürtlerin yeni düzende eşit vatandaşlar olarak rızalarının alınması, güçlü entegrasyon kanallarını da harekete geçireceği için Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü kuvvetlenecek.

Restorasyon dönemi, eskinin artık muhâl olduğu, yeninin de henüz yükü taşımaya başlamadığı bir geçiş dönemi. Bünyenin en hassas olduğu dönem. Bazı savrulmalar elbette olacaktır; ama tarih yapan mimarlar bu zaaflarla baş edecek güç ve birikimde görünüyor. Çok şey gördük yaşadık. Yeni mimari için hepimiz birikimliyiz.

m.turkone@zaman.com.tr 04 Ocak 2011, Salı

Reşat Nuri Erol
04.01.2011
03:42

SİTEYE "YORUM" EKLEMEK BAZEN ÇOK ZOR OLUYOR...

ÖNCEKİ YORUMU BİRKAÇ DENEMEDEN SONRA GÖNDEREBİLDİM...

LÜTFİ KARDEŞ’E SORUYORUM:

-ACEP NEDENDİR?!.

"YENİ DÜZEN"DEN... " YENİ DÜNYA DÜZENİ"NDEN BAŞLAMIŞTIM...

ÖYLE DEVAM EDEYİM...

"YENİ DÜNYA DÜZENİ", "YENİ TÜRKİYE DÜZENİ" VE

"YENİ TÜRKİYE"...

Yeni dünya düzeninin temel taşı Türkiye’dir

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ankara’da biraraya gelen 180 büyükelçiye dış politikanın yeni manifestosu niteliğinde bir konuşma yaptı. Bir düzensizlik varsa, bu düzensizliği ilk sorgulayacak ülkelerin başında Türkiye’nin geleceğine dikkat çeken Ahmet Davutoğlu, "Eğer yeni bir düzen kurulacaksa, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna gücümüz yeter" diye konuştu.

ASLIHAN ALTAY KARATAŞ / ANKARA

Üçüncü Büyükelçiler Konferansı’nın açılışını yapan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, konferansa katılan 180 büyükelçiye Türkiye’nin yeni dış politikasının manifestosu niteliğinde bir konuşma yaptı.

Türkiye’nin yeni dış politikasının sadece tepki veren olmayacağını, ’vizyon’ üreteceğini ilan eden Ahmet Davutoğlu 1 saatlik konuşmasında şu mesajları verdi:

EVET, GÜCÜMÜZ YETER

"Biz bekleyip yeni düzen oluştuktan sonra tepki veren ülke olamayız. Bunun bedelini I. Dünya Savaşı’nda yaşadık. Eğer bir düzensizlik varsa, bu düzensizliği ilk sorgulayacak ülkelerin başında geleceğiz ve eğer yeni bir düzen kurulacaksa, o düzenin temel taşını atan ülkelerin başında geleceğiz. Buna hakkımız var, buna tecrübemiz var, buna gücümüz de yeter. Bu kadar iddialı bir söylem dile getirdiğimizde hemen tepki veriliyor: ’Gücünüz yeter mi?’ Evet, yeter."

YENİ ROL ’AKİL ÜLKE’

"Yeni dönemde Türkiye’nin rolü ’akil ülke’ rolüdür, dünyada, küresel olaylarda sözü dinlenen, olayları önceden gören, o olaylara tedbir oluşturan, o olaylar için alternatif çözüm üreten akil bir ülke. Biz şunu istiyoruz: ’Eğer bir gün uluslararası toplum bir akil ülkeler grubu oluşturmuş olsaydı, onun başına ülkemizin yerleştirilmesi gerekirdi’ imajının bütün dünyaya duyurulması."

KOMPLEKSİ YIKALIM

"Gelecek küresel kültüre en özgün katkıyı sağlayacak aydın ve devlet adamlarının Türkiye’den çıkacağına inanıyorum. Ama bunun için öncelikle bize yerleştirilmek istenen (tabirimi mazur görün) aşağılık kompleksini, yıkmak zorundayız. Bize biçilen rolleri, bize biçilen elbiseleri dar gördüğümüzü dünyaya ilan etmek zorundayız. İsterse buna eksen kayması tartışması densin isterse başka türlü. Tarih sahnesine biz çıktığımızda bizimle birlikte bir tarih konuşacak. Bütün kadim konuşacak, bütün modernite konuşacak."

İTFAİYE ERLERİ DEĞİL ŞEHİR PLANCISI OLUN

Vizyoner diplomasi ile sadece tepki vermeyip çözüm ve vizyon üreteceklerini belirten Davutoğlu, Türk diplomatları için Hariciye içinde yerleşmiş bir tanım bulunduğunu, "Türk diplomatının bir itfaiye eri gibi olduğunun ve birçok kriz alanında koşmak durumunda kaldığının" anlatıldığını hatırlatarak, buna örnek olarak Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Ertuğrul Apakan’ın, Mavi Marmara saldırısının hemen ardından sabah 5’te uyandırılması ve BM Güvenlik Konseyi’nin acil toplantıya çağrılması sürecini anlattı. Apakan’ın bir itfaiye eri çabukluğuyla BM’ye ulaştığını belirten Davutoğlu, bütün temsilciliğin aldıkları talimatı yerine getirmek üzere sabah çok erken saatlerde BM’de hazır olduklarını hatırlatan Davutoğlu, Bakanlığın organik bir bütün gibi hareket etme yeteneğinin bu olay ile çok iyi sergilendiğini, bunun övünülmesi gereken bir refleks olduğunu bildirdi. Davutoğlu konuşmasını şöyle sürdürdü: "Ama biz önümüzdeki dönemde sadece itfaiye erleri istemiyoruz. Evet itfaiye erleri gibi her yere koşturacak dinamizmde bir bakanlık istiyoruz ama daha fazlasını da istiyoruz. Diplomatlarımızı yangın çıkmasını engelleyecek şehir planlamacısı olarak da görmek istiyoruz."

Reşat Nuri Erol
04.01.2011
03:50

SERDAR ARSEVEN "GENELKURMAY BAŞKANI"NA GÜZEL BİR ÖNERİ YAZMIŞ...

ÜSTAD’IN BİR KISIM ÖNERİLERİYLE ÖRTÜŞEN BİR ÖNERİ...

ÖNERİNİN ÖNEMLİ BİR EKSİĞİ VAR;

TAMAMLIYORUM...

ÜSTAD’A GÖRE;

"CUMA NAMAZI"NA SADECE GENELKURMAY BAŞKANI VE KUVVET KOMUTANLARI DEĞİL, BAŞÖRTÜLERİNİ TAKARAK "HANIMLARI" DA GİTMELİ VE

BU VESİLEYLE "BAŞORTÜSÜ SORUNU" DA

BİR ÇIRPIDA SONA ERİVERMELİ!..

NE DERSİNİZ;

İKİ İKİLİK DEĞİL "DÖRT DÖRTLÜK" BİR ÖNERİ GİBİ DEĞİL Mİ...

Serdar Arseven - Yeni Akit

2011-01-04

Sayın Genelkurmay Başkanı’mın dikkatine!..

“Terörle mücadeleye sizin tavrınız mı yoksa Said Bilgiç Albay’ın tavrı mı daha fazla katkıda bulunur?..”

Merakta kalmanızı istemem...

Beni böyle bir kıyaslamaya mecbur eden sahneyi anlatayım:

Terörle mücadelenin yoğun olarak sürdürüldüğü dönemde...

Takma adı “Yoğurtlu” olan “Agor” adlı köyümüze katır sırtında bir komutan gider.

Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı köyün “çatışma” sonrası kaybı vardır.

Ziyaret de “taziye” amaçlıdır...

Dönemin Belediye Başkanı Yaşar Özdemir ve Tabur Komutanı, saatler süren “katır sırtı” yolculuğunun ardından “taziye evi”ne varırlar...

Gerisini Başkan Yaşar Özdemir’den dinleyelim mi Paşam:

“Sayın Komutan, köylünün evine girerken eğildi.

Meşakkati göze alarak postalını çıkardı!.. İçeriye çoraplarıyla girdi.

Hane sahiplerine, misafirlere teker teker sarıldı.

Şark köşesinde kendisine gösterilen yere oturdu.

Komutanın bu tavrı, o güne kadar evlerine postalla girenlere alışmış olan insanımız üzerinde müthiş etkili oldu.

Kendisi ayrıldıktan sonra köylüler arasında, ‘ilk defa bir komutanın postal çıkarttığını görüyoruz, helâl olsun adama’ konuşmaları geçti.

Hele komutan, her Cuma vatandaşla birlikte namaz kılmaya özen göstermez mi...

Büsbütün sevgilisi haline geldi Hizanlı’nın.

Kendisinin başka yere tayini çıktığında, binlerce vatandaş toplanıp ‘Tabur komutanımızı göndermeyin’ gösterisi yaptı. Vatandaş bir komutanı severse böyle sever. Ve komutanın böylesini sever!..”

Evet, evvelce de aktardığımız hadise aynen bu şekilde...

Sayın Genelkurmay Başkanım:

Bildiğiniz üzere, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Diyarbakır ziyaretinde vatandaşla “omuz omuza” namaz kıldı.

Cuma namazı..

Bu tavır “terörle mücadele”yi nasıl etkiler?..

Hemen ifade edeyim; bugüne kadar neredeyse “devlet düşmanı” kıvamında mesajlar gönderen bazı okuyucularımın mailleri, bu tavrın son derece olumlu karşılandığını gösteriyor.

Şimdiiii....

Ya Paşam, Sayın Paşam;

Vatandaş istiyor işte:

“Bizim Genelkurmay Başkanımız, Kuvvet Komutanlarımız birer Müslüman olduğuna göre...

Ve dahi...

Cuma namazı, bir Müslüman için ihmal edilemez bir görev olduğuna göre...

Cuma namazı, ancak toplu olarak ifa edilebilen bir ibadet olduğuna göre...

Bizim komutanlarımızla Cuma namazlarında omuz omuza olsak!..”

İşin terörle mücadele boyutu:

“Komutanlarımız mesela Diyarbakır’da vatandaşla omuz omuza Cuma namazı eda etse iyi olmaz mı?”

Ve...

“Terör örgütü”nü rahatsız etmez mi?..

Biz burada elçi pozisyonundayız; vatandaş soruyor, biz de ilgililere iletmekle iktifa ediyoruz.

