Hilmi Özkök Paşa’ya Teşekkür ve Bazı Dakikalar
1268 Okunma, 7 Yorum
Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete
Emine Hocaoğlu

27 OCAK 2010


Son on yıl içinde devlet, halk ve ülke olarak Türkiye'ye en büyük iyiliği emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa'nın yapmış olduğunu düşünüyorum.

Paşa, öldürülme tehlikesini göze alarak darbe teşebbüslerini akamete uğratmış, sevgili Türkiye'mizi biiznillah büyük bir felaketten kurtarmıştır.

İç barış, sosyal mutabakat, huzur ve adalet taraftarı her Türkiyeli'nin Hilmi Paşa'ya teşekkür ve minnet borcu vardır.

Paşa defalarca suikast tehlikesi atlatmıştır. Diken üzerinde oturmuş, ülkenin beş büyük bürokratından biri olmasına rağmen, öğle yemeklerini, zehirlenmemek için evinden sefertası ile getirmek zorunda kalmıştır.

Darbeciler onu bertaraf edebilmek için memuriyetini yapamayacak derecede hasta olduğu yalanını yaymışlar uyduruk bir raporla makamından indirmek istemişler, o da bu asılsız iddialara F-16 uçağına binerek, denizaltı ile iki saat su altında seyir yaparak cevap vermiştir.

Genelkurmay Başkanlığı dönemi son derece fırtınalı geçmiş, entrikalar birbirini takip etmiştir.

Paşa Allah'ın korumasına mazhar olmuştur.

Halk yığınları bu gerçekleri bilmez, işin içyüzünden bîhaberdir.

Bu konu ile ilgili tafsilat yazacak değilim. Sadece şu hususu, kalp gözleri açık erbab-ı irfana çıtlatmak isterim.

Hilmi Paşa'nın devletimizi, halkımızı, vatanımızı darbe felaketinden koruması; Gavsü'l-Azam Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretlerinin kerâmetidir. Mâlum olduğu üzere, evliyaullahın kerâmâtı Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya hazretlerinin mucizelerinin devamı mahiyetindedir.

Mucizeler ve kerametler Allah'ın yaratması ve hikmetiyle olur.

Ülkemiz bir evliyalar vatanıdır. Topraklarımızda, i'lâ-i kelimetullah için buralara gelmiş kimisi savaşırken şehid olmuş, kimisi hastalıktan veya başka sebepten vefat etmiş sahabeler, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn yatmaktadır. Türkiye coğrafyası evliya kabir ve türbeleri ile doludur. Şehirlerimizin değişmez mânevî vâlileri vardır.

Gerek Hazret-i Sıddîk'a, gerekse Hazret-i Haydar-ı Kerrar'a ulaşan icazetleri olan tarikatlarımız, şeyhlerimiz, dervişlerimiz ve onların muhibleri ülkemizde bir mâneviyat ve ruhaniyat ordusu oluşturur.

Seyyid Abdülkadir Geylanî Efendimiz hazretlerinin de ülkemizde hayli seveni, bağlısı bulunmaktadır.

Günlük gazeteler, tv kanalları bu gerçek üzerinde durmazlar, onların gündeminde ne şeriat vardır, ne tarikat, ne de hakikat.

Türkiye coğrafyasında tarikatsız, tasavvufsuz bir İslâm düşünülemez.

Bu coğrafyada, İmana, İslâm'a, Kur'ân'a, Sünnete, Şeriata, hakikate en büyük hizmeti Allah'ın izniyle tarikat ve tasavvuf mensubu büyük ve seçkin mü'minler ve onların bağlıları yapmıştır. Sa'yleri meşkur olsun.

Hiçbir Müslüman, tarikat ve tasavvufa girmeye zorlanamaz. Tarikat ve tasavvuf mensubu olmak bir nasip meselesidir, büyük bir devlettir, ihtiyarîdir.

Tarikat ve tasavvuf boyutuna sahip olmayan sevgili iman ve din kardeşlerimiz, bu konuda dillerini tutsunlar ve Vehhabîlerin, selefîlerin, aktivistlerin, teröristlerin propagandalarına kapılarak sûfîlik aleyhinde konuşmasınlar.

Türkiye'de tarikat, tasavvuf, sûfîlik düşmanlığı yapmak İslâm'a ve Ümmet'e zarar verir.

