Bütün mesele bu!
997 Okunma, 3 Yorum
Reşat Nuri Erol - Milli Gazete
Ilker Ardic

Günümüz dünyasında neler var, kimler hükmediyor, kimlerin hegemonyası var?

Bugünün dünyasında kuvvete ve zulme dayalı 'küresel tekel sömürü sermayesi kapitalizmi' hükmediyor.

Siyonist sömürü sermayesi bu gücüne kısa zamanda ve kolay ulaşmadı. Önce hanedan ve saltanat sisteminin devasa güce ulaştırdığı kadim imparatorlukları yer ile yeksan edip yıktı ki; bunların arasında altı asırlık koca Osmanlı İmparatorluğu da yer alıyordu.

Birinci Cihan Harbi'nin en önemli sonucu buydu.

Yüzlerce yıllık birikim ve hazırlığın ardından 1897 yılında akdedilen Siyonist Yahudi Kongresi (Basel/İsviçre) ve bu kongrede alınan kararların sonuçlarıydı bütün bu gelişmeler.

Ardından 'diktatörlükler dönemi' geldi, kapitalizm veya komünizm adına diktatörlükler; Lenin'den Stalin'e, Hitler'den Mussolini'ye, Batı'daki daha nice diktatörden Doğu'daki diktatörlerin başı Mao'ya kadar nice diktatörler...

İkinci Dünya Savaşı bu diktatörlerin ve diktatörlüklerin sonu olmasının yanında, Japonya'ya atılan atom bombaları gösterdi ki; 'küresel sömürü sermayesi' hegemonyasını sürdürmek için bir anda milyonlarca insanı acımadan katledebilirdi!..

Faize dayalı olarak gelişip semiren sömürü sermayesi o zamanlar tek kelimeyle 'zalim' diye nitelenirken, günümüzde 'vampir' hâline dönüştü; 'vahşi ve zalim vampir kapitalizm' bütün beşeriyetin kanını emiyor!..

Nasıl emiyor?

Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi küresel kuruluşlarla; ABD, AB ve geçmişte kırk milyon insanın canına mâl olan Sovyetler Birliği yani SSCB gibi birleşik güçlerle; maalesef bizim de üye olarak dahil olduğumuz NATO ve geçmişteki Varşova Paktı gibi askeri güçlerle...

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonunda hükümranlığını iyice pekiştiren 'küresel sömürü sermayesi' hegemonyasını sürekli olarak sürdürebilmek amacıyla kendi aklınca 'tarihin sonu' diye bir paranoya ile taçlandırmak sevdasında...

Küresel sömürü sermayesinin planı bu, teorisi bu, hesabı bu, iddiası bu!

Onun hesabı ve planı bu ama bu hesap, bu plan dünyaya uymuyor çünkü Allah var; Allah'ın da bir planı (mekri) var ve O plan yapanların en hayırlısıdır.

- İşte 'kapitalizm' denen bu küresel zalim sömürü sisteminin sonuçları ortada...

- Dünyanın bir yerinde krizlerin biri biterken bir diğeri başka yerde başlıyor...

- İşsizlik, yokluk, yoksulluk, adaletsizlik, açlık yeryüzünü sarmış durumda...

- Yeryüzündeki ülkelerde her gün bir milyar insan aç yatıyor, aç kalkıyor...

Yedi milyar insan bu sömürü ve zulme daha ne kadar dayanabilir ki?

Nitekim dayanamıyor, kurtuluş reçeteleri ve çareleri arıyor...

Aramaya başladıysa elbette bir gün çözümü bulur.

Komünizm yani SSCB yetmiş yıllık vahşi zulüm ve onlarca milyon insanı katletmesinin ardından çökmekle kalmadı, yıkılıp gitti...

Kapitalizm ise envai çeşit 'krizler' ile can çekişmeye başladı bile; o da gidici...

Komünizm gitti...

Kapitalizm gidici...

İyi de; gidenlerin yerine ne gelecek, kim gelecek, nasıl gelecek, kim getirecek?

Tamam, biliyor ve iman ediyoruz: Hak geldi, bâtı zâil oldu.

Bâtılın zâil olması için Hakk'ı kim getirecek?

İşte bütün mesele bu!