Kimseyi zorla Cuma’ya götürecek halimiz yok.

İşte;

Komutanlarımızı “istihdam eden” vatandaşımız, müstahdemiyle aynı safta buluşmak istiyor.

Aynı kubbe altında.

Tabii...

İnanç meselesi ayrı; kimse inancından, kanaatinden dolayı sorgulanamaz.

Amma velâkin;

Vatandaşın da “soru yöneltme” hakkı var.

“Niçin diyor” vatandaş...

“Niçin olmuyor?..”

Bence olmaz değil.

Türk Silahlı Kuvvetleri pekala “cami açılımı” yapabilir.

Ve dahi;

“Kıraathane açılımı” da yapabilir.

Ne olacak ki;

Vatandaşla “camide, kıraathanede” bir araya geleceksin.

El ele, gönül gönüle olacaksın.

Ev ziyaretlerinde bulunacaksın; postalını çıkartmak için eğileceksin vatandaşın önünde...

Kimsenin “Laikliğe aykırı olur” diyeceğini sanmıyorum.

“Laiklik dinsizlik değil” zira!..

Serdar Arseven - Yeni Akit

sarseven@hotmail.com 2011-01-04

Sayın Genelkurmay Başkanı’mın dikkatine!..

“Terörle mücadeleye sizin tavrınız mı yoksa Said Bilgiç Albay’ın tavrı mı daha fazla katkıda bulunur?..”

Merakta kalmanızı istemem...

Beni böyle bir kıyaslamaya mecbur eden sahneyi anlatayım:

Terörle mücadelenin yoğun olarak sürdürüldüğü dönemde...

Takma adı “Yoğurtlu” olan “Agor” adlı köyümüze katır sırtında bir komutan gider.

Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı köyün “çatışma” sonrası kaybı vardır.

Ziyaret de “taziye” amaçlıdır...

Dönemin Belediye Başkanı Yaşar Özdemir ve Tabur Komutanı, saatler süren “katır sırtı” yolculuğunun ardından “taziye evi”ne varırlar...

Gerisini Başkan Yaşar Özdemir’den dinleyelim mi Paşam:

“Sayın Komutan, köylünün evine girerken eğildi.

Meşakkati göze alarak postalını çıkardı!.. İçeriye çoraplarıyla girdi.

Hane sahiplerine, misafirlere teker teker sarıldı.

Şark köşesinde kendisine gösterilen yere oturdu.

Komutanın bu tavrı, o güne kadar evlerine postalla girenlere alışmış olan insanımız üzerinde müthiş etkili oldu.

Kendisi ayrıldıktan sonra köylüler arasında, ‘ilk defa bir komutanın postal çıkarttığını görüyoruz, helâl olsun adama’ konuşmaları geçti.

Hele komutan, her Cuma vatandaşla birlikte namaz kılmaya özen göstermez mi...

Büsbütün sevgilisi haline geldi Hizanlı’nın.

Kendisinin başka yere tayini çıktığında, binlerce vatandaş toplanıp ‘Tabur komutanımızı göndermeyin’ gösterisi yaptı. Vatandaş bir komutanı severse böyle sever. Ve komutanın böylesini sever!..”

Evet, evvelce de aktardığımız hadise aynen bu şekilde...

Sayın Genelkurmay Başkanım:

Bildiğiniz üzere, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, Diyarbakır ziyaretinde vatandaşla “omuz omuza” namaz kıldı.

Cuma namazı..

Bu tavır “terörle mücadele”yi nasıl etkiler?..

Hemen ifade edeyim; bugüne kadar neredeyse “devlet düşmanı” kıvamında mesajlar gönderen bazı okuyucularımın mailleri, bu tavrın son derece olumlu karşılandığını gösteriyor.

Şimdiiii....

Ya Paşam, Sayın Paşam;

Vatandaş istiyor işte:

“Bizim Genelkurmay Başkanımız, Kuvvet Komutanlarımız birer Müslüman olduğuna göre...

Ve dahi...

Cuma namazı, bir Müslüman için ihmal edilemez bir görev olduğuna göre...

Cuma namazı, ancak toplu olarak ifa edilebilen bir ibadet olduğuna göre...

Bizim komutanlarımızla Cuma namazlarında omuz omuza olsak!..”

İşin terörle mücadele boyutu:

“Komutanlarımız mesela Diyarbakır’da vatandaşla omuz omuza Cuma namazı eda etse iyi olmaz mı?”

Ve...

“Terör örgütü”nü rahatsız etmez mi?..

Biz burada elçi pozisyonundayız; vatandaş soruyor, biz de ilgililere iletmekle iktifa ediyoruz.

Kimseyi zorla Cuma’ya götürecek halimiz yok.

İşte;

Komutanlarımızı “istihdam eden” vatandaşımız, müstahdemiyle aynı safta buluşmak istiyor.

Aynı kubbe altında.

Tabii...

İnanç meselesi ayrı; kimse inancından, kanaatinden dolayı sorgulanamaz.

Amma velâkin;

Vatandaşın da “soru yöneltme” hakkı var.

“Niçin diyor” vatandaş...

“Niçin olmuyor?..”

Bence olmaz değil.

Türk Silahlı Kuvvetleri pekala “cami açılımı” yapabilir.

Ve dahi;

“Kıraathane açılımı” da yapabilir.

Ne olacak ki;

Vatandaşla “camide, kıraathanede” bir araya geleceksin.

El ele, gönül gönüle olacaksın.

Ev ziyaretlerinde bulunacaksın; postalını çıkartmak için eğileceksin vatandaşın önünde...

Kimsenin “Laikliğe aykırı olur” diyeceğini sanmıyorum.

“Laiklik dinsizlik değil” zira!..

Reşat Nuri Erol
04.01.2011
03:58

ÜSTAD HEP NE DER, NEYİ HATIRLATIR?

TÜRKİYE’NİN DÖRT ANA/TEMEL SORUNU VAR:

1- İŞSİZLİK...

2- DIŞ BORÇLAR...

3- ADİL OLMAYAN YARGI...

4- VE MİLLÎ OLMAYAN MEDYA...

BUGÜNKÜ GÜNLÜK OKUMALARIMDA, MEDYA İLE İLGİLİ BİRKAÇ YERDE BENZER GELİŞMELER OLACAĞI İLE İLGİLİ HABER VE YORUMLAR/YAZILAR OKUDUM...

EN DETAYLISINA "GÜNEŞ" GAZETESİNDE RASTLADIM...

DARISI "MİLLÎ MEDYANIN BAŞINA" DİYEREK,

YAZIYI İLGİLENENLERİN DİKKATLERİNE SUNUYORUM...

Talat Atilla, Güneş gazetesi, 4.1.2011

Berberoğlu, Özkök’ün yerinde yazılarına başlıyor, Özkök gidiyor!

Hürriyet’te yine ilginç gelişmeler yaşanıyor. Hürriyet yönetimi Aydın Doğan’la hükümet arasındaki nazik duruma uygun yayın politikasını oturtmaya çalışıyor. Şimdilik tek yol kazası Nuray Mert’te yaşandı. Mert, Doğan Grubu’nda pek yaşanmayan bir ifşaatla, Hürriyet’ten ayrılmasını gazetenin Ankara temsilcisi Metehan Demir’in hükümetle yakın ilişkilerine bağladı ama ortaya somut bir kanıt da sunamadı. Nuray Mert’in Metehan Demir’e attığı henüz ispatlanamayan bir ’mesleki çamura’ rağmen aynı grubun diğer gazetesi Milliyet’te yazacağı söyleniyor. Burada üç ihtimal var;

Ya Nuray Mert’in iddiaları doğru, ya Doğan Grubu Mert’in daha fazla konuşmasından endişeli, ya da Milliyet yönetimi Enis Berberoğlu’nun güç havuzundan bağımsız bir kulvarda...

Neyse.

Doğan Grubu’nda yaşanan diğer gelişmeler Nuray Mert olayından çok daha önemli.

Enis Berberoğlu tabiri caizse, yayın yönetmenliğindeki ’çaylaklık’ günlerini hızla geride bırakıyor. Berberoğlu’nun Hürriyet’te deprem meydana getirecek planları var.

Enis Berberoğlu, Şubat ayı içerisinde köşe yazılarına başlamayı hedefliyor. Üstelik yazı yazmak istediği yer şu anda Ertuğrul Özkök’ün köşe yazdığı sütun...

Özkök’ün köşesinde yazmanın, yayın yönetmenliğini tescilleyeceğini düşünüyor Berberoğlu...

Hürriyet’in kaptanı yeni yılla birlikte bazı yazarlarla yollarını ayırmak, bazılarına da köşe açmak istiyor. Örneğin; Ankara temsilci Metehan Demir göreve gelmesinin üzerinden 1 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen henüz yazı yazacak 1 santimlik bir yere kavuşamadı. Bu fotoğraf Hürriyet tarihinde bir ilk.

Hürriyet koridorlarında neler olup bittiğini yakından takip eden Özkök bu gelişmeleri yalnızca seyrediyor. Çünkü artık eski gücünde değil. Aydın Doğan’ın mesafe koyduğu, Doğan’ın kızlarının neredeyse hiç görüşmediği Özkök için eski gücü yalnızca nostaljik bir hatıra. Berberoğlu henüz habercilik gücünü gösteremese bile yayın yönetmeni gücünü yavaş yavaş göstermeye başladı. Özkök’le Berberoğlu arasında kalan Fikret Ercan’ın bile Hürriyet’teki geleceğinin sıkıntılı olduğu söyleniyor.

Berberoğlu’nun Özkök gölgesinden önemli ölçüde sıyrılmasında en büyük paylardan birisi, Hürriyet’in İcra Kurulu Başkanı Hasan Yılmaz’a ait.

Berberoğlu ile Hasan Yılmaz’ın arasından su sızmıyor. Moda deyimiyle ’Kanka’lar...

Berberoğlu’nun en sessiz icraatı deneyimli gazeteci Metin Işık’ı kendisine danışman olarak gazeteye alması oldu.

Tüm bu gelişmeler olurken kendi istikbali için her kılığa girebilen Özkök de boş durmuyor tabii. Geçen hafta sessizce yeniden Altaylı ile görüşen devrik yayın yönetmeni, Aydın Doğan’a, ’Gidiyorum!’ mesajı yollamaya çalışıyor ama şu dakikaya kadar Doğan’ın ilgisini çekmeyi beceremedi.