Bizim çok dikkat edeceğimiz tek husus, tarikatların ve tasavvufî faaliyet ve hizmetlerin Şeriat-ı garra-i Ahmediyyeye yüzde yüz uygun ve mutabık olmasıdır. Bu husustaki ölçüleri de, aşırılığa kaçan ehl-i bid'atten değil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulema ve fukahasından öğrenip almalıyız.

Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, İmamı Rabbanî, Hasan eş-Şâzelî, Muhyiddin Arabî, Mevlâna Celalüddin Rûmî, Aziz Mahmud Hüdâî, Emîr Sultan, Hacı Bayram Velî, Şaban-ı Velî ve daha binlerce tarikat ve tasavvuf evliyası bu ümmet-i merhumenin (Allah'ın rahmetine nail olmuş ümmetin) medar-ı iftiharıdır. Onlar hidayet rehberleridir, onlar Tevhid bayraktarlarıdır, onlar Resulullah'ın vekil, vâris ve halifeleridir. Onlar bizler için güzel, iyi, doğru örneklerdir.

Onlar zülcehaneydir. Hem şer'î ve zahirî ilimlerde icazetleri vardır, hem de mâneviyat ve irfan sahasında mücîzdirler.

Tarikat ve tasavvufa bağlanmak, evliyaullahı ve gerçek şeyhleri ve mürşidleri sevmek kuru lafla olmaz. Onları sevenler itikadlarını tashih etmekle, beş vakit namazı dosdoğru kılmakla, cemaat ehli olmakla, mâruf ile emr münkerden nehy etmekle, nefislerini terbiye etmekle, Muhammedî ahlakla ahlaklanmakla, büyük ve küçük cihad etmekle, yeryüzünde Allah'ın şâhitleri, Resulullah'ın gönüllüleri olmakla mükelleftir.

Tarikat ve tasavvuf ehli iki kutsal bağ ile bağlıdır.

Birincisi Allah ile ezelde yapmış olduğu ahd ü misak bağı.

İkincisi Resulullah efendimize olan biat ve itaat bağı.

Kul olmak itibarıyla sûfî bir Müslümanın hatâları, günahları, ayıpları olabilir ama o asla bir fâsık-ı mutecâhir, bir fâcir-i mütecâhir olamaz, yani Şeriatın yasak etmiş olduğu şeyleri halkın ortasında utanmadan, çekinmeden, hayâ etmeden açıkça ve küstahça işleyemez. Böyle bir hal kişiyi daire-i itaatten çıkartır, daireyi isyan ve tuğyana atar.

Türkiye Müslümanları iki ateş arasında, örs ile çekiç beyninde kalmıştır. Bir tarafta zâlim ve amansız harbî ve militan din düşmanları, öbür tarafta din sömürücüleri.

Tarikat ve tasavvuf erbabı Allah'a karşı ihlâslı, mahlukata karşı adaletlidir. Kendisinde ihlas ve adalet olmayan kişi sofu ve sûfî gibi görünse de aslında kızıl bir münafıktır.

Dünya tuzağına düşen, parayı en büyük değer ve put haline getiren, lüks ve sefih bir hayat süren kişi tarikat ve tasavvuf ehli değil, tarikatçı müsveddesidir.

Evliyaullahın ruhaniyetleri üzerimize sâyeban (gölgelik) olsun.

Evliyaullah Allah'ın dostlarıdır. Allah'ın rızasını kazanmak, yardım ve keremine mazhar olmak isteyenler O'nun dostlarını sevsinler.

Nasipsizler dillerini tutsunlar.

 

Yazının devamı için tıklayınız.