 

Ilker Ardic


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
02.08.2010
11:49

SÜLEYMAN KARAGÜLLE HOCAMIZ HENÜZ DÖNMEDİ…

Dolayısıyla, dönünceye kaar bu dergimizdeki yorumlarından mahrumuz...

Ama ben Mahir KAYNAK’ı okumaya devam ediyorum...

Mahir KAYNAK’ın son yazısı (01.08.2010) önemli ve o gün onun o yazısını okuduktan sonraki okumalarımmdan, konu ile bağlantılı iki yazarın yazısı da önemli...

İlgilenen arkadaşların ilgisine arz ediyorum…

REŞAD

GENEL GÖRÜNÜM

MAHİR KAYNAK

01.08.2010, STAR gazetesi

Önümüzdeki günlerde yaşayacaklarımızın dünyadaki ve özellikle bölgemizdeki gelişmelerden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Bölgemizde yaşanacak çatışma ortamının alt yapısının hazırlandığına dair bazı gözlemlerim var.

Suudi Arabistan kralı Abdullah, Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ile görüşmesinin ardından Suriye’de Beşar Esat’la buluştu ve beraber Lübnan’a gittiler. Bunların bu ülkelerle ilgili sorunların çözümünde yardımcı olmak amacıyla yapıldığı söylense de, bana göre, farklı bir amaç taşıyor. Asıl hedef Araplar arasında dayanışma sağlamak ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan gerginliği etkisiz hale getirip Arapları soy temelinde bütünleştirmektir. Böylece İran’ın bölgedeki etkinliği azaltılacak ve bir çatışma ortamında bunların İran safında yer alması önlenecektir.

Bir örnek olarak Hamas’ı alalım. Bu örgütte yer alan kişilerin bir dava uğruna savaştıkları söylenir ama buna biz ve benzerlerimizin dışında inanan kimse yoktur. Hiçbir geçim kaynağı olmayan bu insanlar bir ideal uğruna değil yaşamak için savaşmayı bir meslek olarak yapıyorlar. Sefaletin yanında zengin bir hayat süren bir avuç insana bir idealin savaşçıları olarak değil bir işletmenin yöneticisi olarak bakmak gerekir. Şimdi onları besleyen para kaynakları ve özellikle yaşamalarını sağlayan tünelleri kontrol eden Mısır, bu örgütteki İran etkisini kırmaya ikna ediliyor.

Araplar arasında bütünlük sağlandıktan sonra, bizi de yakından ilgilendiren, Kürtlerin konumunun ne olacağıdır. Bunun için Irak’ta hükümetin nasıl kurulacağına bakmak gerekir. Aylardır sürüncemede kalan bu sorun Araplar arası bütünleşmenin sağlanması için bekletildi. Bu konuda iki ihtimalin varlığından söz edilebilir. Eğer İran etkisinden uzak bir Arap koalisyonu kurulur, Kürtler dışarda bırkılırsa bu bir Arap-Kürt çatışmasının tahrik edileceği anlamına gelir. Bu gerçekleşmezse Kürtler yönetimde yer alır ve çatışma olmaz.

Türkiye’de Kürtlerin kimlik taleplerinin demokratik açılımla karşılanmasına rağmen artan terör eylemleri ve bunların Kuzey Irak’tan kaynaklanması çatışma tezinin yürürlükte olduğu anlamına gelir.

Bugüne kadar bölge Arapları meşgul eden ve başka hasım aramaktan alıkoyan İsrail- Filistin çatışmasının sona ermesi beklenir. Zaten Araplar bunlar arasında görüşmelerin başlamasına yeşil ışık yaktılar. Yeni çatışma modelinin Araplarla İran arasında olması beklenir ve bunun uçlarını yakında görürüz.

Bütün senaryolarda Kürtler bir figüran olarak rol alıyorlar ve aktör olmaları söz konusu değil. Yani bölgede tek başlarına bir güç olmaları ihtimali de hesap dışı. Bu durumda Türkiye içinde, oluşacak bölgesel büyük gücün eşit bir ortağı olma yerine, çatışmayı tercih etmelerini Hamas’ın rolüne benzetebiliriz. Ekonomik, askeri bir gücü olmadan, bölgedeki dengelerde rol almadan havada uçuşan sözlerin peşinde gitmeleri kullanıldıkları anlamına gelir ve sonuçlar ortaya çıkınca desteksiz kalırlar ve yaptıkları herşeyin bedeli itibarlı olmak ya da kötü gözle bakılmak biçiminde tezahür eder. Türkiye’deki tüm gerginliklere bu açıdan bakılırsa daha doğru bir analiz yapılmış olur.