Son söz;

Özkök’ün sabun gibi erimesinin tek suçlusu yine kendisi. Bir türlü yerine geçen Berberoğlu’nu sindirememesi; makam arabası/odasını terk etmemesi, Berberoğlu’nun kulağına gidecek ortamlarda, Berberoğlu’nu rahatsız edecek konuşmalar yapması Hürriyet patronajının alerjisine neden oldu.

Berberoğlu/Özkök savaşını Berberoğlu kazanıyor gibi!

Tabii Özkök şapkadan yine bir tavşan çıkarmazsa!

Ama şu anki görüntüye göre çıkaracağı tek tavşan Habertürk gibi gözüküyor.

***

Bunları bilmiyorsunuz!

Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınan Bardak- oğlu’nun Başbakan Erdoğan’ın Milli Türk Talebe Birliği zamanlarından çok eski dostu olduğunu...

MHP Lideri Dr. Devlet Bahçeli’nin, küskün MHP’lileri kazanmak için genel sekreter Cihan Paçacı’ya tam yetki verdiğini...

Tansu Çiller’in DP liderliği için henüz karar vermediğini, 4-5 gün içinde konuyla ilgili kamuoyuna açıklama yapacağını ama henüz bu açıklamanın içeriğini bitirmediğini... Biliyor muydunuz?

Reşat Nuri Erol
04.01.2011
04:15

Said-i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı mektup

4 Ocak 2011

"Hür Adam" filmi sonrası tekrar gündeme gelen, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı, yıllardır varlığı tartışılan mektup ortaya çıktı.

Bediüzzaman Said-i Nursi’nin 1922’de Atatürk’e yazdığı mektup ortaya çıktı. Daha önce varlığı ve içeriği konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılan mektupta, Nursi, övgü dolu sözlerle Atatürk’e hitap edip nasihatlerde bulunuyor.

Habertürk Gazetesi’nden Güntay Şimşek’in haberine göre bu tarihi mektup, üzerine ’Çok mühim bir mektup’ notu düşülerek, Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde muhafaza ediliyor.

İSLAM ALEMİ KAHRAMANI PAŞA HAZRETLERİ

Mektupta Nursi, önce Atatürk’e "İslam âlemi kahramanı Paşa Hazretleri" olarak hitap ederek, akabinde şu ifadeleri kullanıyor: "Ey şanlı gazi. Zat-ı âliniz hem muzaffer ordunun hem muazzam Meclis’in manevi şahsiyetini temsil ediyorsunuz."

Bediüzzaman, iltifatlarda bulunduktan sonra, "İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum" diyor.

Said-i Nursi 9 Kasım 1922’de ziyaret ettiği Meclis’te Bitlis Mebusu Arif Bey ve arkadaşlarının Meclis Başkanlığı’na yaptıkları başvuruyla kürsüye davet edilir.

Kürsüde Milli Mücadele gazilerini tebriklerini sunup, dua eder. Bu gelişmeler, aynı gün Meclis Zabıt Ceridesi’nin kayıtlarına girer, bir gün sonra Hâkimiyeti Milliye Gazetesi’nde de haber olur. Fakat dua ve tebrik dışında uzun bir konuşma söz konusu değildir.

Yılların tartışma konusu olan, 88 yıldır orijinal hali bilinmeyen ve ilk defa ortaya çıkan bu tarihi mektubun 10 nasihatlik bölümü, Atatürk’e özel olarak hitap ettiği ifadeler çıkarılıp, bazı değişiklikler yapılarak Bediüzzaman’ın ’Tarihçe-i Hayat’ kitabında yayınlanmış. Ancak, çeşitli kaynaklarda Bediüzzaman’ın Meclis’te 9 Kasım 1922’de yaptığı konuşma olduğu zannedilen 10 maddelik metin ile bu mektup arasında çok farklılık var. Tarihçe-i Hayat kitabının 124-125-126-127 No’lu sayfalarında, milletvekillerinde dine karşı gördüğü lakaytlık sebebiyle on maddelik beyanname neşredip, dağıttığı belirtiliyor.

NAPOLYON’U DEĞİL SELAHADDİN EYYUBİ’Yİ ÖRNEK AL

Bediüzzaman, bu mektubu Meclis ziyaretinden kısa süre sonra, 23 Kasım 1922’de yazar.

Mektubunda, Atatürk’e Napolyon’u değil, Selahaddin-i Eyyubi gibi İslam kahramanlarını örnek alması gerektiğini hatırlatan Nursi, "Sizin bu başarınızı ve büyük hizmetinizi takdir eden ve sizi çok seven müminler, sıradan ama sağlam Müslüman’dırlar. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardırlar" diye devam eder.

Yıllardır varlığı tartışılan bu mektup Bediüzzaman’ın Atatürk’e yazdığı ilk ve son mektuptur. İlk defa Habertürk’ün ulaştığı bu mektuptan sonra bu konudaki tartışmalar da farklı boyut kazanacaktır.

Reşat Nuri Erol
04.01.2011
14:13

ERTUĞRUL ÖZKÖK’TEN AL "MEDYA HABERLERİNİ" !!!

YUKARIDA "MİLLÎ OLMAYAN MEDYA" İLE İLGİLİ YAZDIKLARIMI BİR DE BURADAN OKUYUN...

EVET, "MİLLÎ OLMAYAN MEDYA" YENİ GELİŞMELERE GEBE...

RNE

İşte Ertuğrul Özkök’ün derin planı!

Özkök, kovulacağı haberlerinin çıktığı gün operasyonunun arkasında Gülen cemaatinin olduğunu ileri sürdü.

ROTAHABER / ÖZEL

Dün akşam internet sitelerinde Hürriyet Gazetesi’nden kovulacağı yolunda haberler yer alan Ertuğrul Özkök, bugünkü yazısında oldukça ilginç bir iddiaya yer verdi. Kendisiyle ilgili yapılacak bu operasyonu öğrendiği anlaşılan Özkök, şok bir iddiada bulunarak medyada yaşanan ve yaşanacak operasyonların arkasında Gülen cemaatinin olduğunu ileri sürdü.

Bugünkü yazısında medyadaki kovulma ve istifaları ele alan Ertuğrul Özkök, "Şu cümleyi özenle bir yere kaydedin.

12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra, Türkiye’de büyük değişimin, asıl medyada devam edeceğini hep birlikte göreceğiz." cümlesiyle başladığı yazısında operasyonların arkasında Gülen cemaatinin olduğunu ileri sürüyor. Özkök, bu iddiasını da yazısının başına yerleştirdiği Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’ye ait bu cümleye bağlıyor.

İLGİNÇ ZAMANLAMA!

Normal zamanda medya operasyonunu anlatan bir analiz olarak değerlendirilebilecek bu yazının, tam da kendisinin Hürriyet’ten kovulacağı yolunda bazı internet sitelerinde haberlerin çıktığı güne denk gelmesi dikkat çekti.

Bu rastlantı, medya kulislerinde, ’Ertuğrul Özkök, kovulmasının yaratacağı olumsuz imajı kırmak için kendisini cemaat mağduru olarak göstermeye çalışıyor’ yorumlarına neden oldu.

ERTUĞRUL ÖZKÖK KOVULMASINI ÖNLEMEYE Mİ ÇALIIŞIYOR?

Ertuğrul Özkök’ün, kovulacağı yolunda haberlerin çıktığı gün köşesinde böyle bir yazıya yer vermesi, Enis Berberoğlu’nun Hürriyet’teki operasyonunu önlemeye yönelik bir hamle olarak da değerlendiriliyor. Özkök’ün, kendisine karşı başlatılan operasyonu önlemek için dışarıya kendisini cemaat mağduru olarak gösterdiği ve bu şekilde Hürriyet okurları ile laik çevrelerden alacağı destekle köşesinde oturmaya devam etmeyi planladığı ileri sürülüyor.

Enis Berberoğlu’nun operasyonunda başarılı olup Ertuğrul Özkök’ü kovması halinde, Özkök’ün son yazısının ise büyük ihtimalle ’Ben size demiştim, bu cemaat operasyonu’ içerikli olması ihtimal dahilinde. Ancak Özkök kovulmazsa, onu kurtaran yazı ise bugünkü yazısı olacak. Bu derin savaştan kimin galip çıkacağını ise zaman gösterecek...

KOVULACAĞI HABERLERİ İNTERNETE DÜŞTÜ!

Ertuğrul Özkök’ün kovulacağı yolundaki haberler dün akşam internete düşmüştü. Haberlerde Enis Berberoğlu’nun köşe yazmaya başlayacağı ve yazacağı köşe olarak da Özkök’ün sütununu seçtiği ileri sürülmüştü. Haberlerde ayrıca, yapılan operasyonun asıl amacının, Enis Berberoğlu’nun Hürriyet’teki kontrolü tamamen eline almak olduğu belirtilmişti.

ROTAHABER / ÖZEL

Reşat Nuri Erol
07.01.2011
02:27

Hüseyin Gülerce’den Ertuğrul’a CEVAP...

’Tebligat’a cevap...

Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, dün benim geçen haftaki yazımdan bir cümleyi alıp, kendince bir felâket senaryosu yazmış. Şöyle diyor: "Şu cümleyi özenle bir yere kaydedin. ’12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra, Türkiye’de büyük değişimin, asıl medyada devam edeceğini hep birlikte göreceğiz...’ Basit bir ’kehanet’ cümlesi değildir bu.

Bu açıkça bir ’tebligat’tır. Yılın son günü adresine ’tebliğ edilen’ bir ’kararı’ ifade ediyor bu cümle. 31 Aralık 2010 günü, Zaman Gazetesi’nde yazıldı. Tebliğ eden kişi Hüseyin Gülerce.

"Ben, Hüseyin Gülerce’nin söylediklerini ciddiye alırım. Çünkü bir karar varsa, o mutlaka bu kararı en iyi bilecek mevkidedir. O cümleyi okudum ve dedim ki: ’Tamam karar alınmış. Sıra infazda...’ Emir ve komuta belli:

’Medya değiştirileceeek... Değiştir...’