 

Yorum:

M.Şevket Eygi Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök için iç barış, huzur ve adalet getirdiğini anlatıyor ve bu yaptıklarını Allah’a değil de Gavsü'l-Azam Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretlerinin kerâmeti olduğunu söylüyor. Burada bence çok yanılıyor çünkü yaptıklarımızı yapacaklarımızı Allah’a borçluyuz. Eğer herhangi bir durum olmadıysa veya iyi birtakım şeyler olmuşsa bunların hepsi Allah’tandır demeliyiz. Tutupta ölmüş olan büyük zatlardan beklenmesi de çok yanlıştır. Üstelik bizim ülkemizde birçok evliya olduğunu da söylüyor. Evet, onlar zamanın da iyi, örnek insanlar ise kendilerine faydaları vardır. Öldükten sonra onların nasıl bir yardımı olsun. Eğer böyle bir şey mümkün ise Allah onu bizzat peygamberimize verirdi. Eğer bunun için O çok eskiler de yaşadı Aldülkadir Geylanî daha yakın bir zamanda yaşadı diyorsanız ki bence bu ikisi için fark yok. Çünkü ikisi de yaşamıyorlar. O halde eğer böyle bir şey olacaksa ki bunu Allah peygamberimize nasip ederdi ve bütün iyi şeylerin arkasında bizler hep peygamberimizin kerametinin olduğunu anlardık.

Ülkemizde birçok insanın okumakta olduğu bir gazete de böyle bir yazının olmasını kınıyorum. Çünkü cahil olan halkımız evliya ziyaretlerinde bulunup onlardan yardım beklemektedirler. M. Ş. Eygi gibi bir yazar da bunları yazarsa halkımızın yardım dilemesi bunu takiben Allah’a şirk koşmalarını doğal görüyorum. Her gün namazımızda Fatiha süresini okuyoruz. Orada yalnız senden yardım diler yalnız sana kulluk ederiz diyoruz. Buna rağmen neden aracı koyuyoruz bunu anlamış değilim.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.(Fatiha 1/5)

 

Emine Hocaoğlu


YorumcuYorum
zkafkas
31.01.2010
14:24

Emine Hanım kesinlikle katılıyorum size. Ayrıca yazarın bunu nerden çıkardığını nerden bu kanıya vardığını da pek anlamadım. Yine buna benzer bir yazısını tenkit edenlere karşı yazarın bir savunmasını sizlerle paylaşmak istiyorum ve yorumu size bırakıyorum. ’’Elinizde ağır bir bavul var ve bunu taşımak için yanınızdan geçen birinden yardım istediniz şimdi siz şirk mi koşmuş oluyorsunuz neden bavulu taşımak için direk Allahtan yardım istemediniz diyor ve devam ediyor işte şeyhlerin , Allah dostlarının durumu da bunun gibidir.’’ Evet sizinkine benzer bir eleştiriden sonra yazarın verdiği cevap buydu nasıl yorumlarsınız bilmiyorum artık.

Emine Hocaoğlu
31.01.2010
17:22

Öncelikle şunu belirteyim ki Allah bize kendisi tarafından korunmuş bir yüce kitap olan Kuran-ı göndermiştir. Ben Kuranı okuduğumuz da benden yardım dilemek için aranızda çok iyi olan zatlar aracılığı ile yardım dileyin demiyor. Hiç böyle bir şey görmedim. Bunun tam tersine Bakara süresinde şöyle bir ayet geçmektedir.

??????? ???????? ???????? ?????? ???????? ??????? ??????? ???????? ???????? ????? ???????

Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim.(Bakara-2/186)

Böyle bir ayet olmasına karşın neden aracı koyalım. Bizim her halimizden haberdar olan Allah neden aracı istesin ki. Evet bizim sorumluluğumuz çok fakat Allah bunları biliyor. Neymiş elimizde ağır bir bavul var bunu taşımak için Allah’tan değil de iyi bir zattan yardım istemeyi bize sevimli ve mantıklı gösteren şeytanca bir düşünce diyorum. Eğer ki o büyük zat yaşar ise onun aracılığı değil de herhangi bir iş için onun da bizim için Allah’a yalvarmasını talep edebiliriz. Çünkü o kişi belki yaptıkları ile bizden üstün ve Allah’ın daha çok sevdiği kullarından olabilir ve Allah onun dileğini daha çabuk kabul eder. Bu olabilecek bir şey fakat ölmüş insanlardan yardım dilenmeyi şirk olarak görüyorum. Biz sadece o zatların yaşarken yaptıklarını örnek alırız. Yoksa onlar aracılığı ile yardım dilenmez diyorum.

Lütfi Hocaoğlu
01.02.2010
17:01

Birincisi Aldülkadir Geylani Irak’ta yatmaktadır. Eğer böyle başarıları ve kerametleri varsa, Irak’ta eziyet gören halk, tecavüzlere uğrayan kadınlar, yakılan ekinler, esir edilen erkekler, işkence edilen insanlar üzerinde niçin tasarrufta bulunmadı da ta Türkiye’ye yardım ediyor.