GEÇMİŞTEK GÜNÜMÜZE GENEL GÖRÜNÜM:

BİR GERÇEĞİN TEKRARI "OLAYLARA GEBE GÜNLER"

Cevdet Akçalı

01 Ağustos 2010 Pazar, Yeni Şafak

Yukarıdaki ifade, Adana’da çıkmakta olan, günlük "Dirlik" gazetesinde yazmış olduğumuz bir makalenin başlığıdır. Bu makale 1965 yılında yapılan 10 Ekim seçimlerinden bir ay önce yazılmıştır.

O günün siyasi şartları şudur: 1960 yılında Demokrat Parti iktidarı askeri bir darbeyle devrilmiştir. İhtilal sonrası kurulan partiler arasında Adalet Partisi, devrilen Demokrat Partisi’nin devamı olduğunu iddia etmektedir. Hakikaten de Demokrat Parti’yi tutan kitleler bu partinin arkasında saf tutmuşlardır.

Adalet Partisi’nin seçimleri kazanacağı belli olmuştur. 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapan güçlerin, bu partiye iktidarı verip vermeyeceği, kamuoyunda tartışılmaktadır. İşte bu atmosfer içersinde gazeteciler İsmet İnönü’ye sormuşlardır:

"Adalet Partisi seçimi kazanırsa iktidar kendisine verilecek midir?"

İsmet İnönü’nün cevabı açık ve kesindir:

"Adalet Partisi seçimleri kazanırsa iktidar kendisine verilecektir. Fakat bugünkü tutumunu devam ettirirse akıbeti kötü olacaktır. Eski iktidar on sene dayanmıştı. Bunlar on ay bile dayanamayacaklardır."

Bir zihniyet, bir ekol

O günkü makalemizde şu satırları yazmışız; "Bu beyanatın doğru olup olmadığı önemli değildir. Önemli olan şey, bu sözlerle kastedilen niyet ve zihniyettir."

İsmet Paşa’nın bu kehaneti bir manada doğru çıkmıştır. Adalet Partisi iktidarı 10 ay değil amma ancak 5 yıl dayanabilmiş ve 12 Mart 1971 muhtırası ile iktidardan uzaklaştırılmıştır.

Türkiye’de İnönü’nün bu beyanıyla anlatmak istediği bir fikir, bir çevre vardır. Bu bir "ekol"dür. Bu ekolün mensupları, seçimlerde elde edemedikleri sonuçları, başka yollarla sağlamaya çalışırlar.

Bu ekole mensup olanların medyada, bürokraside ortakları vardır. Kendisine bağlı sivil toplum örgütleri vardır. Bunlar el ele vererek seçimleri kazanan sağ iktidarların devrilmesi için çalışırlar.

İsmet İnönü’nün dediği gibi, bu ekolün karşısında Demokrat Parti on sene, Adalet Partisi beş sene, Necmettin Erbakan iktidarı iki sene dayanabilmiştir. Bu gün İsmet İnönü hayatta değildir. Ancak, bu ekolun mensupları bütün güçleriyle AKP iktidarının karşısında cephe tutmuşlardır.

Hiç kimse çıkıp da bu cephede saf tutanlara, niçin böyle yapıyorsunuz diye sual soramaz. Muhalefetin böyle hareket etmesi doğru mudur, değil midir diye, belki, tartışılabilir. Fakat demokrasilerde muhalefet kanunları ihlal etmediği müddetçe onun davranışlarına kimse mani olamaz.

İktidarların, muhalefetin bu tutumundan şikâyetçi olmaya hakları da yoktur. Onların birinci görevi elindeki meşru güçleri kullanarak kendi iktidarlarını korumaktır.

Aynı davranışlar, aynı yanılgılar

Elli yıllık demokrasi tarihimizde, iktidarların işbaşına gelişleri ve düşürülmeleri arasında bir benzerlik vardır. Seçimi kazanan iktidar partilerinin etrafında, kısa sürede bir çember oluşturulur. Bu çemberin bir halkası medyadır. Diğer halkası bürokrasidir. Başka bir halkası sivil toplum örgütleridir..