Üzüldüm. Hürriyet gibi bir gazetede 20 yıl yayın yönetmenliği yapmış bir insanın, kendi dünyasında bu kadar savrulmuş olmasına, nehir kenarında adeta bir paranoya içine düşüp, ciddi endişelerin ve kaygıların esiri olmasına üzüldüm.

Benim cümlemin öncesi var. Özetle diyorum ki, Türkiye’de vesayet sistemi bitiyor, dolayısıyla vesayete payandalık eden medya zihniyeti, yapısı da bitiyor. Nasıl vesayetin yerini demokratikleşme çabaları alıyorsa, o malum medyanın yerini de; demokratikleşmeye güç veren, özgürlükleri, savunuyormuş gibi yapan değil, gerçekten savunan bir medya dolduracak.

Sayın Özkök’e katılıyorum. Bir karar var ve ben, bu kararı en iyi bilecek mevkide olan insanlardan biri sayılabilirim. Ama ima ettiği gibi o karar, bir merkezin, odağın, organizasyonun kararı değil, milletin kararıdır. Sıkıntı, Sayın Özkök ve onun gibi düşünen çevrelerin, milletin kararlılığını, 12 Eylül referandumundaki "evet"e rağmen, anlamamakta ısrar etmeleridir.

Meramımı izah etmeden önce Sayın Özkök’e tek bir şey hatırlatacağım. Kendileri itiraf ettiler, bugüne kadar desteklediği hiçbir parti seçim kazanamamış. "Ben bilirim" diye anlaşılmasın, benim tuttuğum partiler de şimdiye kadar hiç seçim kaybetmediler. Hep iktidar oldular. Çünkü milletimin değerlerini savundum, sadece milletimize güvendim. Gençliğinden beri benim gibi düşünenler, şimdi seçmenin büyük desteği ile iktidardadır.

Bu ülkede direnç olsa da, engeller çıkarılsa da demokratikleşme mutlaka gerçekleşecek. Koskoca bir millete dayatılan, onu horlayan, küçümseyen, değerlerini yok sayan bir rejimin devamı mümkün değildir. Daha ilerisini söyleyeyim, bu demokratikleşme, milletimizin diriliş davasına güç ve enerji verecektir.

Milletimizin diriliş davası... Sayın Özkök’e bunu da izah etmeliyim. Kimisi dindarlaşma, kimisi muhafazakârlaşma diyor. 19 yaşımdan beri, İstanbul Kapalıçarşı’daki çeşmenin üzerinde Yeniden Milli Mücadele dergisi sattığım günlerden beri, milletimizin diriliş davasına inandım. Ve 60 yaşımda, tahminlerimizin de ötesinde, bu dirilişin rüzgârlarıyla meyveye duran fidanları, bahçeleri görmenin mutluluğunu yaşıyorum, milyonlar yaşıyor. İnsanı, insanlığına dirilten soluklar, sadece ülkemizde değil, dünyanın dört bir köşesinde nice çorak topraklara can suyu gibi gidiyor...

Bu diriliş, kendi mana köklerimize sarılarak, kendi değerlerimiz üzerinde ayağa kalkmaktır. Bütün mesele, dirilişin, kutuplaşma değil, uzlaşma getirmesidir. Çatışma değil, barış getirmesidir. Bu dirilişin, hukukun üstünlüğü ile evrensel insani değerlerle bezenmesidir. Bizi yalnızlaştırması değil, dünya ile entegre etmesidir. Sayın Özkök, suçlamadan, hedef göstermeden önce, içinde Allah rızası, insan sevgisi olan bu dirilişi anlamaya çalışmalıdır.

Evet, bize yeni bir medya anlayışı, zihniyeti lazım. Bunun için de basın meslek ilkeleri uygulansın, medya etiği savunulsun yeter. Umur Talu’nun dediği gibi, "Yalan, manipülasyon, yargısız infaz, sansür, otosansür, haber gizleme, manşet yamultma, iş takibi, kuyu kazma, ihbar etme, tuzak kurma, meslektaş satma, rakip batırma gibi günahlar" terk edilsin yeter...

05 Ocak 2011, Çarşamba

Reşat Nuri Erol
07.01.2011
03:33

BU YIL TASFİYE OLACAK İLK GAZETECİ KİM?

ORAY EĞİN O YAZARIN ŞİFRELERİNİ VERDİ!

"Dikkat ediyor musunuz, birkaç gündür o yazar aleyhine o kadar çok birbirine benzeyen yazı çıkıyor ki... "

Bu yıl tasfiye olacak ilk gazeteci

Geçen sene bu zamanlarda Hürriyet’teki yönetim değişikliğinden dolayı zafer ilan ediyordu yandaşlar. Tam 20 yıl boyunca pek çok tartışmanın hedefinde olmuş, son beş yılda ise açık ve net bir şekilde muhalif tavır almış Ertuğrul Özkök’ü sindiremiyorlardı. Ne yandaş basın ne de onların kumandasını elinde tutan iktidar.

Sistemli kampanyaları sonuç verdi, Ertuğrul Özkök gitti. O günlerde dikkat ettim, aynı koro yeni Genel Yayın Yönetmeni’ne ’Bizim çocuk’ muamelesi yapmaya çok hazırdı. Köşelerden Enis Berberoğlu’na övgü dolu satırlarla beraber ’akıl verme’ çabaları da dikkat çekiyordu. Bir senelik görevinde Berberoğlu onların aklına ihtiyacı olmadığını fazlasıyla gösterdi, onu kulübe katmak isteyenlere de pek yüz vermedi.

Özkök’ün gidişinden sonra yandaşların kelle arzusu bitmedi ne yazık ki... Bu sefer bir zafer kazanmış olmanın hırsıyla bir başka sistemli saldırı için harekete geçtiler.

Oktay Ekşi’yi hedef tahtasına oturttular. Özellikle ’merkezden’ dinci basına devşirilmişlerin tetiklediği bir operasyonla Hürriyet’in başyazarını yıpratma kampanyası başladı. Her fırsatta bir açık aramaya yöneldiler.

Oktay Bey o açığı bir süre sonra kendi kendine verdi ve bir kale daha yıkıldı, Türk basınında istifasıyla bir dönem daha bitti.

Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta saldırıların sistemli olmasıydı. Bir merkezden yönetiliyormuş gibi, bir koro halinde birbirlerine paralel yorumların çıkmasıydı şaşırtıcı olan. Birileri talimat vermiş, düğmeye basmıştı sanki.

Eski bir Hürriyet yazarı olan Bekir Coşkun yeni çıkan kitabı ’Başın Öne Eğilmesin’de çok uzun süre bir ’rivayet’ olarak kalan ’tasfiye listesi’ meselesinin doğru olduğunu açıklıyor. Bekir Coşkun’a böyle bir listenin varlığını Aydın Doğan söylemiş hatta. Coşkun ikinci sıradaymış, Oktay Ekşi ise üçüncü.

Liste ilk gündeme geldiğinde 10 kişiden oluştuğu söyleniyordu. Demek ki başkaları da var sırada.

Ve 1 Ocak 2011’de bir düğmeye daha basıldı.

Aynı koro bu sefer Yılmaz Özdil’i hedef seçti. İlk günden beri sindiremiyorlardı zaten, şimdi ise sıranın ona geldiğini düşünerek örgütlü atışlara başladılar.

Çiğ et görmüş vahşi köpekler misali.

Dikkat ediyor musunuz, birkaç gündür Yılmaz Özdil aleyhine o kadar çok birbirine benzeyen yazı çıkıyor ki... Yüzeyde güya onun yılbaşı yazısıyla dalga geçiyorlar, ama altmetninde bunun bir operasyon başlangıcı olduğunu görmemek mümkün değil.

Zaten Cemaat’in temsilcisi Hüseyin Gülerce bu yıl yapılacak seçimlerden sonra medyayı yeniden tasarlama niyetleri olduğunu açık açık dile getirdi; eskiden bu gibi niyetler imayla yapılırdı, şimdi hiç gizleme gereği bile duymuyorlar. Ne de olsa güç onlarda... Aynı Cemaat’in bir başka dershane hocası da medyada bir ’tasfiye’ yaşanması gerektiğini söylememiş miydi?

Devir bu arkadaşların devri, güç, iktidar, para onlarda. Polisten yargıya kadar her yerdeler, istedikleri her şeyi yapıyorlar. Neden medyayı da yeniden tasarlamasınlar, neden işlerini gelmeyenleri tasfiye etmesinler ki? Direne direne bir yere kadar, zaten şunun şurasında biat etmeyen kaç kişi kaldı ki...

Ama bir de ’ilahi adalet’ var.

Bunların mahallesinden kolonya kokulu bir adam vardı hani yakın zamana kadar... İşine gelmeyenleri gammazlıyor, hedef gösteriyor, patronlara çağrıda bulunup işten atılacaklar listesi veriyordu.

Sonunda kendisini kapının önünde buldu.

Hoşgörünün ve diyaloğun kapısı Cemaat de önce Apo teması, ardından da bu tasfiye skandalı yüzünden arka arkaya küçük skandallara imza atan Hüseyin Gülerce’nin haddini aştığından kulağını çekmesin sakın?

Oray EĞİN / AKŞAM

Reşat Nuri Erol
07.01.2011
03:35

SEÇİMDEN SONRA MEDYADAKİ TASFİYEYİ HANGİ MİLLET YAPACAK?

“Seçimden sonra medyada tasfiye yaşanacak. O tasfiyeyi millet yapacak”. Ama hangi “millet” yapacak tasfiyeyi?

Medyada tasfiyeyi milletimiz yaparmış

ZAMAN yazarı Hüseyin Gülerce şöyle buyurmuş:

“Seçimden sonra medyada tasfiye yaşanacak. O tasfiyeyi millet yapacak”.

Güzel... Harika...

Ama bir sorun var?

Hangi “millet” yapacak tasfiyeyi?

Zira güzel memleketimizde bir tane “millet” yok ki...

Mesela...

“Zaman Gazetesi alınacak” buyrulduğunda bu emre itaat etmeyi bir dini vazife telakki eden millet de var, emir ve itaat kelimelerinden hiç mi hiç hazzetmeyen millet de var.

Tasfiye görevini hangisi yapacak?

Mesela...

Milletimizin bir kısmı yılbaşı gecesi sabaha kadar dans edip eğleniyor. Bir kısmı sabaha kadar dans edenlere sabaha kadar homurdanıyor. Bir başka kısmının ise böyle şeyler umurunda bile değil.