Kimse kusura bakmasın, ölmüş insandan tasarrufta bulunmasını beklemek şirktir.

Kuran’dan delil istiyorsanız Maide 117. Ayette Hz. İsa Allah’a şöyle söylüyor:

“İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şehit idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.”

Bu ayet Hz. İsa gibi bir peygamberin bile öldükten sonra hiç tasarrufta bulunamadığını ispat etmektedir.

Cüneyt Özcan
03.02.2010
11:40

Ben ölüm ve hayatın mahiyetiyle ilgili durumu açıklığa kavuşturma amacıyla Risale-i Nur ’daki açıklamayı buraya taşımayı uygun gördüm. Yanlış anlaşılmaların önüne geçilir inş.

1. Mektuptan

Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir

İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir.

Üçüncü tabaka-i hayat: Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar.

Dördüncü tabaka-i hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez.

Beşinci tabaka-i hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet, mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla ervâh-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair Yirmi Dokuzuncu Söz, bu tabaka-i hayatı delâil-i katiye ile ispat etmiştir.

28. Sözden

"Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul mudur, hiç kabil midir ki: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan Enbiya ve Evliya, tevatür Sûretiyle ve icmâ’-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike ve ruhaniyatın vücudları ve müşahedeleri, bir şübhe kabûl etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar şu mes’elede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki: İki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu mes’elede ehl-i isbattırlar. Mâlûmdur ki: İki ehl-i isbat, binler ehl-i nefy ve inkâra müreccahtırlar. Ve bilhassa kâinat semâsında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatın Şemsüşşümus’u olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın ihbaratı ve Risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kabil midir ki, bir şübhe kabûl etsin. Mâdem tek bir ruhâniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve mâdem şu nev’in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların Sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü, en makbulü; Şeriatın şerhettiği gibidir, Kur’anın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’râc’ın gördüğü gibidir."

Lütfi Hocaoğlu
03.02.2010
12:03

Allah’ın değişik metotları vardır.

Peygamberler gönderir. Peygamberlerine elçi vasıtasıyla vahiy gönderebilir, bazılarıyla doğrudan konuşur.

İnsanlara da vahyeder. Ancak normal insanlara vahyi ilham ile olur. Kuran’da Musa’nın annesine ilham vasıtasıyla vahyedip Musa’yı suya bırakmasını sağlamıştır.

Bir de Musa Hızır kıssası dediğimiz olayda Hızır vardır. Bu şahsın bir kul olduğu, Allah katından bir ilme sahip olduğu (muhtemelen geleceği görmek), yiyip içtiğinden insan olduğunu anlıyoruz. Ancak bizim için örnek değildir. Siz değişik yollarla gelen bilgilerle bir çocuğu öldürebilir misiniz, insanların gemilerine zarara verebilir misiniz? Yapamazsınız. Buradan da o şahsın peygamberlik seviyesinde bir konumda olduğu anlaşılır.

Hz. Muhammed’e Cebrail gelince Hz. Muhammed delirdiğini zannetmiş ya da cin çarptığını düşünmüştür. Hz. Hatice onu ikna etmiştir öyle olmadığına.

Bizim gibi normal insanlara ise ancak ilham yolu ile vahiy gelebilir ve biz bunun Allah’tan olduğunu anlayamayız. Bazı kardeşlerimiz kendilerini rabıta ile Allah’a bağlayıp bilgi aldıklarını düşünebilirler. Ancak burada şu yanılgı meydana gelir. Gelen bilgi Allah’tan mı yoksa şeytandan bir vesvese mi yoksa beynimiz tarafından üretilmiş hisler mi? İşte bunları beyin ayırt edemez.

Şizofreni hastaları vardır. Sesler duyarlar, Allah’tan haber alırlar. Kendileri için o kadar gerçektir ki diğer insanların bunu anlamadıklarını hata yaptıklarını düşünürler. Beynin bu özelliği nedeniyle kafamıza gelen hislere tam olarak itibar etmememiz gerekir. Onu aklın süzgecinden geçirmeliyiz.