Bunlar iktidarları muhasara altındaki bir kale gibi, ekmeksiz, susuz, silahsız bırakırlar. Bir süre sonra, kalenin düşmesi kaçınılmaz olur.

Birçok iktidar partileri, etraflarının kuşatıldığının farkında olmamışlardır. Farkında olsalar bile, kendilerinin bu çemberi kıracak kadar güçlü olduklarını zannetmişlerdir. Onların güvendikleri tek şey vardır. Sandıktan çıkmış yani meşru yoldan iktidara gelmiş olmalarıdır.

Demokrat Parti, bu yanılgı içerisine girmiş ve bu sebeple de, Adnan Menderes kendi parti grubuna, "siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz" diye seslenmiştir. Oysa daha 1950 seçimleri biter bitmez, devrin T.C. Merkez Bankası Genel Müdürü’nün, "bu iktidarı devirmek benim boynumun borcu olsun" sözlerini duymamıştır. Hâkimlerin, üniversite hocalarının ve hatta Harp Okulu talebelerinin sokaklara dökülmesinin manasını kavrayamamıştır.

İsmet İnönü’nün ikazına rağmen, Adalet Partisi de, etrafında aynı güçlerin oluşturduğu çemberi kırmak için bir şeyler yapamamıştır. Elinde bulunan tek kozu kullanmaya kalkmış, Demirel, grup toplantısında, kürsüyü yumruklayarak, "arkadaşlar biz nereden çıktık?" diye defalarca tekrarlamıştır. Ancak, onun sandıktan çıkmış olması, 12 Mart 1971 muhtırasına muhatap olmasına mani olamamıştır.

Bu gün bakıyoruz, Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Fazilet Partisi’nin muhasara edildiği gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi de bir çember içerisine alınmıştır. Bu çemberin halkaları aynıdır: Medya, bürokrasi, üniversiteler, sivil toplum örgütleridir. Eskilere ilaveten bir de zincirin Cumhurbaşkanlığı halkası da vardır. Gariptir ki, AKP de aynı durumdadır: Ya etrafında oluşturulan çemberin farkında değildir. Veya farkındaysa ne yapabileceğini belirleyememiştir.

O da elindeki tek kozu kullanıp bu çemberi yarmaya çalışmaktadır; "Kamuoyu sizin karşınızdadır" diyenlere, "kamuoyu dediğiniz halkın seçimlerde ifade ettiği oylarıdır. Biz vatandaşlarımızla bütünleşerek her şeyin üstesinden geleceğiz" diye cevap vermektedir. Oysa siyasi partileri iktidara getiren güçlerle, iktidarda tutan güçler bambaşkadır.

Her silah, kendi cinsinden bir silahla defedilebilir. Her iktidar, kendisini düşürmeye çalışan güçler karşısında kendisini savunan medyayı, bürokrasiyi, sivil toplum örgütlerini kurmaya mecburdur.

Bu gün medyaya baktığımız zaman, AKP’nin icraatlarını savunanlar sadece Emine Erdoğan’ın ince topuklu ayakkabısına methiye yazan kalemlerle, iktidarca akredite olduğu için seyahatlere katılabilen birkaç yazardan ibarettir. İçtenlikle AKP’nin başarısından gurur duyan yazarların adedi, iki elin parmaklarını geçmez.

Bürokraside ise, AKP yanında, sadece kendileri tarafından tayin edilen "yandaş bürokratlar vardır." Bunların ise inandırıcılığı yoktur. Sivil toplum örgütleri ise, hükümetin nimetlerinden yararlandıkları ölçüde, AKP’nin yanındadırlar.

Öncelikli bir konu

Bu manzara karşısında tam kırk yıl önce yazdığımız gibi diyoruz ki, olaylara gebe günlerin içindeyiz. Gene diyoruz ki. İsmet İnönü’nün varlığına işaret ettiği "ekol" yine işbaşındadır.

Bu izahatımızdan, Türkiye’de yeniden bir askeri müdahale olabileceği sonucu çıkarılmamalıdır. Anlatmak istediğimiz şey, etrafları bu şekilde sarılmış iktidarların, uzun süre iş başında kalmalarının mümkün olmadığıdır.