Tasfiyeyi milletimizin hangi kısmı yapacak?

Mesela...

Milletimizin önemli bir bölümü AK Parti’ye oy veriyor ama aynı milletimizin önemlice bir bölümü AK Parti’yi destekleyen yayın organlarına zırnık koklatmıyor.

Bu durumda tasfiye işi çok sancılı olmaz mı?

Ama şöyle bir durum da söz konusu:

Medyada tasfiye yapma gücüne sahip bir “millet” vardır.

Ama o “millet”, Hüseyin Gülerce’nin “millet”i değildir.

Biz gazeteciler o “millet”e, kendi aramızda “okur milleti” diyoruz.

Medyada tasfiyeyi ancak işte bu “okur milleti” yapar.

Tabii eğer işin içine “höt / zöt” falan girmeyecekse...

Ahmet HAKAN / HÜRRİYET

Reşat Nuri Erol
07.01.2011
03:42

’’MEDYADA TASFİYE’’ POLEMİĞİNE O DA DALDI!

GÜLERCE VE ÖZKÖK’E NEDEN İTİRAZ ETTİ?

Akşam Gazetesi yazarı Nagehan Alçı, Hüseyin Gülerce ile Ertuğrul Özkök arasında patlak veren "Medyada Tasfiye" polemiği konusunda iki isme itiraz etti.

Özkök ve Gülerce’ye itirazlar

Birkaç gündür yine bir ’medyada değişim’ tartışması almış başını gidiyor. Bir tarafta ’2011 seçimlerinden sonra medyada da ciddi bir değişim olacak’ tezi, diğer tarafta ise bu teze karşılık ’vay efendim, bizi tasfiye etmeye hazırlanıyorlar’ paranoyası.

***

Bu tartışmanın fitilini Hüseyin Gülerce Zaman’daki köşesinden ateşledi. ’12 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’deki büyük değişimin asıl medyada devam edeceğini hep birlikte göreceğiz’ diyen Gülerce’ye Ertuğrul Özkök, ’Bu basit bir kehanet cümlesi değil, açıkça bir tebligat’ diyerek yanıt verdi ve adeta ’imdat bizleri tasfiye edecekler!’ dedi. Tartışmaya bir gün sonra Akif Beki de katıldı ve Radikal’deki köşesinde medyadaki değişimin kaçınılmaz olduğunu ileri sürdü. Tam da Beki ile aynı gün Gülerce, Özkök’e yanıt veren bir yazı kaleme aldı. ’Tebligat’a cevap’ başlıklı yazıda ’Evet, medyada bir değişim kararı var ama bu kararı bir odak değil, millet verdi’ ifadesini kullandı.

***

Bu tartışmada hem Özkök hem de Gülerce’ye itirazlarım var. Özkök’e itirazımın sebebi tek: Hürriyet’in eski yayın yönetmeni bir süredir mantık değil korkuyla besliyor yazılarını. Etkisizleşme korkusu vardı önce. Şimdi de bunun yerini bir ileri safha olan tasfiye olma korkusu aldı. Bu öyle bir korku ki kendi kendine paranoid komplolar üretir hale geldi. Öcüsünü yarattı ve bu öcüyle savaşmayı ’Beyaz Türk bayraktarlığı’ başlıklı şık bir ’mücadele cephesi’ne çevirdi. Kendisini yok edeceğini düşünüp korktuğu belli bir odak yok aslında. Özkök, Gülen Cemaati, AK Parti ve mütedeyyin kesimden toptan bir Leviathan yaratmış durumda!

***

Gelelim ona karşı duran Hüseyin Gülerce’ye... Onun çıkış noktasının altına imzamı atıyorum. Şöyle diyor Gülerce: Bu ülkenin medyasında evet bir değişim kararı var ama bu kararın arkasındaki bir odak değil, milletin kendisi!

***

Ancak milletin iradesine atıf yapıp ondan güç aldığını söyleyen Gülerce’nin millet algısı problemli. Dünkü yazısının bir yerinde şöyle diyor: ’Özkök’e tek bir şey hatırlatacağım. Kendileri itiraf ettiler, bugüne kadar desteklediği hiçbir parti seçim kazanamamış... Benim tuttuğum partiler de şimdiye kadar hiç seçim kaybetmediler. Hep iktidar oldular. Çünkü milletimin değerlerini savundum, sadece milletimize güvendim.’ Bunun üzerine Gülerce’ye sormak istiyorum: Çoğulcu bir toplumda milletin değerleri tek midir? Şayet millet iktidar oluyorsa muhalefete oy verenler milletin parçası değil midir? Yani bu günkü CHP seçmeni bu milletin parçası değil mi? Bu milletin değerlerinin dışında değerlere mi sahip? (Ayrıca benim tuttuğum partiler hep iktidar oldular derken Sayın Gülerce 77’deki CHP ve 99’daki DSP iktidarlarına da işaret ettiğinin farkında mı acaba? (Ben bu cümleden Gülerce’nin geçmişte CHP’ye de DSP’ye de oy verdiği anlamını çıkarıyorum. Demek ki o zaman ’milletin değerleri’ni CHP temsil etmiş)

***

Kısacası medyada değişiklik üzerinden yürüyen bir tartışmada tarafların zayıf düştüğü noktalar var. Evet, zayıfların sayısı Özkök ve şürekasında daha çok. Zaten bunun idrakiyle sürekli bir isyan ve paranoya halindeler. Ancak onun karşısında değişimi okuyabilenler safını temsil eden Gülerce de bu değişimin kilit kavramlarından birinin çoğulculuk ve çeşitlilik olduğunu görmeli. ’Millet iktidarda’ gibi toptancı bir cümlenin demokrasilerde telaffuz edilemeyeceğini, askeri vesayetin karşılığının böyle tek tipçi bir millet algılamasının olmadığını fark etmeli Hüseyin Bey...

Nagehan Alçı/Akşam

06.01.11 11:41

Reşat Nuri Erol
07.01.2011
03:48

Fehmi Koru olayında Yeni Şafak DİK DURAMADI

07 Ocak 2011

Karagül’le konuştum, Mahalli’yi kovdum!

Fehmi Koru’nun Yeni Şafak’la yollarını ayırmasına neden olan Edelman’la 1 Mert tezkeresi için yazar kellesi yaptığı iddiası çok tartışıldı. O dönem gazetenin başında olan Selahattin Sadıkoğlu, Edelman’a görüşmelerini, gördüğü baskıyı ve uyguladığı sansürü anlattı.

Nursel Tozkoporan’ın röportajı

Yıl 1994… Tıfıl bir televizyoncu olarak iş başvurusunda bulundum.

Öğrendim ki haber merkezinde elemana ihtiyaç var. Haberin başında da Selahattin Sadıkoğlu...

Birkaç soru sordu bana. Tam da sınavı geçtiğimi düşünürken bir soru daha geldi.”Montaj biliyor musun” dedi.”Hayır” cevabımla çok önemli bir cümle söyledi… Belki de mesleki ilk dersimi almış oldum.”Bize bu işi bütünüyle yapacak elemana ihtiyaç var” dedi. O zaman boynum bükülmüştü belki ama 17 yıldır dik. Çünkü televizyonculuğun sadece bir bölümünde değil, bütün alanlarında bulundum. İşimi bir bütün olarak yapmayı öğrendim. Başarımın ilk basamağında Selahattin Ağabeyin çok önemli bir yeri var.

Selahattin Sadıkoğlu ile sohbet ayrı güzeldir. Uzun yıllar medyanın içinde üstelik birçok safında olduğu için anlatacağı çok şeyler vardır.

Bu sohbetimiz de öyle oldu. Türk medyasının dününü bugününü konuştuk.

Ak Parti iktidarının medya üzerinde etkisi var mı?

Türk Medyası nereye gidiyor?

Merkez medya etkisini neden kaybetti? Sorularına cevap aradık.

ABD Büyükelçisi Edelman ile olan görüşmeleri,

1 Mart Tezkeresinin tartışıldığı dönem ve iş dünyasından, siyasilerden aldığı uyarılar,

Baskılar sonucunda işine son verdiği gazeteci ve sansürlediği yazarlar…

Hepsini ve detaylarını bu sohbette bulacaksınız…

TÜRK MEDYASI UMUT VERMİYOR

Türk medyasının fotoğrafını çekseniz nasıl bir resimle karşılaşırsınız?

Net değil, fulü bir resim.Türk medyasının şu andaki görüntüsü gelecek için bir umut vermiyor. Gazetecilik hayatım boyunca bu denli dengesiz bir yayın çizgisiyle karşılaşmadım. Türkiye’de her görüşün organları olduğu gibi, karşıtı da görülmüştür. Ancak muhalefet veya desteklemede de bir seviye vardı.

Seviyeden kastınız nedir?

Çok partili hayatta dikkat çeken iki yayın organı vardı. Ulus Gazetesi CHP’nin, Son Havadis’te Adalet Partisi’nin sözcüsü idi. O tarihlerde Çetin Altan, İlhami Soysal ve Altan Öymen’in yazdığı Akşam Gazetesi de en muhalif gazete olarak dikkat çekmiştir. Birçok sol dergi dışında diğer gazeteler dengeli bir politika izlediler. Burada Günaydın Gazetesi’nin Demirel ailesine yönelik yayınlarını da not etmekte yarar vardır. O yayınlarda hasmane bir izlenim uyandırdı.

TERCÜMAN SAĞIN SİLAHŞÖRÜYDÜ

Abdi İpekçi’nin Milliyet Gazetesi sol içerikli bir gazeteydi ama zaman zaman dengeli bir politika izliyordu. O dönemde Adalet Partisi’nin yanında yer alan Tercümen Gazetesi vardı bir de. Milliyetçi, muhafazakâr kesimin en çok okuduğu gazeteydi. Tercüman Gazetesi bir nevi sağın silahşoruydu. Başka küçük gazeteler de vardı ama etkin değillerdi. Tiraj ve etkinlik açısından Tercüman çok önemli bir gazeteydi.

HÜRRİYET GAZETESİ SON YILLARDA ESKİ ETKİNLİĞİNİ KAYBETTİ

O dönemlerde de gazeteciler köşelerinden kavga ederler miydi?

İnanın o dönem yayıncılık daha seviyeliydi. Yine yazarlar köşelerinden tartışırlardı kavga ederlerdi ama bir seviye vardı. Bugün seviye yok demiyorum ama aynı kulvarda ve aynı inanç çizgisinde olanların dahi birbirine girdiği bir medya ortamındayız. Geçmişte daha çok karşıt fikirlerin, düşüncelerin ve inançların çatıştığı bir dönemden geliyoruz.

Bugünkü gibi bir linç kampanyası yoktu anladığım kadarıyla…

Linç kampanyası olup olmadığını hatırlamıyorum. O dönemde zaten sağ - sol vardı. Liberaller fazla suya sabuna dokunmayan bir kesimdi. Sağın kalesi Tercüman’ın yanında, solun da Cumhuriyet Gazetesi vardı, hala da var. Cumhuriyet; Türkiye’nin çizgisini değiştirmeyen tek gazetesidir. Belli bir tirajı tutturmuştur belli bir kesimin sesi olmuştur. Merkez medyaya baktığımızda en etkin gazetelerden biri Hürriyet Gazetesiydi. Ama bana göre son yıllarda o eski etkinliğini kaybetti. Çünkü taraf oldu. 28 Şubat’a taraf, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinde taraf, 27 Nisan E-Muhtırası’nda taraf, 367 rezaletinde taraf, Ak Parti’nin kapatılma davasında taraf olan bir gazete. Böyle olunca da eski havasını, popülaritesini ve etkinliğini kaybetti bana göre.1 milyon olan tirajı sonra hep 400 – 500 bin civarında kaldı. Ama Türkiye’de kar eden tek gazetedir.

GAZETECİ KÖKENLİ PATRONLAR ORTADAN KAYBOLUNCA RESİM FULÜLAŞMAYA BAŞLADI

Peki, neden Hürriyet Gazetesi taraf oldu? Türk medyası niye bu hale geldi?

Hürriyet’e devlet gazetesi damgası vuruldu. Doğru ya da yanlış bu damgayı yiyen gazetenin patronu ve yönetim kadrosu kendilerini devletin en güçlü bir kurumu olarak gördüler ve müesses nizamım koruyucu ve kollayıcı rolünü üslenince olanlar oldu. Türk medyasının bu hale gelişinin en önemli sebebi gazeteci kökenli patronlar ortadan kaybolunca resim fulülaşmaya başladı. Sanayiciler, müteahhitler ve bankacılar patron oldu.

PATRON ÇIKARLARI İÇİN YAYINLAR ÖN PLANA ÇIKMAYA BAŞLADI

Tabii ki; siyasi kadrolarla içli-dışlı olup ihale kapma ve devlet olanaklarını çıkarlarına kullanma dönemiyle birlikte editoryal bağımsızlık kendiliğinden zayıflamaya ve patron çıkarları doğrultusunda yayınlar ön plana çıkmaya başladı. Bu olunca da medya da gerileme dönemine girildi. Artık her şey patronların dediği gibi olmaya başladı.

Bu resmin netleşeceğinden umutlu musunuz? Türk medyası nereye gidiyor?

Böyle gitmez tabii ama Türk medyasında mutlaka bir rötuş gerekiyor. Her yayın kurumu öncelikle özeleştiri yapmak zorundadır. Gelişen teknoloji ve internet çağına ayak uyduracak atılımlar gerçekleştirmek zorunda. Benim gazetem neden satmıyor ya da televizyonum neden izlenmiyor, nasıl yeniden kuvvetlerin içinde yer alabilirim soruların cevabı bu öz eleştiride bulmak lazım.

Gazeteler arasında bir kamplaşma var dolayısıyla gazeteciler arasında da bir çeteleşme oluştu. Maalesef birbirleriyle savaşmaya başladılar… Bu duruma ne diyorsunuz?

Buna çeteleşme diyorlar ama ben pek doğru bulmuyorum. Eskiden de vardı. Evet, çetelerden söz edeceksek 27 Mayıs’ta Yassı Ada’da yalan şahitlik yapan gazeteciler çetesinde ve 1974’te gazeteciler cemiyetini ziyarete gelen dönemin başbakanı Sayın Ecevit’i sloganlarla karşılayan amigo gazetecileri ve 12 Eylül darbe lideri Kenan Evren’in elini öpen gazetecileri de anımsamak gerekmez mi? Çete ise alın size çeteler. Hiçbir meslektaşımız geçmişi irdelemiyor, araştırmıyor, sorgulamıyor. Gazetelerin yazı işleri o dönemde hangi siyasi kadroların tasallutu altında idi. Kaç muhafazakar eleman vardı: Geçelim bunları.

TÜRK MEDYASININ PİMİ 28 ŞUBATTA ÇEKİLDİ

Bence Türk medyasının pimi 28 Şubat’ta çekildi. Herkesin kafası allak bullak oldu, talimatlarla haber yazdırıldı. Yazarlar, andıçlandı, işlerinden oldular. Hem de bir telefon talimatıyla. Ben de bunlardan biriyim, talimatla işten atıldım. Bütün bunlar 28 Şubat’ın ürünüdür. Türk medyası bugün çeteleşmişse, etkinliğini kaybetmişse ve seviye düşüklüğü varsa bunun temeli 28 Şubat’ta atılmıştır. O günkü zihniyete teslim olanlar maalesef medyayı da teslim ettiler. Medya 28 Şubat’a direnip demokratik tavrını ortaya koyamamıştır. Hiç bir dönemde başbakanların, iş adamlarının talimatıyla gazetecilerin atıldığı görülmemiştir. Eskiden talimatla atılsa bile dile getirilmezdi. Ama 28 Şubat’ta açık açık; “işten atacaksın” dediler. “Şu yazar susturulacak” denilmiştir ve susturulmuştur. O zihniyet nasıl can çekişiyorsa, o zihniyete kapılan Türk medyası da bana göre bugün can çekişiyor.

AK Parti iktidarı medyayı nasıl etkiledi?

Ak partiyi okuyamayanlar ve yönetimini tanıyamayanlar sıkıntı yaşamışlardır. Bu bir realitedir. Tayyip Erdoğan’a “Köy muhtarı bile olamaz” diyen bu medya değil mi? Böyle manşet atanlar Tayyip Erdoğan’ın başbakan olmasını bir türlü hazmedemedi. O kadroların iktidara gelmesini de kabullenemedi. Sıkıntının ana kaynağı bu. Hazmedemezseniz kafanız allak bullak olur. Sonra da yanlışlıklar yapmaya başlarsınız. “411 el kaosa kalktı” gibi manşetler kafa karışıklığının tezahürüdür.

PATRONLAR FIRSAT GÖRDÜLER

Başbakan Erdoğan’ın medya üzerinde etkinliği var mı sizce? Mesela Doğan Grubu’ndaki bazı gazetecilerin işten ayrılma sebebi olarak Başbakan gösterildi…

Sözünü ettiğiniz yazarların işlerinden olması hoş değil. Ancak, Çölaşan’ın ayrılması olayına farklı bakmak lazım. Benim tanıdığım başbakan Erdoğan çıkıp Aydın Doğan’a; “Bu adamı işten atın” diyen biri değildir. Başbakan Erdoğan böyle bir şeye tevessül ve tenezzül bile etmez. Ama eleştirir. “Doğru yazın” diyor. Aleyhinde atılan seviyesiz “ manşetleri yanlıştır” diye eleştiriyor. Bu da bir başbakanın en tabii hakkıdır. Bunlar siyasi kadrolara çok ağır darbeler indirmeye kalktılar. Bence patronlar bunu bir fırsat olarak gördüler. Ve istemediklerinden kurtulmak için işlerine son verdiler. Aydın Doğan’a “28 Şubat’ta Necmettin Erbakan iki memur gönderdi. Ben de açık açık düğmeye bastım” diyor. Bir yerde bir yanlışlık, hukuksuzluk varsa devletin memuru görevini yapmayacak mı?

YENİ ŞAFAK ABD DÜŞMANLIĞINI KÖRÜKLÜYOR

1 Mart tezkeresinin konuşulduğu döneme geri dönmek istiyorum. O dönemin tek tanığı sizsiniz. Eski Amerika Büyükelçisi Eric Edelman’dan baskı gördünüz mü?

Gördük tabii. Görmedik dersek yalan söylemiş oluruz. Ziyaretime geldi iki saat odamda görüştük. Daha önce danışmanları geliyordu, sık sık onlarla görüşüyorduk. Başkonsolos iki defa beni ofisine ve iftara davet etmişti. Bir gazete yöneticisi olarak çağırıyorlardı. O iftarlarda başka gazete yöneticileri de vardı. Ama o zaman çok kritik bir dönemdi. 1 Mart tezkeresiyle başlayan bir süreçtir. O süreci çok iyi irdelemek lazım. O süreci Mehmet Ocaktan, Yusuf Ziya Cömert, Fehmi Koru, Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Atalay ve diğer arkadaşlarla birebir yaşadık. Bunlarla biz kader biriliği yapmıştık. İbrahim Karagül ve bütün yazarlar vardı. Sanırım 1 Mart tezkeresinin ikinci günüydü. Ekranlarda bir tartışma oldu ve Yeni Şafak Gazetesi’nin yazarlarının baskılarıyla tezkerenin çıkmadığı söylendi. Bunu bana Edelman da söyledi. “Sizin yazarlarınız çok etkinler ve onların etkisiyle 1 Mart tezkeresi çıkmadı” diye bir ima da bulundu. Yeni Şafak iktidarın sözcüsü, orada çıkan her haber çok önemli, çizgisi Türk – Amerikan ilişkilerini çok etkiliyor, Yeni Şafak’ın yayınları Türkiye’deki Amerika düşmanlığını körüklüyor gibi iddialar vardı. Bunu bana zaten hep söylüyorlardı.

Edelman ile görüşmenizde neler konuştunuz?

Daha çok ben konuştum. Ortadoğu’yu anlatıp örnekler verdim. “Siz Irak’ı işgal ettiniz” dedim. O bölgede uzun yıllar muhabirlik yaptığımı söyledim ve deneyimlerimi anlattım. O ara bizim yayınlarımızdan duydukları memnuniyetsizliği ifade etti.

Sadece ikiniz mi vardınız bu görüşmede?

Ben, Edelman, danışmanı ve bir de tercüman vardı. Daha önce diplomatlar geldiği zaman ben bizim arkadaşları da çağırırdım. Sağdan, soldan, iş dünyasından çok baskı görüyordum. “Aman Amerika ile iyi geçinin!” diye sık sık mesajlar geliyordu. O dönemde siyasi kadrolardan da mesajlar alıyordum. Edelman benimle tek başına daha rahat konuşacağını düşündüm. Tek başıma odamda oturduk. Sadece onun yanında danışmanı ve tercümanı vardı.

HABERLERİMİZİN ARKASINDAYIZ

“Memnuniyetsizliklerini ifade ettiler” dediniz. Sizin cevabınız ne oldu?

Haberlerimizin yanlış olduğunu söylediler. Kaynakların ne olduğunu sordular. Kaynakların yalan olduğunu anlattılar. Ben de kaynaklarımızın doğru olduğunu söyledim. “Haberlerimizin arkasındayız. Bu konuda hiçbir endişem, tereddüdüm yoktur. Eğer bir endişem olsaydı yayınlamazdım “ dedim. Arap dünyasında, Ortadoğu ve Irak’ta birçok dostlarımızın, tanıdıklarımızın olduğunu söyledim. “Bu haberleri bize e-mail atıyorlar” dedim. O sırada posta yoluyla bana bir kaç tane fotoğraf gelmişti. Zarfın içinde 3 tane fotoğraf vardı. Onlara gösterdim ve işte “Bu bir kaynaktır” dedim.

Fotoğraflarda ne vardı?

Amerikan askerlerinin yaptığı işkenceler vardı. Bir kadının kafasına silah dayamışlardı. Kendisine; “işte bu işkence değil mi?” diye sordum.

Edelman fotoğrafları görünce tepkisi ne oldu?

Fotomontaj olduğunu söyledi. Kabullenmedi ve öyle kaldı.

Edelman ile görüşmenizde gazetenizin yazarlarından herhangi birinin ismini zikretti mi?

O konuşmada hiç bir yazarımızın adı geçmedi. “Genel olarak yazarlarınız ve gazeteniz” dedi. Görüşmede daha çok ben konuştum. En sonunda ayağa kalktı ve “Dersimi aldım gidiyorum” dedi. Son sözü bu oldu. Ben de kapıya kadar gidip onu yolcu ettim. Sonra tesadüfen Ankara’da karşılaştık. Edelman ile bir görüşmem daha oldu. Yanında çok iyi Türkçe bilen ve ticari bir ateşe olduğunu söyleyen bir Amerikalı vardı. Amerikalı bana; “Sayın Edelman sizden çok şikâyetçi” dedi. Ben görüştüğümü ve şikâyetinin olmadığı söyledim. O da hala devam ettiğini ve şikâyetçi olduklarını ifade etti. Neticede siz bir yöneticisiniz ve bir sorumluluğunuz var. Gelen de Amerika’yı temsil ediyor, devleti temsilen geliyor. Burada gayet nazik ve kibar olmak zorundasınız. Hem o hem de ben üslubumuza çok dikkat ettik. Ama biraz küstah bir tavırla gelip oturdu, ayaklarını uzattı falan. Bana bir üstünlük sağlamaya kalktı. Ben de aynı şekilde ayaklarımı uzattım. Öyle oturup sohbet ettik.

İş dünyasından da mesaj aldığınızı söylediniz... Peki, hükümetten uyarı aldınız mı?

Özellikle Amerikalılarla iş yapan iş dünyasından çok mesajlar aldım. Evet, siyasi kadrolardan da aldım. Daha dikkatli olmamız konusunda uyardılar. Yalan söyleyecek durumda değilim.

Hangi düzeydeki siyasi kadrolardı peki?

Onu söylemeyeyim. Dışişlerinden de geldi, üst düzey kadrolardan da geldi. Sonuçta hepsi yakın dostlarım o yüzden isim vermek istemem.

FEHMİ KORU, TAHA KIVANÇ’I UYARDIM

Aldığınız uyarılardan sonra yayın politikanızı yumuşattınız mı?

Biraz yumuşatmaya çalıştım. En son Başbakan Erdoğan’ın Amerika seyahati gündeme gelmişti. O dönemde politikayı biraz daha yumuşatmak için çabaladım. İbrahim Karagül’ü defalarca uyardım. Fehmi Koru, Taha Kıvanç’ı uyardım. O da çok sert yazılar yazıyordu. “Aman ağabey biraz daha dikkat etmekte fayda var” dedim. Hüsnü Mahalli’nin, Mustafa İslamoğlu’nun yazılarına müdahale ettim. Evet, sansür uyguladım. Hüsnü Mahalli’nin ayrılmasına ben sebep oldum.

HÜSNÜ MAHALLİ’YE YAZI YAZDIRAN DA BENİM GÖNDEREN DE BENİM

Yeni Şafak Gazetesi patronları buna nasıl izin verdi?

Hüsnü Mahalli’ye yazı yazdıran de benim, gönderen de benim. Kimseye bu konuda hesap vermek zorunda değilim. Kimse de bana hesap sorma hakkına sahip değil. Hüsnü Bey’i; “Gel bizde yaz” diye ben çağırdım. Onu köşe yazarı yaptım. Sonra da; “Kardeşim kusura bakma güle güle” dedim.

Sizi bu kadar öfkelendiren ne oldu? Hüsnü Mahalli’nin hangi yazısından dolayı bu kararı aldınız?

Hüsnü Mahalli bir kaç defa sıkıntılar olduğunu söyledi. “Yazı yazmamayım” dedi. Ben de yazmasını söyledim. Sonra da; “Madem ayrılmak istiyor o zaman ben keseyim “dedim. Hüsnü Mahalli’ye; “Yazılarını kesiyoruz ama sen bizde kalmaya devam et. Dizi yazılar hazırla. Git Ortadoğu’da dolaş, röportajlar yap” dedik. O da; “Siz yazlarımı kestiniz ben artık burada kalmam” dedi.

ALBAYRAKLARIN ZOR GÜNLERDE DİK DURDUKLARINI ÇOK İYİ BİLİRİM

Daha sonra siz de Yeni Şafak’tan ayrıldınız? Siz neden ayrıldınız?

Ben kendi isteğimle ayrıldım. Patronlarla bir sorunum yoktu. Ben sorun çıkaran değil sorunları çözen bir adam oldum. Ayrılmam gerekiyordu o yüzden ayrıldım. Kimseye kırgın değilim. Hala patronlarla görüşüyorum. Albayrakların zor günlerde dik durduklarını ben çok iyi biliyorum.

BU KRİZ İYİ YÖNETİLMEDİ

Neden Fehmi Koru noktasında dik durmadılar?

Onu ben bilemem tabii. Sadece iki kelime söylemek istiyorum. Kurumlar marka ile markalaşırlar. Yeni Şafak öyle kolay kolay markalaşmadı. Büyük sıkıntılar, ızdıraplar yaşanmış, patronları işkenceler görmüşlerdir. Evleri, işyerleri basılmış, çoluk çocukları rehin alınmış bir aile. Böyle bir ailenin Fehmi Bey’in arkasında neden dik durmadığını doğrusu çözmekte çok zorlanıyorum. Ama galiba bu kriz iyi yönetilmedi.

“YENİ ŞAFAĞI SUSTURUN” DİYE YAZILAR YAZDIRILDI

Tekrar o döneme geri dönmek istiyorum. Yeni Şafak Gazetesi, Amerika için korku mu ifade ediyordu?

Amerika gazetelerinde; “Yeni Şafak’ı susturun” diye yazılar yazdırıldı. Bir akşam beni bir zat aradı telefonla; “Ya Selahattin siz bu Edelman hakkında istenmeyen adam kampanyası başlatıyormuşsunuz” dedi. Öyle bir şey olmadığını söyledim. “Amerika’dan bana öyle bir duyum geldi” dedi.

Bu zat bir siyasi miydi?

Evet. Şok oldum. Ben de; “Allah Allah büyük bir iftira, bize ne Edelman’dan, ben sizi zor duruma düşürecek bir şey yapmam. ” dedim. Ahmet Albayarak’a gidip bir zatın beni aradığını ve söylediklerini anlattım. Ahmet Bey; “O nereden çıktı?” dedi. Amerika’dan duyum aldıklarını söyledim. Bu belgeler ortaya çıktığında öğrendik ki o tarihte Edelman Amerika’ya bir bilgi notu geçmiş olacak sanırım. “Bu Yeni Şafak denilen gazete beni burada istenmeyen adam ilan edecek” diye bir mesaj geçti ki oradan bizimkileri arıyorlar. “Aman Amerika Dışişleri harekete geçiyor, siz ne yapıyorsunuz?” falan... Hiç aklımızdan bile geçmeyen bir olay. Bizim Edelman ile ne işimiz var? Niye kampanya başlatacağız? Niye istenmeyen adam ilan edeceğiz? Ben hala bunu anlamış değilim. Bizim Edelman ile kişisel bir problemimiz yok. Bizim Amerikalıların Irak’ta yaptıkları işkencelerle işimiz var. Orayı takip ediyoruz.

İbrahim Karagül, Fehmi Koru’nun gazeteden ayrılışı ile ilgili daha sonra hiç konuşmadı. Siz kendisi ile konuştunuz mu?

Yazıyı yazdığı gün aradım. “İbrahim çok acele etmişsin keşke biraz bekleseydin. Belki daha ciddi belgeler ortaya çıkardı” dedim. “İşte ben yazdım. Oturup konuşalım” dedi. “Her şeyi ben yaşadım keşke yazmadan önce bir sorsaydın” dedim. O zaman bir yere gidip sohbet etmek istedi.

OLGUN DAVA ADAMLARI BİRBİRLERİNİ EN İYİ ANLAYANLARDIR

Umur Talu “ Gülü seven dikenine katlanır” diye bir başlık attı. Dolayısıyla Fehmi Koru’nun gazeteden ayrılışını Gül ve Erdoğan çatışmasına bağladı. Böyle bir çatışma var mı sizce?

Abdullah Bey’i iyi tanıyorum. Fehmi Koru ile de 1970’lerden beri beraberdik. Benim en iyi tanıdığım iki kişiden biri Abdullah Bey biri de Fehmi Koru. Tayyip Erdoğan’ı ben daha sonra tanıdım. Arardım, görüşürdüm. 1991 seçimlerinde gidip yanında yer aldım. Gittim kahveleri dolaştım. İyi tanıdığım iki isim arasında sürtüşme olduğuna inanmıyorum. Olabileceğine de ihtimal vermiyorum. İnançlı insanlar bunlar. Olgun dava adamları birbirlerini en iyi anlayanlardır.

Yani Fehmi Koru, Gül’ü sevdiği için dikenine katlanmıyor…

Fehmi Bey Abdullah Gül’ün arkadaşı. Milli Türk Talebe Biriliğinde ve İngiltere’ye beraber gittiler daha sonra aynı yerde beraber kaldılar. Yıllardan beri birilerini tanırlar, ailece evlerine giderler. Hala da öyleler. İstediği zaman Fehmi Bey Abdullah Bey’i arar ve eşini alıp gider. Çankaya’da oturup sohbet ederler. Ama bunun bu noktaya gelmesini ben anlamıyorum doğrusu. Benim tanıdığım Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan böyle bir şeye girmezler. Şimdi Fehmi Koru bunlar için kurban oldu demelerinde biraz art niyet görüyorum.

Bundan sonra Fehmi Koru’nun ne yapacağına dair bir fikriniz var mı? Yazı yazacak mı?

Fehmi Koru kısa sürede bir yerde yazar. Adresini bilmiyorum ama bir yerde yazar. Onu boş bırakmazlar. Fehmi Koru bir marka. Marka olmak öyle kolay değil.

Merkez medyada yani Doğan Grubu’nda olabilir mi?

Sanmıyorum. Bilmiyorum tabii ama öyle bir ihtimal vermiyorum.

DTK TASLAĞI DİKTE EDİLİYOR

Demokratik Toplum Kongresi’nin taslağını okudunuz mu? Bu taslak konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizi ürkütüyor mu? Ülke bölünüyor mu?

Özetle okudum. 2011 seçimlerini çok önemsiyorum. Çünkü bana göre Cumhuriyet tarihinin en kritik ve en önemli seçimidir. Bu seçimden sonra artık parlamento Cumhurbaşkanı seçmeyecektir. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecektir. Anayasanın yeniden elden geçirilmesi ve Cumhurbaşkanının yetkilerinin yeniden belirlenmesi gerekiyor. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Çankaya’daki Cumhurbaşkanının pozisyonu değişiyor. Çünkü halk tarafından seçiliyor. Müesses nizamın kurucu ve kollayıcıları bu dönemde bütün varlıklarını ortaya koymak zorundalar. Burada herkesin dikkatli ve uyanık olması lazım. Şimdi Türklerin de Kürtlerin de çok aklı başında hareket etmesi gerekiyor. Mutlaka gündem değiştirilmeye çalışılacaktır. Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesini engellemeye çalışacaklardır. Bu taslağın ben bu müesses nizamın kurucu ve kollayıcıları tarafından dikte edildiğini düşünüyorum.

KÜRTLERİN AYRI BİR DEVLET, AYRI BİR BAYRAK İSTEDİĞİNE İNANMIYORUM

İki dil, iki bayrak meselesi çok tartışılıyor. Demokratik özerlik konusundaki kanaatiniz nedir?Atatürk’ün bir vasiyetnamesinden söz ediliyor. Ve o vasiyetnamenin Genelkurmayın arşivinde olduğu söyleniyor. Bence şu vasiyetin ortaya çıkmasında yarar vardır. Kürtlere özerklik konusunun orada yazılı olduğu iddia ediliyor. Bu iddiaya cevap verecek olan mekanizmaların harekete geçmesi lazım. “Atatürk’ün bize verdiği hakları verin” demeye getiriyorlar. O hakların ne olduğunun bilinmesi lazım. Bu topraklarda ben Kürtlerin ayrı bir devlet, ayrı bir bayrak istediğine inanmıyorum. Belli bir kesim isteyebilir ama çoğunluğun istediğine inanmıyorum. Nereye bayrak asacaklar? İstanbul’a mı? İzmir’e mi? Ankara’ya mı, Mersin’e mi? En büyük Kürt nüfusu bu bölgelerde; İstanbul, İzmir Ankara, Adana, Mersin…

KÜRTÇEYİ YASAKLAYAN ZİHNİYET BAYRAK ORTAYA ÇIKARTTI

Bence 12 Eylülde Kürtçenin yasaklanmasıyla en büyük ihanet yapılmıştır. Bayrak o gün ayrılmıştır bugün değil. Kürtçeyi yasaklayan zihniyet bayrak ortaya çıkarttı. Bunların tartışılmasında yarar vardır. Özgürlüklerin genişletilmesi gerekiyor. Maalesef yıllarca Kürtlere eşit muamele yapılmadı. Biz onu yaşadık, ben o bölgenin çocuğuyum.

Kürt açılımı ile ilgili adeta kıyameti kopartan bir yazı yazmıştınız…

Evet. Yazının 11 maddesi vardı. Bir tanesinde şunu dedim: “Kürtlerin manevi lideri kabul ettikleri Şeyh Sait ile Alevi Kürtlerin manevi lider kabul ettikleri Seyyid Rıza’nın mezarlarının yerini ailelerine gösterin”. Hatta Şeyh Sait’in mezarının olduğu bölgeye bir cami bir külliye yaptırın. Seyid Rıza’nın mezarının olduğu bölgeye bir cem evi yaptırın. Bunu da devlet yaptırsın” dedim. Ben bunu yazınca CHP ayaklandı. Onur Öymen Meclis’te soru önergesi verdi. “Nasıl oluyor da devletin gazetesinde böyle yazılar çıkıyor?” diye. Arkasında Meclis’te bir konuşma yaptı. “Siz bunlara iade-i itibar sağlıyorsunuz” dedi. Yazımı geçen sene Ağustos ayında vermiştim. Olay Gazetesi, TMSF’de olduğu için soru önergesi verildi. Yani devlet bir yanlışlık yapmışsa telafi etmelidir.

YASAKÇI BİR ZİHNİYET OLDUĞU MÜDDETÇE NORMAL KARŞILAYACAKSINIZ

Şeyh Sait ve arkadaşlarını o günkü yasayla idam ettiniz. Kimse neden ettiniz? diye sormuyor, sorgulamıyor. Ailesi; “Dedemin mezarını gösterin” diyor. 47 kişi idam edilmiş hepsinin ailesi dedelerinin mezarlarının nerede olduğunu soruyor. Seyyid Rıza’nın ailesi; “Tamam dedemi götürüp kurşuna dizdiniz. Mezarını nerede yaptınız? Bize gösterin” diyor. O bile yasaklanıyor. Şimdi böyle yasakçı bir zihniyet olduğu sürece makul çıkışları da normal karşılayacaksınız, dil konusundaki çıkışı da normal karşılayacaksınız. O zaman bunları suçlamayacaksınız. Devlet önce kendi görevini yapacak. Dağ başından adam kaçırtıp öldürtünüz. Niye öldürttüğünüzün cevabını veremiyorsunuz hala. Kaç tane faili meçhul cinayet var? 3 bin mi, 7 bin mi? Hala sayısı bilinmiyor. Geçen yıl bir televizyonda izledim. Birisi Diyor ki; “Benim kardeşimi polis götürdü. Bir daha haber alamadık.”

HABER7

Reşat Nuri Erol
08.01.2011
04:46

Ergun Babahan’ın köşe yazısı

Uzun lafın kısası şu: Kendini siyasi iktidar yerine koymaya kalkan medya, tasfiye olur.

Demokratik bir toplumda siyasi partilerin de, medyanın da yeri bellidir.

Roller karışırsa arıza çıkar.

Türkiye 28 Şubat esnasında ve sonrasında böyle bir durumla karşı karşıyaydı.

Siyaset kurumu askerin baskısı, toplumun giderek azalan desteğiyle iyice zayıflamıştı.

İktidarlar ayakta kalmak için kartel medyasına muhtaç hale gelmişti.

Kartel medyası da bu desteği bol bol verdi.

Ama elbette bedava değil.

Karşılığını da bol bol aldı.

Banka olarak da, benzin istasyonu olarak da aldı.

Almakla kalmadı, rakiplerinin tasfiyesini de sağladı.

Mehmet Emin Karamehmet’in bankalarına elkonma süreci bu açıdan ibretliktir.

Özetle, medya askerle işbirliği içinde siyasi iktidara ortak oldu.

İstediği yasayı çıkarttı, istediği bakanı değiştirtti.

2002 seçimleri bu açıdan bir dönüm noktası oldu.

AK Parti medya desteğiyle değil, medyaya rağmen işbaşına geldi, bu önemliydi.

Kartel medyası dağılmış, SABAH ittifaktan kopmuştu.

Aslında ilk dönemde herkes yerini ve haddini bilir haldeydi.

Film, Hilton ve rafineri izninde koptu.

“411 el kaosa kalktı” manşeti ve el altında tutulan Deniz Feneri dosyası piyasaya sürüldü.

Üstelik doğrudan Başbakan Erdoğan hedef alınarak.

Ancak dediğim gibi devir değişmişti, artık değil hükümet belirlemek, düşürmek gücü de yoktu.

“Muhtar bile olamaz” denilen kişi, başbakan olmuştu hem de büyük bir halk desteğiyle.

Kazanılamayacak bir savaş açılmış, gerçek görüldüğünde iş işten geçmişti.

Karalama amacıyla atılan her başlık Erdoğan’ı daha da güçlendirdi aslında.

Sonunda etki-tepki meselesinde olduğu gibi, güçlü medyayı, güçlü siyaset dönemi izledi.

Yaşadığımız tasfiye değil, medyanın asli işlevine dönme süreci.

Star





Sayı: 82 | Tarih: 2.01.2011
Mahir Kaynak
Neyin kavgası
1461 Okunma
12 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
İslamcılara ne oldu
1228 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Başbakan son noktayı mı koydu?
1140 Okunma
Tayibet Erzen
Ebubekir Sifil
İslami Kimliğin Muhafazası
1085 Okunma
Zafer Kafkas
Mehmet Şevket Eygi
Şehrin ve Ülkenin Durumu
1084 Okunma
Emine Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
Hayran olduğum bir adam
1072 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ruhat Mengi
BDP-AKP tribünlere oyun mu?
996 Okunma
Vahap Alma