Biz peygamber değiliz. Öyle rabıta vs. tasavvuf gibi yöntemlerle bize doğru bilgi geldiğinden emin olamayız. Beynimiz tarafından üretilmiş olabilir. Şeytan tarafından vesvese verilmiş olabilir. Bu konuda şeytan o kadar inandırıcı vesveseler verir ki bu yolla bilgi elde edileceğine inanan bir çok kimsenin İsa’lık iddia ettikleri görülmüştür. Hatta şeytan o kadar çalışır ki bu konuda tayfası ile beraber bir topluluğun tamamına vesvese verir ve onları Allah’ın yolundan Allah’a yaklaştırdığını düşündürerek uzaklaştırır.

Bu nedenle Kuran’da anlatılanın dışında yöntemlerle Allah’tan bilgi almaya, bazı kanallarla ondan bilgi akışının sağlanacağına inanmak insanı dalalete o kadar rahat götürür ki. Bizim için rehber Kuran ve sünnettir. Aklımızın süzgeciyle hareket eder ve onu değerlendirir, hayatımıza uygularız.

Aksi halde diğer yöntemlerle gelen bilgilerle şeytan öyle müthiş numaralar çeker ki siz asla ve asla yanlış olduğundan şüphe etmediğiniz şekilde onun oyununa gelirsiniz.

Allah bizi Kuran ve sünnet dışındaki kaynaklarla uğraştırmasın. O yollara kaydırmasın.

Cüneyt Özcan
03.02.2010
13:41

Burada kaynak olarak bir hususta mütehassıs olan ulemanın icması söz konusudur. Ancak elbetteki ulema da olsa icma ve kıyas Kur-an’ın ve sünnetin süzgecinden geçirmek gerekir.

Lütfi Hocaoğlu
06.02.2010
17:57

Kehf suresi 77. Ayette Musa ile Hızır bir kasabaya varıyor ve istetema (ikisi yiyecek istediler) fiili ile yiyecek istedikleri belirtiliyor. Yine örnek verdiğiniz İbrahim’e gelen üç meleğin ise getirilen yemeğe el uzatmadıkları yazıyor. Bu bir delildir. Yani ruhani varlıklar yemek yemez. Bu nedenle Hızır ruhani değildir. Yemek yiyen içen bir insandır.

Bakın, biz bir sonuca ilmi olarak varıyoruz. Kuran’a dayanıyoruz. Siz ise Kuran’dan istidlal etmiyorsunuz. Hızır insan değildir diyorsunuz. Sadece hislerle bu sonuca varıyorsunuz.





Sayı: 34 | Tarih: 31.01.2010
Toktamış Ateş
İslamiyet ve demokrasi
1975 Okunma
Osman Eskicioğlu
Mehmet Şevket Eygi
Hilmi Özkök Paşa’ya Teşekkür ve Bazı Dakikalar
1268 Okunma
7 Yorum
Emine Hocaoğlu
Mahir Kaynak
MİT nerede?
1234 Okunma
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
CHP’nin yeni starı Muharrem İnce
1191 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Rasim Ozan Kütahyalı
Dürüst ol İlker Paşa...
1125 Okunma
Recep Yıldırım
Yılmaz Özdil
Ay'da petrol bulundu...
1066 Okunma
Leyla Okta
Hayrettin Karaman
Ordunun bütünü değil
1062 Okunma
Hilmi Altın
Zülfü Livaneli
Katil seven ülke
1060 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ebubekir Sifil
Biz ve Onlar
1038 Okunma
Zafer Kafkas
Fikret Bila
Vatandaş! Her şeyin evvela hakikatini ara
1030 Okunma
Harun Özdemir
Fehmi Koru
Keser döner sap döner
1010 Okunma
Ahmet Kirtekin
Mehmet Altan
Darbe lafı neden bitmiyor?
1004 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Ruşen Çakır
Alevi açılımında son dönemeç
991 Okunma
Tayibet Erzen
Reşat Nuri Erol
Konferans, kar, kriz ve tufan
967 Okunma
Ilker Ardic
Can Ataklı
Darbe planları uçuşuyor, hükümet nerede?
966 Okunma
1 Yorum
Mesut Karaaytu
Mehmet Niyazi
Genelkurmay Başkanı Başbuğ'a 'Açık mektup'
918 Okunma
Abdurrahman Erol