AKP’nin birinci önceliği, ne enflasyondur, ne Avrupa Birliği ve ne de birikmiş borçların geri ödenmesidir. Birinci öncelik, milletin kendisine verdiği gücü kullanarak; işsizliği önlemek, ülkenin ve milletin bütünlüğünü korumaktır. Bunları başarırsa iktidarını koruyabilir. Aksi taktirde olaylara gebe günler her gün biraz daha yaklaşmaktadır.

DIŞARIDAKİ GÖRÜNÜM:

ORTADOĞU KARIŞIYOR (MU)!..

HÜSNÜ MAHALLİ

31.07.2010, Akşam gazetesi

ABD Başkanı Obama, söylemlerinin tersine ve Tel Aviv’in saldırgan politikalarına rağmen İsrail Başbakanı Netanyahu’ya tam destek verdi. Aynı Obama, Batı’daki müttefikleriyle birlikte ve Tahran’ın tüm tavizlerine karşın İran’ı sıkıştırmayı sürdürüyor.

İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Necad yakın bir gelecekte bölgede iki savaş beklediğini söyledi.

Bunlardan biri Lübnan’da diğeri kendi ülkesinde olabilir.

Durumun vahametini gören Arap ülkelerinin dışişleri bakanları, kendi aralarındaki tüm sorunlara rağmen perşembe günü Kahire’de bir araya gelerek, her şeye rağmen ve Netanyahu’nun pek sıcak bakmadığı Filistinlilerle İsrail arasındaki barış sürecine destek verdiklerini açıkladılar. Suudi Arabistan Kralı Abdullah ise Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ile görüştükten sonra yine perşembe günü Şam’a gitti. Kral Abdullah Suriye Cumhurbaşkanı Esad’ı da yanına alarak dün Beyrut’ta Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ile bir araya geldi. Amaç bu ülkedeki gerginliği gidermekti. Katar Emiri ise belki bugün Lübnan Başbakanı Saad Harari ile Hizbullah lideri Nasrallah’ı bir araya getirecek.

Peki Lübnan’da neler oluyor?

2005’te eski Başbakan Rafik Hariri’nin öldürülmesiyle bir taşla birden çok kuş vurmayı planlayan ABD, İsrail ve müttefiklerinin fırlattıkları taşlar havada dolaşıp kendi kafalarına düşünce bu kez farklı yöntemlere başvurmaya başladı. 4 yıl süreyle ’Hariri’yi Suriye öldürdü’’ propagandası yapan bu ülkeler ve yandaşları BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye aleyhinde kararlar çıkartarak Şam’ı sıkıştırmak istedi. 2009’un sonunda oğul Hariri aniden Suriye’ye gidince bu ülkeler ne yapacağını şaşırdı ve bu kez ’baba Hariri’yi Suriye değil Hizbullah öldürdü’’ propagandası yapmaya başladı. 2005-2006’da uluslararası komisyon savcılarını harekete geçirerek Suriye’yi suçlatan Batılı ülkeler, 2006’da İsrail’i Lübnan’a saldırttı ve bu da işe yaramayınca Hizbullah’ı silahsızlandırmak için bu ülkeye uluslararası güç gönderdi.

Ama tüm bu planlar ne Suriye ne de Hizbullah’a geri adım attırmadı ve Batılı ülke ve güçler kendi yalanlarıyla hep yenildi.

Ama Batılı ülkeler kendi aralarındaki nüanslara rağmen hep yeni planlar peşindeydi. İsrail ise tüm bu planlara ek olarak kendi projelerini uyguluyordu. ABD ve Batılı ülkeleri İran’a karşı kışkırtmak bu projenin yalnızca bir parçasıdır. Ancak Lübnan’da Hizbullah’ın gücünü gören Batılı ülkeler, İran’a karşı herhangi bir eylemi göze alamayacağına göre bu ülkeler Hizbullah’a yönelik yeni bir planın uygulanmasına hazırlanıyor. Yeni plana göre ABD ve müttefiki ülke ve güçler, uluslararası Hariri mahkemesini baskı altında tutarak Hizbullah’a yönelik bir karar çıkartmasını sağlayacaktır. Batılı ülkeler ve dolayısıyla İsrail böyle bir kararla Lübnan’daki Hizbullah’ın sıkıştırılabileceğini hatta gerekirse Lübnan’daki taraflar arasında iç savaş çıkartılabileceğini, bununla da Suriye ve İran’ın zor duruma düşürülebileceğini hesaplıyor. Her gün İsrail ajanlarının yakalandığı Lübnan’da sıkıştırılan ve Batı tarafından sürekli ambargo tehditleri ile karşı karşıya bırakılan bir İran, ne Irak’ta ne Afganistan’da ABD ve Batılılar için bir problem yaratamayacaktır.

O zaman da sıra Hamas’a gelecektir...

Belki de bu nedenle ABD 4 ay geçmesine rağmen Irak’ta hükümetin kurulmamasını önemsemiyor ve Afganistan’da Taliban ile barışmanın yollarını arıyor.

Aynı ABD, bölgede Türkiye ve onunla birlikte bölgesel barışı amaçlayan ülkelerin önünü kesmeye çalışıyor. Yardım gemilerine yönelik saldırı konusunda İsrail’in sıkıştırılmasını istemeyen ve bunu BM Güvenlik Konseyi’nde engelleyen ABD bölgesel istikrarı sağlayacak tüm girişimlerin önüne geçmeyi hiç ihmal etmiyor.

ABD Dışişleri Bakanı Philip Crowley, Suudi Kral’ın Şam ziyaretini gölgelemek hatta başarısız kılmak amacıyla bakın ne dedi perşembe günü:

’Başkan Esad, Suudi Kral’ın İran ile ilgili endişelerini gidermelidir.’’

Müthiş bir patronluk ve aynı zamanda küstahlık mantığı.

Anlaşılan ABD; İsrail’in Lübnan’da çıkartmaya çalıştığı iç savaşı önlemeye uğraşan iki Arap ülkesinin çabasını engellemek ve İsrail’in işini kolaylaştırmak istiyor.

Belki de Obama, tüm bunları son görüşmesinde Netanyahu ile kurgulamıştı.

Belki de Netanyahu tüm bunların hazırlıklarını yapabilmek için Gazze’ye yardım gemilerine saldırmıştı!

Belki de Türkiye’de yaşananlara bu gelişmeler çerçevesinden bakabiliriz.

Türkiye hiç kimsenin görmemezlikten gelebileceği ya da hesaba katmayacağı bir ülke değildir ve her zaman böyle olmuştur.

Reşat Nuri Erol
04.08.2010
23:37

Muhterem Arkadaşlar;

Bugün GÜRSOY EROL ile birlikte ÜSTAD SÜLEYMAN KARAGÜLE’y aradık, görüştük...

Ramazan ayı başından itibaren kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah...

RAMAZAN AYI VE BUNDAN SONRA YAPACAĞIMIZ ÇALIŞMALAR MÜBAREK OLSUN...

Selam ve dua, dua, dua ile...

reşad

Reşat Nuri Erol
07.08.2010
07:51

İki kelimelik kısacık bir yorum: Yönetemezseniz yönetilirsiniz...

İki: Üstad’ın Mahir Kaynak seçimini anlıyordum; aşağıdaki "KRİZ YORUMU" yazısından bir kere daha anladım.

Bu yazının her paragrafını Üstad’ın değerlendirmesini bekleyemedim; o yorumları beklerken, şimdilik sizinle paylaşıyorum...

Selam ve sevgilerimle...

REŞAD

KRİZ YÖNETİMİ

Mahir Kaynak - stargazetesi

Herkes olayları kendi düşünce yapısı içinde analiz eder. Mesela herkes darbecilerin bulunmasıyla bir darbe hazırlığının olduğunu görür oysa darbe sadece askerlerin kararıyla gerçekleşmez ve darbe bazı askerlerin etkisiz hale getirilmesiyle engellenmez. Yani bir darbe hazırlığının yargıya intikal etmesi darbenin engellenmesinin yolu değildir. Önce darbe engellenir sonra, eğer gerekiyorsa, darbeciler yargılanır.

AK Parti’ye muhalif güç odakları parasal güçleri, medyadaki etkinliklerine rağmen güçlü ve iktidara gelebilecek bir muhalefet oluşturma gayreti içinde değilllerdi. O zaman bunların seçim yoluyla amaçlarına ulaşmak niyetinde olmadığını anlamış ve bir darbe olasılığını düşünmeye başlamıştım. Ancak konjonktür buna izin vermedi ve güçlü bir uluslararası destekleri olmadığı için başarılı olamadılar. Ergenekon davası bunun sonucuydu ve belli bir yerde sonlandırılacağını düşünüyordum.

Bir ülkenin yönetimi sadece bazı mevkileri ele geçirmekten ibaret değildir. Eğer bir darbe yapılırsa onu destekleyecek ekonomik bir gücün, toplumu yönlendirecek medya kuruluşlarının ve dünyadaki etkin ülkelerin bu darbenin arkasında olması gerekir. Eğer bu şartlar gerçekleşirse, 27 Mayıs’ta olduğu gibi, birbirinden habersiz bir avuç insan darbe yapar hatta bu bir avuç insan birbirinin düşmanı olup diğerlerini tasfiye edebilir. Aksi halde neredeyse tüm üst düzey askerler bir araya gelse darbe yapamaz.

Herhangi bir darbe ihtimalinin olmamasına ve Genelkurmay Başkanının kesin tavrına rağmen Balyoz soruşturmasının başlamasına şaşırdım. Ayrıca bu soruşturmaya temel oluşturan bilgiler devletin güvenlik güçlerinden değil isimsiz ihbarlardan geliyordu. Bu ihbarlar geniş bir zaman dilimini ve geniş bir alanı kapsıyordu. Bunun bireysel tavırlardan ve bazı askerlerin demokrasiye inançlarından kaynaklandığını hiç düşünmedim ve hükümetin kendilerine bu iyiliği yapan gücü merak edip soruşturmamasını yadırgadım. Eğer yönetici konumunda olsaydım yapılan, ihbarlar bana cennetin yolunu açsa bile, bunun arkasında organize bir gücün olup olmadığını ve amacının ne olduğunu sorgulardım.

Her eylem yaratacağı sonuçla değerlendirilir. Bu soruşturma demokrasiyi hedef aldığını söylüyordu ama bir tepkiye neden olacağı ve bu tepkinin iktidar karşıtı olacağı görülüyordu.

Şu soruya cevap aradım: İddiaların ön plana çıkarılması ama savunmaların gözardı edilmesi, askerlerin yaptığı ya da öyle olduğu iddia edilen hataların ön plana çıkarılması demokrasiyi güçlendirmek için mi yoksa iktidarla askerler arasına aşılmaz duvarlar örmek için mi yapılıyordu?

Siyasal iktidarın nihai karar verici olduğu tarışılmaz ama o tüm kararlarını bürokrasi eliyle uygular. Bürokrasiyi yönetenleri atayarak kendi politiklarının uygulanmasını sağlar. Ancak bürokrasisi felç olmuş bir siyasi iktidar koltuk değneğiyle bile zor yürür. Şimdi hem iktidarın hem iktidar karşıtlarının güvenmediği bir yargı, darbe yapmak bir yana ağır bir darbe yemiş bir ordu ilk bakışta güçlü bir siyasi iktidarın varlığını gösterse bile her türlü operasyona açık hale gelir. Acaba birileri iktidarın ayaklarını kesip sadece bir baş olarak kalmasını mı planlıyor?





Sayı: 60 | Tarih: 1.08.2010
Oktay Ekşi
Erbakan Affetmez
1060 Okunma
6 Yorum
Vahap Alma
Ebubekir Sifil
Sistem Kurmak
1053 Okunma
4 Yorum
Zafer Kafkas
Ahmet Hakan
İmkânsız mı?
1026 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Reşat Nuri Erol
Bütün mesele bu!
997 Okunma
3 Yorum
Ilker Ardic
Zülfü Livaneli
Benzini dökerseniz, kibrit çakan çok olur!
984 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Kameralı Tecessüs Cumhuriyeti
919 Okunma
Emine Hocaoğlu
Mehmet Altan
Lafı Bırak, 27 Nisanda ne yaptın
912 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Ruşen Çakır
12 Eylül’ün hesabını vermeden 12 Eylül’den hesap s
889 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler