Yapıdaki Değişim
1061 Okunma, 7 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 

03/11/2013

-Şartlar değişiyor. CHP dahil partiler, şartlara uyum yerine birbirini karalıyor.

-Şartlar değişiyor. İnsanlık Adil Düzen’e gidiyor. Mahir Kaynak dahi kimse Adil Düzen ile ilgilenmiyor. Şartlara karşı olarak şartlanmışların durumundadır. Kaynak ve CHP.

 

-MHP’de de durum aynı. Irkçılık yapanlarla ilgileniyor. Çözüm yok, iktidarı düşürmekten başka bir şey yapılmıyor.

-MHP ve herkes Kaynak dâhil, sermayenin kendilerine verdiği rolleri oynuyorlar. Başka bir şey bilmedikleri için yeni bir şey yapmaları mümkün değildir. Yenilik yapabilmek için akevler.org sitesine girip oradaki bilgileri takip etmek üzerinde düşünmek ve karşı çıkmak da olsa değerlendirmek gerekir. Sermaye Adil Düzen’i duyurmaması için şimdilik yokluğa mahkûm etmiş, Mahir bey de ağzına alamıyor. Alsa haftada iki gün yazısını yayınlamazlar.

 

-Ülkemiz için grup seçilmelidir.  Bir taraf savunulmalı.

-Mahir Kaynak’a ve bana tekel sermaye ile ulusal devletlerarası çatışma vardır.  Sermaye veya ulus devletlerden hangisinin galip geleceğini tartışmalıyız.  “Ben ve Mahir Bey ulus devletler galip gelecektir.” Diyoruz. Siyasi partiler daha bu gerçekleri görmemişlerdir.

Sermaye ulus devletleri bölüp birbirleri ile savaştırmak istiyor. Bu hususta da Mahir Kaynakla aynı düşüncedeyiz. Bana göre sermayenin bloklaştırmasına göre Çin ve Rusya bir, AB ve ABD birdir. Türkiye batıda, İran doğuda. Müslümanlar ikiye bölünmüş ve kanlı savaşla, bir taş ile iki kuş vurulacaktır. Ulusal devletler mağlup edilecek.

 

-Partiler ekonomide ve dış siyasette görüş sahibi olmalıdırlar. Dış siyasette grubu seçme, ekonomide de teknolojiyi üretmede etkin olma.

-Tarihi gelişim sermayenin ömrünü tamamlamış olduğunu merkezi faizli ekonomiden, merkezi sermaye ekonomisinden emeğe dayalı halk ekonomisine geçilmektedir. Teknolojide ulaşıma büyük seviyeden sonra hukukta yeni ilmi metot kullanılmalıdır. Bu hukuk İslamiyet’te teknolojiden önce gelişmiştir. Sanayi gelişince o eski hukuk yeni gelişmişliğe yeterli olmaz. On bin senelik tarım hukuku artık sorunları çözemiyor. İslam hukuku metodolojisi ile bugünkü hukuku çözmemiz gerekir. Adil Düzen budur. O halde Türkiye’nin yapacağı Adil Düzen üzerinde çalışma olmalıdır.

 

-Tarım üzerinde de durmalıyız.

-Batı sanayiyi çözmüştür. Teknoloji yardımı ile doğa ilimlerini çözmüştür.

-Batı tarımı çözmemiştir. Sosyal ilimleri çözmelidir. Müslümanları bin sene evvel ulaştırdıkları seviyeden daha geridedir.

 

Dinlemek

9/11/2013

-ABD, Merkel’in ve diğerlerinin dinlendiğine ABD etmedi.

-Her devlet sermayenin görevlisi olarak birbirlerini dinliyor.

 

-İkinci Cihan savaşından sonra dünya ikiye bölündü, herkes zorunlu olarak itaat etti.

-Daha önce dünyayı din savaşları ile idare eden sermaye, cihan savaşlarından sonra rejimlerin çatışması ile yönetti.  Adil Düzen’in ortaya çıkması ile sermayenin balonu söndü.

 

-Halk farkında olmasa bile Fransa ve Almanya bunu bile bile kabul etmiştir.

-CHP-MSP koalisyonu ve İran inkılabından sonra uyanan Gorbaçov,  bu oyuna son verdi ve Sovyetler çöktü. Yeltsin Putin’i getirdi. Şimdi Obama ile Putin bu oyun ile birlikte mücadele ediyorlar.

 

-Sovyetlerin yıkılması sermayenin etkisini zayıflattı. Avrupa Birliği sermayeye karşı kurulmuştur. İngiltere ise sermaye taraftarı idi. Türkiye ile İngiltere güçlenecek kabul edildiği için Fransa ve Almanya Türkiye’ye karşıdırlar.

 

-Çin, AB ile anlaşmaya başladı. Sermaye Çin’de yatırımlar yapmaya başladı. İngiltere sermayeye eklendi. ABD sermayenin taşeronu oldu. Çin’in ihracatını düşürmek için doların değerini yükseltmiş ve başarılı olmalıdırlar.

-Doların yükselmesi dolar ülkesinin ithalatını düşürür, ihracatını artırır. Karşı ülkenin ise tersini yapar. Çin karşı ülke olmadığı için ABD’deki etkisini yaptı.

 

-Siyasilerin dinleme sebebi bu ekonomik savaştır. Partilerin parasal politikalarını öğrenmedir.

-Bugün sermaye sisteme hakimdir. Faizli sistemde sermaye ekonomiyi elinde tutar. Ulus devletlerin bu para ile sermayeyi yenmeleri mümkün değildir. Bunun için Erbakan’ın dediğine kulak vermelisiniz. "Sermayeyi atom bombası yıkamaz ama Selem senedi yıkar."

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle’ye aittir.

 

Yorum:

 

Araştırma

Mustafa Kemal "Size vadettiklerimin hepsini yerine getirdik. Ama işimiz bitmemiştir. Daha yapacağınız çok şey vardır. Muasır Medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meşale müspet ilimdir." diyor. Mustafa Kemal diyor ki; “Muasır medeniyetin fevkine çıkmanın tek yolu vardır. O da müspet ilimdir.”

Evet, Kuran’a göre de Kuran’dan sonra vahiy sona ermiştir, onun yerini ilim almıştır. Peygamber bunu çok açık dille ifade etmiştir. “Alimler nebilerin varisleridir.” demiştir. Batı teknolojide müspet ilim uygulamıştır. Bati doğa ilimlerini müspet ilim metodu ile bulmuştur. Her söze kulak verme, sonra sözleri tartışarak değerlendirme, bilenler arasında tercihler yapma, tercihleri uygulayarak isabeti denetleme,  düzeltme.

Batının henüz uygulayamadığı iki alan vardır. Bunlardan biri tarımdır. Tarım henüz ilmi metotlarla ele alınamamıştır. Bunun dört sebebi vardır.

a)Tarımın ayağına gitmek gerek. Merkez getirmez ve merkezi işletmelerle işletemezsiniz. Dolayısıyla faizli merkezi sistemle tarımda ilmileşme mümkün olmaz.

b)Tarımda siz üretici değilsiniz. Kendisi üretir sen ancak hizmet edebilirsin. Bunun için tarım çocuk yetiştirmeye benzer. Onun ihtiyacını gözetleyip neye ihtiyacı varsa onu vermek gerekir. Bu sebeple merkezi planlama ile tarım yapılamaz.

c)Tarımda ürün işçilikle orantılı değildir. Havalar iyi gider, hastalık olmaz çok az emekle bol mahsul elde edersiniz. İşler kötü gider. Büyük emek harcarsınız yine de mahsul çok az olabilir.

d)Tarımda her toprağın kendisine özgü özelliği vardır. Ancak ataların uyguladıkları ile bilinebilir. Dolaysıyla tarım ancak küçük işletmeler ve aile işletmeleri ile yapılabilir.

Sermaye tekeline dayalı ekonomide tarım ilmileşemez. İlkel durumda kalmaya mahkumdur. Bugün Türkiye’nin uyacağı iş halk ekonomisi içinde tarımın da ilkel durumdan çıkarılarak ilmileştirilmesidir. Bu da ancak Adil Düzen halk ekonomisi ile mümkündür.

 

Yine bugün tekel sermeyenin başaramadığı iş hukuk düzenidir. Merkezi faizli sistem insanın hilkatine aykırı olduğu için yanlış varsayımlar üzerinde oluşturulan sömürü sistemi içinde ilkel durumda devam etmektedir. Kırk sene süren davalar, anarşi ve savaşlar insanlığı zülüm içinde inletmektedir. Yapılacak iş, Kuran Arapçasını Usul-u fıkıhla öğrenip insanlığın 10.000 senelik uygulamasını da değerlendirerek çağımızın sorunlarını çözen bir hukuk düzenini kurmaktır. Adil Düzen bu çalışmaların ilk yapılış şeklidir. 1967’de kurulan Akevler Kooperatifi bunu yapmıştır. Erbakan da dünyaya duyurmuştur. Duyan kulaklar yoksa o bizi ilgilendirmiyor.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
10.11.2013
06:48

Mekke özgürleşirse Müslümanlar kaynaşır İngilizce tefsir yazan İmam Muhammed Al Asi, Müslümanlar arasındaki ihtilafa değiniyor. Al Asi, "Mekke özgürleşirse, Müslümanlar da birbiriyle kaynaşır" diyor AYSEL YAŞA | 09 KASIM 2013, 19:32 İmam Muhammed Al Asi, geçtiğimiz hafta Mısır'ın geleceğini konuşmak üzere MAZLUMDER'in misafiri olarak Türkiye'ye geldi. Al Asi, yazdığı İngilizce tefsirle dikkatleri üzerine çeken bir isim. Amerika'da yaşıyor, Çağdaş İslam Enstitüsü Başkanı. Tefsirinde içinde yaşadığı toplumun sorunlarına Kuran'dan cevaplar vermeye çalışıyor. Burada çocukluk yıllarından bu yana batıda yaşaması, toplumu çok iyi tanıyıp analiz etmesi oldukça önemli. Al Asi ile, yaptığı tefsir çalışmasını, dünya Müslümanlarının sıkıntılarını ve çözümleri konuştuk. Bu uzun söyleşide çeviri için bize yardım eden Kübra Türk'e teşekkür ettikten sonra buyurun okumaya! Amerika'da yaşayan bir Müslüman olarak İngilizce tefsir yazma kararını nasıl aldınız? Müslüman olan ve olmayanların, orijinal ayetleri anlamasını istiyordum. Bugün İslam dünyasına dair pek çok soru var. Olumsuz bir karalama çalışması da yürütülüyor: Terörizm, barbarlık, cahillik, vs. Bunun böyle olmadığını ancak Allah'ın ayetleriyle açıklayabilirsiniz. Ben de Arapça ve İngilizce dili ve edebiyatı bölümlerinde on beş yılı bulan akademik düzeyde eğitim aldım. 'Neden bu eğitimimi gönderilen Kur'an'ın daha iyi anlaşılması için kullanmayayım' dedim. Ve bütün bu sebepler beni böyle bir çalışma yapmaya teşvik etti. Öncelikle şunu söylemek istiyorum, batıdaki medya organlarının, halkın ve çeşitli kurum ve kuruluşların İslam'a ve Müslümanlara bakış açısı maalesef sürekli bir karalama operasyonu şeklinde. Aynı zamanda bu karalama çalışması 30 yıldan beridir yaşadığımız İslami dirilişe de karşı. Bu nedenle Kuran-ı Kerim'i insanların anlayacağı şekilde tefsir edersem belki bu bağlamda biraz etkili olurum dedim. Bunu sadece Müslümanlar için düşünmedim. Gayrimüslimler de buna dahil. Allah'a şükür bu konuda da başarılı olduğuma inanıyorum. Bu arada bu tefsir çalışması bugüne kadar 3000 tane satıldı. 4 SURE, 7 CİLT OLDU Kur'an-ı Kerim'in tamamı bitmedi ama değil mi? Şu an Ra'd suresini tefsir ediyorum. Halihazırda 7 cilt yayınlandı, her cilt 500 sayfa. Fatiha, Bakara, Al-i İmran ve Nisa suresi yayınlandı. Benim yazdıklarımın hepsi yayınlanmış olsaydı 20 cilt basılmış olurdu fakat matbaada sıkıntı yaşıyoruz, çeşitli sebeplerden dolayı. Ancak her hâlükârda Elhamdülillah diyoruz. Bu çalışmaların arkasında uzun emekler ve çabalar var. Benim iktisadi, içtimai, kültürel bağlamda biriktirdiklerim, koleksiyonum var. Bu çalışmaya gelen geri dönüşler nasıldı? ABD, Kanada, Güney Afrika ülkeleri, Avusturalya'dan dönüşler oldu. Bu tefsir çalışmasının 3 baskısı Avusturalya'da, 3 baskısı da Güney Afrika'da bulunuyor. Biz buralara hiçbir medya desteği olmadan geldik. Bilirsiniz bir kitabın okunmasını sağlayan şey onu tanıtmak, reklamını yapmaktır fakat bizim için böyle bir durum sözkonusu değildi. Keşke binlerce müfessir olsaydı da Kuran-ı Kerim'deki örnek ahlak anlayışı insanların zihinlerinde ölmeseydi. Kur'an harflerinin üzerine örtülen bir ölü topraği var. Yanlış anlaşılmasın 'Kur'an ölüdür' demiyorum. Günümüz insanı Kuran-ı Kerim'i anlayacak seviyede olmadığı için Kuran'ı bugünün insanının anlayacağı şekilde tercüme ve tefsir etmek gerekiyor. Eğer bu gerçekleşirse dinde de yeni bir olgu ortaya çıkacaktır. Amerika'da yaşamak dünyaya bakış açısı açısından sizin için artı bir yön sağladı mı? Tabi ben Amerika'da doğdum ve 11 yaşıma kadar orda kaldım . Daha sonra on bir yıl da Lübnan'da okudum. Lise ve üniversite eğitimini burada aldım. Arap dili ve edebiyatı bölümünü Lübnan'da okudum. Beyrut'ta bazı İslami faaliyetlere katıldım, belirli derslere. Daha sonra Amerika'ya döndüm ve 4 yıl Amerika Silahlı Hava Kuvvetleri'nde çalıştım. Daha sonra Amerika'daki üniversitelerden birinde Siyasi Bilimler okudum, hemen ardından 'öğretmenlik-eğitim' alanında yüksek lisans yaptım. Bu iki ülkede de uzun yıllar bulunduğum için iki toplum arasında mukayese edebilme şansım oldu ve şunu söyleyebilirim ki ikisi arasında taban tabana zıtlık var. Amerika'da insan düşünme yetisini kazanıyor ve maalesef Doğu toplumlarında düşünce eksikliğimiz var... SOSYOLOJİDE EKSİĞİMİZ ÇOK Bunu biraz daha açabilir miyiz? Mesela bizim fakihlerimiz yaklaşık bin yıl önce bildiğimiz ya da bilmediğimiz sebeplerden dolayı içtihad kapısını kapatmışlar. Bu da bizi İslami düşünce eksikliğine itti. Bizim tarihimize bakılacak olursa insanlar iyi bir eğitim almak için Bağdat'a, Endülüs'e gider, bizim medeniyetimizden nasiplerini de alırlardı. Çünkü o zamanlar düşünüyorduk şimdi ise sanki zihinlerimiz dondu. Doktorlarımız, mühendislerimiz var fakat sosyolojik alanda eksikliğimiz çok fazla. Sosyoloji alanında Marx, Freud, Smith okuyoruz, okutuyoruz. Peki bizim bilim adamlarımız nerede? Batı'da yaşamak bizi, düşünce tembelliği hastalığından kurtardı ve bu konuda aktif olmamızı sağladı. Mekke acilen özgürleşmeli Milliyetçilik sorununu aşınca islam coğrafyasında her şey çözülecek mi? Çözüm bu mu sizce? Belki biraz ağır olacak ama çözüm Mekke'nin özgürleştirilmesidir. Kudüs nasıl işgal altındaysa Mekke de öyle işgal altındadır. Size bir örnek vereyim, Bakara suresinde Hacc'ın birkaç ayda yapıldığı bildirilir. Ulemalar bu konuda ihtilaftadır. Çoğunluk Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, azınlık ise Şevval, Zilkade ve Zilhicce olduğunu savunur. Fakat mutabık oldukları şey Hacc'ın 3 aylık bir sürede olması gerektiğidir. Suudi Arabistan hükümeti bu 3 ayı 3 haftaya indirdi. Ne Kuran'da, ne de sünnette böyle bir şey zikredilmemişken bu nasıl mümkün olabilir? Ayrıca Mekke Müslümanlar ve insanlık için güven ve selamet yeridir. Müslümanlar Hz. Peygamber'in gittiği her yere özgürce gidebilmelidir. Orada her ırk her millet birlikte o atmosferi solumalıdır ki farklılıkların ne kadar basit ve önemsiz olduğunu hissedebilsinler. Evet Türkiye'de de vize ve kura problemi var… Suud hükümeti, istediğine vize veriyor istediğine vermiyor. Mesela ben ne umreye, ne de hacca gidebildim. Çeşitli sebeplerden dolayı bana vize vermiyorlar. Bu sebeplerden biri de yaptığım tefsir çalışması. Üstelik ben yalnız değilim bu hususta, birçok mağdur insan tanıyorum. Kabe-i Muazzama bir ailenin mülkü değildir. Oraya gidip gelebilmek onların inisiyatifinde olmamalıdır. Bu hükümet, bu toprakları demir bir kelepçe ile yönetiyor. İslamofobia'nın sebebi biziz İslam dünyası ve Batı entegrasyonu bağlamında küresel bir barış sözkonusu olabilir mi? Bu ancak sözde olabilecek bir şey. Hakikate gelince ise ben halklar açısından bir problem olacağını düşünmüyorum. Halkların fıtratında kaynaşmak vardır. Çıkara ya da sonuca bakmazlar. Problem hükümetlerde, onlar sadece çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve bu sebepten diğer ülkelerle entegre olmak istemezler. Küresel barış konusuna gelince, yıllardır konuşulup tartışılan bir teori vardır. Ülkenin sınırları küçüldükçe vatandaşın özgürlüğü artar. Ülke yönetimi belli başlı alanlar dışında pek müdahale etmez. Ancak sınırlar büyüdükçe devlet yeni alanlarda üretim yapmak ister, silahlanma konusunda vs. Böyle bir yapılanma varken barıştan söz etmek mümkün müdür? Bir de dünyada giderek artan İslamofobia varken… Bu islamafobia denilen terim yeni fakat İslamiyet'in doğuşundan beri var olan bir şey. Günümüzde farklı alanlarda oluştu. İslami terör algısını oluşturan da bu olgudur. Batı bunu kasıtlı olarak yaptı. Ancak bunun sebebi bize bağlıdır. Mesela El-Kaide olmasaydı bu korku olmayacaktı. Dini inancı ne olursa olsun masum insanları öldürmek bir suçtur. Bu sorunun cevabını ilk başladığımız yere bağlamak istiyorum. Bunların hepsinin sebebi İslami düşünce eksikliğindendir. Günümüzde cihad ettiğini düşünen bazı İslamcı gruplar, İslam tarihine dönüp bir bakmalılar. İslam'da cihad denilen şey İslami bir devletin sancağı altında olur. Cihat hareketi devlet oluşturmak için olmaz, devlet oluştuktan sonra cihad edilir ki bunun da şartları vardır. Masum insanlar, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar katledilmez. Siyasi yönümüz çok zayıf Mısır'ın geleceğinin konuşulduğu bir toplantıda, Fas kralının Cezayir devlet başkanına söylediği bir sözü örnek verdiniz; kral başkana diyor ki 'Bırakın Müslümanları yönetime gelsinler nasıl olsa beceremeyecekler.' Sorum şu; Arap Baharı'na bakış açınız bu mudur? Arap Baharı dediğimiz şey 2 sebepten dolayı patlak vermiştir. Birisi halk, diğeri hükümet etkeni. Halk, kaderini kendisi tayin etmek isterken yönetim buna müdahale etmiştir. Tunus'da Mısır'da Suriye'de bu durumu gördük yaşadık. Bu ülkelerde yönetimler İslami hareketleri iktidara müdahil etmek istediler. Bence bunu iyi niyetlerle yapmadılar. Ancak ne yazık ki İslami partilerin siyasi yöndeki eksiklikleri sebebiyle bunda başarılı olamadılar. Çünkü Müslüman yöneticiler, buna İhvan-ı Müslim de dahil halkla sağlıklı iletişim kuramadılar. Arap baharı dediğimiz olayda da yönetimin ve yönetime bağlı orduların payı büyüktür. Ordular Arap Baharı'ndan önce de sonra da hiç değişmedi, hep siyonist ve emperyalist güçlere bağlı kaldı. Sisi'nin Hüsnü Mübarek'le ne kadar yakın olduğunu, siyonistlerle de işbirliği yaptığı malumunuzdur. Siz Arap Baharı denmesine de karşı çıkıyorsunuz. Neden? Arap Baharı ifadesi nerden çıktı anlam veremiyorum, bu olaylar on yıldır Irak'ta cereyan ediyordu ona neden böyle demiyorduk. Arap aynı Arap değil mi? Çok hassas dengeler var. İslamcılar Arap olsun ya da olmasın, siyasal İslam konusunda eksikler. Bu sebeple İslam'dan nefret eden fakat sürekli İslami araştırmalar yapan Amerikan ya da Yahudi geliyor ve Müslüman olduğu halde İslam hakkında bir şey bilmeyen halkları yönetiyor. Bu arada hiçbir Arap ülkesinde yönetim halkı temsil etmiyor. Irkçılık biterse ümmet olabiliriz İslam coğrafyasında kan ve gözyaşı durmuyor. Ramazan'da, bayramda hep ağlayan Müslümanların görüntülerini izliyoruz. Peki, bize ne oldu, neden bu hale geldik? Öyle zor bir soru sordunuz ki. Bu sorunun cevabı için ciltlerce kitap yazılır. Yine de net bir şekilde özetleyecek olursak, bu yaşanan dramın altında 2 şey yatıyor. Birincisi, İslami düşünce eksikliği, ikincisi birlik olamayışımız. Biz zaten İslami düşünce eksikliğimizi gidersek birlik düşüncesini beynimize kazırız ve birbirimizden ayrılmayız. Bunun için Kur'an-ı Kerim'i ve sünneti iyi anlamak, Peygamber Efendimiz'in bize açtığı yoldan ümmet olarak el ele yürümeliyiz. Farklı yollardan yürümeyi tercih edenler olabilir, olsun! Yeter ki varılan nokta bir olsun, birliğe vurgu yapsın. Şuan Suriye'ye, Mısır'a bakın. Olaylar hiç bitmiyor, insanlar vatansız kaldılar. Hayatını kaybedenler de bir tarafta. Bu trajedinin altında milliyetçilik, mezhepçilik ve ırkçılık gibi sebepler yatıyor. Açıkça konuşalım, mesela burada ülkenizde de Türk- Kürt meselesi var. Her iki taraf da Müslümanken uzlaşmak daha kolay olmalı. Eğer halklar Kuran'da emrolunduğu gibi 'Allah'ın ipine sarılsalar' hiç bir mesele kalmayacak ve İslam onları birleştiren nesne olacak. Her insanın dilinin konuşulduğu topraklara yönelmesi normaldir ancak bu farklılığı ırkçılığa ve milliyetçiliğe dönüştürmemek gerekir. Ne yazık ki bizim bu yönde istidadımız var ve bu yüzden birbirimizden ayrılıyoruz. Birbirimizi anlamak adına uğraşmak yerine bölünüyoruz. Kendimize yeni yeni isimler veriyoruz. Bu iyi bir gidiş değil.

Reşat Nuri Erol
10.11.2013
07:26

Öğrenci meselesine nasıl bakmalıyız? ABDULLAH MURADOĞLU

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdullahMuradoglu/ogrenci-meselesine-nasil-bakmaliyiz/40731

YAZI ŞÖYLE BİTİYOR: Devlet yurtları, özel yurtlar, apart evler ve diğer öğrenci evleri kampüsleri çevreleyen bitişik alanlar halini almış. Anadolu şehirlerinde kampüs etrafında adeta üniversite kasabaları oluşmuş. Denizli, Kayseri, Gaziantep gibi sanayileşmiş şehirlerde mesele daha da karmaşık hale gelmiş görünüyor. Dar gelirli ailelere mensup öğrenciler için bu şehirlerde farklı tercihler ortaya çıkabiliyor. Bu durum daha başından itibaren eğitimden kopuşu getirebiliyor. Okusun diye, hiç aşina olmadığı bir şehre gönderdiğiniz çocuğunuz bir başka hayatın içerisine düşüyor. Bir bakmışsınız çocuğunuz inşaatta işçi, mağazada tezgahtar olmuş. Okul süresi uzuyor, gencimiz doğru dürüst öğrencilik bile yapmadan mezun oluyor. Mezun olduğunda onu daha vahşi bir rekabet bekliyor, 'iş'. Kamu sınavlarına hazırlık kursları, vs. Şansı var ise sınavı kazanıyor, şansı(ve tabii güçlü tanıdıkları) var ise mülakatı geçiyor. 'Şans', diğer pek çok iş alanı için de maalesef geçerli. Geride onbinlerce öğrenci, 'genç işsizler'e dahil oluveriyor. Böyle bir döngü içerisinde 'sağlıklı eğitim' verdiğimizi söyleyebilir miyiz? Benim lisede okuduğum yıllarda 'Sanat okulları' ve 'Ticaret liseleri' istihdam kaynağı idi. Pek çok arkadaşım bu liselerden mezun oldular ve işe girdiler. Hiç birinden de üniversite okumadıkları için şikayet duymadım. Şimdi onbinlerce üniversite mezununun işsiz gezdiği düşünülürse, durumlarından ziyadesiyle memnun olsalar gerek. Her şehre bir üniversite, iyi, güzel, ama ya sonrası? Sonrası, hem öğrenci, hem aileleri için büyük bir kaygıdır. Meseleyi, 'kızlı-erkekli' tartışmasından çıkarıp bu kaygıya odaklamanın çok daha doğru olacağını düşünüyorum. Mesele 'ahlak' meselesi olmaktan çok her geçen dönem daha da büyüyen 'sosyal' bir meseledir. 'Gelecek endişesi' ve 'ümitsizlik' gençlerimizi daha önce hiç düşünmedikleri yönlere doğru savurabilir. Bunun sorumlusu gençlerimiz mi olacak?

Reşat Nuri Erol
10.11.2013
07:31

İlmihal FARUK BEŞER

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Faruk_Beser/ilmihal/40742

İlm-i hâl, Arapça iki kelimeden oluşan Osmanlıca bir kelime. Mevcut halin ilmi/bilgisi demek. Yani bir insan hangi halde/durumda bulunuyorsa o hali meşru ölçülerle yaşayabilmesi için edinmesi gereken bilgiler demek. Bu durum her müslümanın en az ilmihal düzeyinde bilgi edinme mecburiyetine de işaret eder. O halde kural şu: Kişinin ilmihalini bilmesi farzdır. Yani kişi hangi konumda ise ve hangi işi yapıyorsa onun gerektirdiği bilgileri bilmek zorundadır. Oysa bu gün hem ilmihal kavramı, hem de içerik ve basım kalitesi itibariyle ilmihal kitapları irtifa kaybetmiş ve işportaya düşmüştür. 'İlim kadın erkek her müslüman için farzdır' hadisi şerifini böyle kişinin kendisini ilgilendiren alan için anlamak gerekir. Yoksa her bilgiyi herkes bilemez. Sözünü ettiğimiz kural, işte bu ve benzeri delillerden çıkarılmış. Amir, memur, esnaf, tüccar, hoca, öğrenci ilh… Her kim ise, ister dünya işi, ister ibadet yapıyor olsun, hiçbir işini sağlam bilgiye dayalı olmaksızın ve meşru olmayan tarzda yapamaz, yapmamalı. İşte 'Kişinin ilmihalini bilmesi farzdır' kuralı bunu anlatıyor. Araplar bu gün kavramı bu anlamda kullanmazlar. Kullananlar da Osmanlıdan etkilenerek kullanmış olmalıdırlar. Kavramın tarihine gittiğimizde Hasan Basrî'nin (v. 110/728) ilmihal kelimesini daha kapsamlı bir şekilde kullandığını görürüz: 'İlmihal, kişinin içinde ihlas, dışında iktidâ bulunmasıdır' der. İktidâ, yani hal ve harekatında ölçüsüz değil de Allah Rasulü'nün sünneti üzere yaşama, ona uyma. Bu tıpkı Ebu Hanife'nin fıkıh tarifi gibidir: 'Fıkıh kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir' der. Bunu hukuk diliyle çevirenler 'lehine ve aleyhine' yerine 'haklarını ve ödevlerini' diye çevirirler. Hasan Basrî'den 80 yıl sonra yaşayan İmam Muhammed ilmihal'i hemen hemen bugünkü anlamda kullanır. İbn Arabi (v. 638/1240) bilgiyi/ilimleri üçe ayırır: Aklî bilgi, hal bilgisi (ilmu'l-hâl) ve sırlar bilgisi der. Hal bilgisini tatma ve müşahede, yani tecrübe ile elde edilen bilgi diye tanıtır. Yani onun ilmihal dediği bizim ilmihalimizden başka bir şeydir. O halde kavram bize aittir diyebiliriz, güzel ve çok anlamlı bir kavram olduğunu da söyleyebiliriz. Bir müslümanın bulunduğu haller/durumlar neler olabilir? Elbette en başta imanla ilgili meseleler gelir ve ardından olmazsa olmaz ibadetler, sonra ahlak. Bunu iman, İslam, ihsan diye de özetleyebiliriz. Bu üç alan herkesin her halde muhatap olduğu alanlardır. O halde ilmihal'in ana konuları da bunlar olmalıdır. Muamelat dediğimiz hukuki alan ise her zaman herkesi ilgilendirmez. Ama ilgilendirdiği kadarı yine kişinin ilmihali sayılır. Ve bu üç alan genel olarak İslam'ın değişmeyen yani sabite alanıdır. Bu alanlarda yeni bir şey ortaya koyma anlamında içtihat olmaz, olsa da sadece mevcudu anlama içtihadı olabilir. Yani bu alanlardaki bilgiler normal ve genel geçer bir hayat için zamanla ve mekânla değişmez.

... ... ...

YAZI ŞÖYLE BİTİYOR:

Ama ilmihalin bir de günün şartları gereği ele alması gereken konular vardır ki, onlar da mutlaka ilmihale ilave edilmelidir. Namaz ya da oruç açısından yeni ortaya çıkan durumlar da böyledir. Gıda, ulaşım ve sefer meseleleri de.

Reşat Nuri Erol
11.11.2013
09:46

Bakın Lozan'da Türk heyetinin karşısında oturan LORD CURZON, Lordlar Kamarası'nda "Türkler'e özgürlük verdin!" diye topa tutuldu! "Dünya sahnesinden silinmek üzere olan Türkler'e neden bu hakkı tanıdın!" diye üstüne yüründü! Herkes CURZON'un ne yapacağını düşünürken o "Herkes konuşsun ben sonunda toptan cevap vereceğim" dedi... Lordlar eteklerindeki taşları dökünce o sahneye çıktı! Herkese net olarak okuyabileceği belgeleri uzattı! Sonra kürsüye çıkıp şöyle konuştu: "Evet baylar. Onlara istiklal verdim. Fakat buna karşılık, tüm maneviyatı ellerinden aldım! Hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, şapka giydirilmesi, Latin harflerinin kabulü, Kuran-ı Kerim'in mekteplerden kaldırılması ve okutulmaması, kadınların memur, mebus, avukat olması, aile idaresinin erkeklerden alınıp kadına verilmesi, her içkinin ve fuhuşun serbest bırakılması, futbolun sahneye çıkması gibi daha nice değişiklikler kabul edildi. Bütün bu devrimlerle birlikte, Müslümanlık 40- 50 yıl sonra yasak edilecektir! Müslümanlık kaybedip, Hıristiyanlık kazanacaktır!"

Reşat Nuri Erol
13.11.2013
07:32

http://haber.stargazete.com/yazar/dogru-olmasaydi-olmazdiniz/yazi-805528

http://haber.stargazete.com/yazar/e-biz-de-yillardir-bunu-anlatmaya-calisiyoruz-iste/yazi-805856

Reşat Nuri Erol
13.11.2013
08:53

bu alıntıyı özellikle üstad ve ilgili arkadaşlar okusunveya biri üstada aktarsın...

bu alıntının başını ve sonunu da merak ediyorsanız...

işte sohbetin tamamının adresi...

http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/ergundiler/2013/11/13/kozmik-sohbet

*

Neyse sözü dostumuza bırakalım... İşte o konuşma! * Çin'le olan yakınlaşma nedir? Hava savunma sistemi için CPMIEC'le anlaşma yapıldı... Bu çok önemli bir adım. Türkiye'nin kararlılığı dünyaya gösterildi! Ankara bu atakla "İstersem dünyanın dengesini değiştiririm!" dedi. Bununla elimiz çok güçlendi! * Nasıl yani? Ortadoğu, Afrika ve Suriye konusunda artık top Türkiye'nin ayağında! İstediği kaleye gol atar! Önümüzü kesmeye çalışanlara büyük ders verildi! Çinliler'e yaklaşarak elimizin ne kadar güçlü olduğu ortaya çıktı! Blöf yaptığımızı sandılar! Yanıldılar! Ama istediğimizi aldık! * Ne aldık? Bakarsın Çinliler'le yapılan anlaşma yakında iptal edilip bir başka model izlenir! Bilinmez! Çıkarımız neyse o olur! İptal eden de yol değiştiren de biz oluruz! * Neden böyle bir yol izlendi? Bizim için en önemli projelerden biri F-35 savaş uçağı... Bazı ülkeler bunu alıp üretimine soyunmak istedi. Biz de Çinli şirket ile "Öyle mi!" dedik! F-35'leri, aklımızı verip biz üreteceğiz! Yazılımı da TÜRK MALI olacak! Bu projeyi bizden çalmak isteyenler Çinliler'le yapılan anlaşmayla dizlerinin üzerine çöktü! * Ne güzel haberler veriyorsunuz! Dur, daha bitmedi! Uçak gemisinin alt yapı çalışmaları bitti! Çok yakında üretime geçiliyor! Hem de nükleer yakıtla çalışacak. Uçak gemileri F-35'lerle dolacak. İşte ondan sonra Afrika ve Ortadoğu'da en güçlü ülke Türkiye olacak. Nükleer santrallere bir de bu gözle bak. Karşı çıkanları o gözle bir kez daha incele. * Sanki son zamanlarda ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'den doğan bir sorun varmış gibi duruyor! John Kerry'ye Amerikalılar bile güvenmez. Çünkü dost sohbetlerinde bile söylediği yalanları unutur. Sadece eşi onu sever. O da çok hasta. Beyaz Saray'da en önemli kişi Joe Biden. Amerikan politikalarını o belirliyor. * Obama peki? Bazen Başkan Obama elindeki gücün farkına varamıyor! Ufak tefek hataları yapmasının nedeni bu! * Suriye ne olacak? Ortada kanayan bir yara! Suriye konusunda 2 aylık süreç çok önemli. Bu süreçte Maliki, Türkiye'ye gelecek. Erdoğan da, Moskova ve Tahran'ı ziyaret edecek. Esad'ın neden gitmesi gerektiğini bir kez daha anlatacak. Eli bu kez çok daha güçlü. Detayları, dikkatli bir araştırma sonucunda görürsün. Eğer bu 3 görüşme sonrasında Esad gitmezse, maalesef o zaman hiç istemediğimiz halde devreye biz gireceğiz. * Nasıl gireceğiz ki? Sen detayları yazdın! Şam'da Ulusal Güvenlik Merkezi havaya uçtuğunda ortalık toz dumandı! Bu Esad için çok ciddi uyarıydı! Ama anlamadı! Şimdi en yakınında patlama olursa şaşırma! Belki de en sadık adamı, "Bu ülkeye çok zarar verdiniz" diyerek onu infaz edecek. Bekle biraz! * Sarıgül olayı nedir? CHP bilmeden askeri zayıflatmak için çaba gösteriyor! Ordu inanılmaz projelerin içine girmişken onlar büyük fotoğrafı göremiyor! İşlerine de gelmiyor açıkçası! Sarıgül iyice ortaya çıkacak ve inanılmaz yayınlar başlayacak! DIŞ BASIN büyük gürültü yapacak ve içerisi de alıp kullanacak! Gezi'deki yayınların bir benzeri Sarıgül için hazırlanıyor! Her şeyden haberimiz var! Asıl o zaman YABANCI parmağı ortaya çıkacak! İyi izle! * MİT'i kendi haline bıraktılar galiba? Yok nerede! Hakan Fidan ülke için çok önemli! Erdoğan'dan sonra kapladığı alan çok önemli! Bilmiyorum ama yakında bir iftira kampanyası ile karşılaşabilir! Gerçek olmayan ses kayıtları bile çıkabilir! Çünkü rahatsızlık verdiği çok ülke var! Dünyanın her noktasında Türk istihbaratı var. Hem de çok güçlü. Yabancılar "Bu kadar hatasız saha ajanları görmedik" diye dert yanıyorlar! * Fidan çok mu rahatsızlık veriyor? Fidan'ın daha önce görev yaptığı kurum ABD'ye yerleşti! Oregon'da yaşayan Kızılderililer'e su projesi gerçekleştirdi! İhtiyacı onun eski kurumu karşılayacak! Bu ilk bakışta sıradan bir olay gibi görünebilir ama Kızılderililer, ABD'de gizli bir yapıya sahipler. Bunu Amerikalılar bile çözemedi. Onlara verilen haklar sayesinde Amerika'ya girildi. Yapılan anlaşma da 100 yıllık. * Necdet Özel Paşa ile ilgili bilmediğimiz ne var? Fidan'la ilgili yöntemin bir benzeri PAŞA için kullanılıyor! Şu anda hapiste olan birçok asker, kendilerini bu duruma düşüren generallere çok kızgın. Bazıları Özel'e bunları anlattı. Ancak yardım istemediler. Ama bir grup da PAŞA yardım edemeyeceği halde ısrarla yardım istiyor! Amaç Paşa'yı ordunun gözünde itibarsızlaştırmak! Anlayacağın hapiste de görevlerini yapıyorlar! * Barzani meselesi? Kartlarımızı o kadar iyi kullandık ki... Kimseye ihtiyacımız kalmadı! Eğer işler istediğimiz gibi giderse 10 yıl sonra, yani 2023'te, ne Amerika ne Rusya bize sormadan bölgede adım atabilir! Şimdi içerideki savaşın nedeni de bu! İngiltere ve Avrupa bu kadar güçlü bir Türkiye'ye alışık değiller ve hiç istemiyorlar!

...

Reşat Nuri Erol
13.11.2013
10:48

EKONOMİ MODELİ-1 04 Kasım 2013, Yüksel YILMAZ sijoyukselyilmaz@windowslive.com

MEDYA KOCAELİ GAZETESİ

Ekonomi denince aklıma Prof.Dr. Osman Altuğ gelir; ama “milli” ya da “model” denince, hele “adil” denince Prof. Dr. Necmeddin Erbakan gelir. Onun “adil düzen”i milli bir ekonomi modelidir ve 54. Hükümet dönemindeki pratik hayatta bu modelin faydalı olduğu ispat edilmiştir. Haydar Baş’ın modeli ile ilgili araştırmalarımı ekonomi profesörlerine danışarak yapmaya kalkınca adeta duvara tosladım. Hiçbiri itibar etmemişti. Daha ismini anar anmaz yüzleri ekşidi. Açıkçası bu bana fazla sert göründü. Baş’ın bu konudaki kitabını bir doktor arkadaşımla beraber inceledik. Hem beğendiğimiz ama hem de cevabını bulamadığımız sorular olunca iki soru önümüzde hep durdu: 1. İyi şeyler vardı ama bunlar neden yeni şeyler değildi? 2. Bir model dendiği halde neden hayati sorularımızın cevabını bulamıyorduk? Haydar Baş’ın ”Milli Ekonomi Modeli” adlı iktisat teorisinde Prof. Dr. N.Erbakan’ın önerdiği Adil Ekonomik Düzen paketinde olmayıp da tamamen Haydar Baş’a bağlı ama geçerli olan ne vardır? Bu teoriye göre “Kapitalizm ve Sosyalizm gibi ideolojiler miladını doldurarak tarihe karışmıştır” diyemezsiniz. Çünkü Erbakan Hoca, Haydar Baş onun peşinde daha siyaseti öğrenirken bunu çoktan demişti. Kapitalizmden başka alternatif üretemeyen dünya ülkelerinin bu yüzden krizleri atlatamadığını Erbakan Hoca’dan Haydar Baş’la beraber on binlerce insan bunları dinlemişti zaten. Haydar Baş, kendi ifadesi ile tüm ülkeleri refaha çıkartacak ekonomi teorisi yarattığını söylerken varsa şahsına münhasır olan buluşunu söyleyebilmelidir. Akademik çevrelerin de çok iyi bildiği gibi adına “Milli Ekonomi Modeli” demek yeterli değildir. Her ülkeye kendi parasını basma hakkı tanımayı ve dışa bağımlılığı bertaraf etmeyi Milli Ekonomi Modeli’ne ait bir iktisadi kalkınma modeli olarak görmek “Türkiye siyaset tarihinde Erbakan adında biri yaşamamıştır” demekle aynı kapıya çıkar; bu ise gaflettir. Çünkü Erbakan Türk siyaset tarihine damgasını vurmuş en büyük isimlerden biridir. Hatta Erbakan Hoca uluslar arası piyasası olsun diye “İslam Dinarı”ndan bile söz etmiştir. Dolayısıyla bazı habersizlerin sandığı gibi ortada Haydar Baş’ın şahsına münhasır olarak ortaya çıkardığı bir model yoktur. Baş’ın ortaya çıkardığı bu modele göre, “Geri kalmamızın en büyük nedeni senyoraj hakkının ABD dolarına endekslenmiş olması. Çünkü Merkez bankasında dolar rezervi üzerinden tespit edilen milli servet, Türk Lirasına bloke ediliyor ve para iç piyasaya öyle dağıtılıyor. Şayet ülkede cari açık varsa Merkez Bankasındaki dolar rezervi de tükendiğinden ülkemiz para basamıyor. Bu durumda dışarıdan sıcak para girdisi sağlanıyor ve ülkemiz hızla borçlandırılıyor. Bu sayede dışa bağımlı bir ekonomi yaratıldığından ülkenin bağımsızlığı da tartışmaya açık hale geliyor.” Şimdi buna kalkıp da “Haydar Baş’ın tespiti” demek akıl karı mıdır? Yani iktisatçılar bilmiyorlar mı bunu? Bir Prof. Dr. Osman Altuğ ya da mesela bir Prof. Dr. Mete Gündoğan bilmiyor muydu?.. “Sanayi devrimi yaşanmadığı müddetçe istihdam sorunu, işsizlik ve milli gelirin düşüklüğü gibi sorunlar var olacaktır” diyen Haydar Baş bunu ilk olarak “ağır sanayi” diye diye dilinde tüy biten Erbakan Hoca’dan öğrenmiş olmalıdır. Öğrenebilir ve elbette bu olağandır; ama birileri Baş’a yaranmak için “bu sizin tespitiniz” dediğinde, tevazu göstererek “ben bunu ilhamla değil öğrenerek edindim” diyebilmelidir. Tüm bağımsız devletler sınırlan içinde senyoraj hakkından faydalanırlar. Fakat ABD Dolan gibi uluslararası işlemlerde kullanılan bir para söz konusu olduğunda uluslararası değerinin oluşmasında ekonomiden ziyade askeri ya da siyasi egemenlik ilişkileri rol oynuyorsa senyoraj’ın anlamı değişir. ABD dünya ekonomisinde az paraya çok mal alabilir ve bazı paralan devalüasyona zorlayabilir. Mesela ABD dolarlarının tamamı ABD malları satın alımında kullanılarak ABD ekonomisine geri dönseydi uluslararası senyoraj doğmazdı. Dünyada hiçbir ekonomist Baş’ın senyoraj hakkında söylediklerini işitince şok olmamıştır. İstihdam ve Meslek Uzman Yardımcısı Mehmet Candan, “Kayıt Dışı İstihdam, Yabancı Kaçak İşçi İstihdamı Ve Toplumumuz Üzerindeki Sosyo-Ekonomik Etkileri“ başlıklı yazısında, “Açıkları kapatmanın diğer bir yöntemi ise para basma (senyoraj) politikasıdır. Bu yönteme de borçlanmada olduğu gibi ekonomiyi olumsuz etkilemekte ve enflasyona neden olmaktadır” derken bunu Haydar Baş’tan öğrenmemiştir. Emine Bilgili de, “Avrupa Parasal Bütünleşmesinde Senyoraj Problemi” (1) başlıklı yazısında senyorajı problem olarak görür. Milli gazete yazarı Reşat Nuri Erol çok daha çarpıcı ifadelerle senyoraj zulmünü anlatır: “Çeşitli aşamalar geçirdikten sonra sermaye sonunda kâğıt parayı keşfetti. Bunu da yine Müslümanlardan öğrendi. İslâmiyet’ten önce İranlılar devlet olarak malları halktan alıp devlet hazinelerine koyar, sonra hak sahiplerine belge verir, halk da bu belge ile ambarlardan malları çekerdi. Belge üzerinde mal yazılmaz, sadece pay yazılır, mesela gümüş gram yazılır, mallar fiyatlandırılıp öylece müstahaklara verilirdi. İranlılar buna “çek” demekte idi. Araplar ise “ç” harfini kullanmadıkları için ya “şek” ya da “sak” derlerdi. İşte bu “çek” kelimesi uygulamalı olarak Avrupa’ya geçti ve bugünkü Türk Lirası veya Dolar oldu. Yahudi bankerleri altını alıp çek veriyorlardı. Ayrıca altına faiz de vermeye başladılar. Sonra altını halka faizle kredi olarak vermeye başladılar. Halk altını alıp götüreceğine çeki alıp götürmeyi tercih etti ve altın para doğdu. Ancak bazı bankerler bu işi çok fazla ileri götürdüler ve altın talebini karşılayamadılar. O zaman devletler altının en çok beş misli altın para çıkarılacağını hükme bağladılar. Sonra derebeyler bu işi kendileri yapmaya başladılar. Bu para çıkarma hakkına senyoraj hakkı dediler.” (2). Erol devam ediyor: “Büyük devletler oluşunca merkez bankaları kuruldu. ABD’deki Merkez Bankası’nı (FED) Yahudi zenginleri kurmuşlardı. Diğer bankalar yavaş yavaş bu bankanın şubesi hâline geldi. Hâlen de ABD’deki Merkez Bankası 200 kadar tekel sermaye sahibi Yahudi’nin elindedir… Dünya ülkelerindeki merkez bankaları hazineye altın koyar ve ona karşılık beş misli millî paralarını çıkarır, halk istediği zaman merkez bankasına gider altınını alırdı… Faizci Amerikan sömürü sermayesi, İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünya merkez bankaları ile anlaştı. Altınları ABD Merkez Bankası (FED) stok edecek, dolarla istendiği zaman değiştirecek, devletler ise altın yerine doları stok edeceklerdi. Böylece tüm dünyanın senyoraj hakkını sömürü sermayesi eline geçirdi. 1970’lerde bu uygulamadan da vazgeçerek karşılıksız dolar üretmeye başladı. Türkiye dâhil diğer uluslar da işte bu karşılıksız dolar karşılığı para üretmektedirler…” Erol, “AB, ABD, Çin Krizi ve Tek Çözüm” isimli harika yazısında ekonomik sıkıntıların çözümlerini özetleyerek senyoraj konusuna dikkat çekmektedir: “Bir yerde kriz olursa oranın kooperatifi ve yöneticileri tasfiye edilecek, yeni yöneticiler göreve getirilecektir. Zararlar senyoraj hakkı yani enflasyonla sübvanse edilecektir. Başka türlü hiçbir suretle para çıkmayacaktır” diyor: “Yeni Siyaset ve Sermaye İçin İki Yol” başlıklı yazısında da senyorajı konu ediyor: “Sömürü sermayesi ekonomiyi devletlerin hâkimiyetinden kurtarmak suretiyle halkla doğrudan ilişki kurmak istemektedir. Vizelerin ve gümrüklerin kalkması sermayenin çıkarına olacaktır. Çünkü artık sadece karşılıksız para, paranın senyoraj hakkı ve faizle yeteri kadar güç elde etmekte, böylece devletler doğrudan veya dolaylı tekel sermayeye pay vermektedir.” Mehmet Barlas, "Beylik Hakkı" da (senyoraj) denilen bu konuda, "Para basmak", terör amaçlı silah kullanmaya, çoluk çocuk demeden önüne geleni vurmaya, yollarda mayın patlatmaya benzemez” derken ve Prof. Dr. Yakup Kepenek, “ABD, bir taraftan doların “senyoraj” ayrıcalığı sayesinde askeri harcamalarını finanse edip dünyanın en güçlü ordusunu yaşatabiliyor. Diğer taraftan bu orduyu, senyoraj ayrıcalığını da tehdit edici olasılıklara karşı (örneğin, kimi savlara göre petrol ihracatında, dolardan çıkmaya hazırlanan Irak’a ambargo koyarak sonra işgal ederek) caydırıcı bir araç olarak kullanıyor” derken senyorajı olumsuzluyor. Şu halde Haydar Baş gibi düşünen daha çok sayıda isim sayılabilir. (3). Milli Ekonomi Modeli, Türkiye’de yabancı sermayeye karşı olan ne ilk ne de tek modeldir. Haydar Baş’tan önce madenciliğin, bankacılığın, sigortacılığın ve hipermarket sektörünün yabancı sermayenin elinde olmasını eleştiren yüzlerce isim sayılabilir. Haydar Baş üretim araç ve gereçlerinin kamulaştırılmasına ve ekonominin devletleştirilmesine tek karşı olan değildir. Bu durumda onu özel kılan nedir? Haydar Baş bugüne kadar ”Kaynaklar sınırsızdır, ihtiyaçlar sınırlıdır” teorisini elbette ortaya ilk atan da değildir. Neo-klasik iktisatçılara karşı gelip ”Kaynaklar sınırsızdır” diyen yüzlerce sosyalist vardır. Bu onun gafıdır ama kendisi siyasi ve özellikle dini alanda fikir bakımından daha büyük gaflara sahiptir. 18. yüzyıldan sonra Batı’da başlayan sanayi devrimi, Kıta Avrupa’sında kömür ve çelik rezervlerini bitirdiğine göre demek ki kaynaklar sınırlıdır. Dünya’nın büyük bölümü Yakındoğu’daki petrol rezervlerine muhtaç olduğuna göre demek ki kaynaklar sınırlıdır. 100 yıl sonra petrol rezervleri de sona ereceğine göre demek ki yine kaynaklar sınırlıdır. Kaynaklar sınırsız olsaydı enerji kıtlığı söz konusu olmazdı. Zaten iktisat biliminin ortaya çıkma nedeni de mevcut kaynakların sınırlı ama insan ihtiyaçlarının sınırsız olması değil midir? Nitekim iktisat bilimi kaynakların kıt olması nedeniyle insanların tercihlerini ve tercihleri nedeniyle aralarındaki ilişkiyi inceler. Dünyanın beşte üçü su olduğu halde yine de içme suyunu barajlara ve göllere yağacak olan yağmurlardan elde ediyoruz. Ekolojik denge bozulurken kozmik denge de bozulmakta olduğuna göre yağmurlar yağmamaya başlarsa ve göller, denizler ya da okyanuslar zehirlenirse gelecek için kaynaklar daha da sınırlı olacaktır. Her şey hatta güneş bile sürekli enerjisini yani kendini yitirmektedir. Her şey sürekli harcanırken ihtiyaçlar gitgide daha çok artmaktadır. İsrafın önlenmesinin bile kurtaramayacağı bir realite önümüzde beklemektedir. Doğa kullanıldıkça eksilmektedir. Haydar Baş’ın önerileri Milli Görüş’ün ve Sosyalistlerin ekonomi modellerinde zaten mevcuttur. Burada hep birlikte kapitalistlere karşı çıkılmaktadır. Malthus’ın teorisi Fransız Devriminin demokratik eşitliğine karşı bir reaksiyondu. Nüfus artışı geometrik olarak artarken geçim araçları aritmetik olarak artar. Yani geçim ve beslenme araçlarının üretimi nüfus artışının gerisinde kalır ve bir nüfus fazlası oluşur. Bu fazlayı oluşturan yalnızca yoksullardır. Maltusçu teoriye karşı çıkan Alison, “Her insan gereksiniminden fazla üretimi yapacak durumdadır” der. Engels ise bilim aracılığıyla gerçekleştirilen tarım devrimi sonucunda yeryüzünün insanı besleme gücünden yoksun olduğu yolundaki iddiaların tarihe gömüleceğini söyler. Kim ne derse desin, neticede “Kaynaklar sınırlı, ihtiyaç ve istekler sınırsızdır” ya da “Kaynaklar sınırsız, ihtiyaç ve istekler sınırlıdır” deyip kestirip atmak doğru değildir. Rölatif durumlar genellenemez. Dünyadaki petrol kaynakları sınırlı değil midir? Petrol kaynakları sonsuza kadar var olacak mıdır? Haydar ağabey, sosyalistlerin “insanlık sürekli olarak yeni kaynaklar bulmuştur” demelerine bakmamalıdır. Ağaç ve demirle yetinmeyen insanlık mesela plastik gibi başka kaynaklar yaratmıştır. Ama tükettiği doğayı ve doğallığı geri alamamaktadır. İnsanlık elbette petrole mahkûm değildir. Enerji kaynakları denince güneş ya da rüzgâr gibi enerji kaynakları elbette görmezden gelinemez. Bu açıdan bakılınca kıt kaynaklar bütün gerçeği yansıtmamaktadır. İhtiyaç ve istekler birbirinden ayrıdır. Yemek, içmek, giyinme, barınmak gibi ihtiyaçlarımızın sınırsızlığını öğünlük ya da günlük düşünmemek gerekir. Bir öğün yer ve doyarsınız; fakat sonra acıkacaksınız. Bu yeme ihtiyacı her gün hayatınızın sonuna kadar hep olacaktır. Buradan bakınca milyarlarca insan için ihtiyaçlar daim ve sınırsız olacaktır. “Kaynaklar ihtiyaca göre değişken” olduğundan kaynakların sınırlılığı tartışılabilir. Geçmişte kaynak edindiğimiz bazı maddeler bugün bize lazım değilse ve kullanmıyorsak hiç olmazsa kullanılmadığından dolayı sınırlı olmayacaktır. Dolayısıyla sınırı, mevcut olması gibi biraz da tüketim belirleyecektir. Rousseau “Uygarlık, iktisadi büyüme, bilim ve teknoloji bizi gerçek ihtiyaç ve isteklerimize karşı körleştirmiştir” (4) derken bu da tartışılabilir. Nasıl ki hiçbir bina tek pencereli değildir, biz de tek pencereden bakamayız. Yine Haydar Baş’ın ekonomik savlarından birisi herkes için verilecek vatandaşlık maaşıdır. Ülkemizde 25 milyon ev hanımı, ilk ve orta dereceli okullara devam eden 18 milyon öğrenci ve 700 bin er ve erbaş mevcuttur. İşsiz sayımız ise 10 milyonu aşmaktadır. Bu verilere göre nüfusun üçte ikisi kendisini üretimden soyutlamışken, mal ve hizmet üretemediği halde nasıl vatandaşlık maaşı alacaktır? Herkese vatandaşlık maaşı verecek olan devlet bu kaynağı nasıl yaratacaktır? Erbakan Hoca bunu gerektirmeyecek önlemler ve çareler göstermişken herkese maaşı gerektiren bir ekonomi politikası güven verici midir? Yani ‘iş vermek’ emeksiz maaş vermekten daha cazip ve daha inandırıcı bir ifade değil midir? İnsan ihtiyaçları sınırlı ya da sınırsız değil tarihsel ve toplumsaldır. Komünizm şunu sorar: Hangi sınıfın, hangi toplumun, hangi tarihsel dönemin insanından söz ediyoruz? Ama tersi de sorulabilir: Hangi bireyin sınıfından, toplumundan ya da tarihsel döneminden söz ediyoruz? Çok daha az tüketim aracına, ilkel bir yaşantıya sahip olmasına karşın komünal topluluğun üyesi günümüz modern kapitalist toplum insanıyla karşılaştırıldığında, kendisiyle, içinde yaşadığı toplumla ve doğayla daha uyumlu ve barışık görünebilir. Onun dünyasında “sınırsız ihtiyaçlar” diye bir şey olmayabilir. Aynı olgu geçmiş ile günümüz kıyaslanınca da söz konusu olabilir. Fakat sınırsız ihtiyaç söz konusu olsun diye ilkelleşemez ya da geçmişi yaşayamayız. İleri kapitalist ülkelerde GSYH’nin % 2’lerini bulan devasa reklam harcamalarının kökeninde yatan, elbette insan ihtiyaçlarının sınırlarını ve onun tüketim talebini arttırma ve bu sınırları genişletme amacıdır. Sosyalistlerin “İnsan ihtiyaçları sınırsız olsaydı, hangi kapitalist, insanların daha fazla tüketmesini sağlamak üzere milyarları reklamlara, pazarlama uzmanlarına, ürün çeşitlendiricilere, piyasa araştırmacılarına vb. harcardı?” sorusu tek pencereden bakmaktır. Bir kapitalist kısa ve sınırlı ömründe ama yedi ceddine yetecek paraya ve her istediğine sahipken bu soruya güler. Bireysel açıdan kısa ve sınırlı ama zengin ve aksiyoner bir ömürde ihtiyaç sınırsızdır. Sosyalistler kapitalistlerin işine gelen hatta onları güldüren tutumları terk etmelidirler. Kapitalistlerin canlı problemleri alternatif ama cansız çözümlerle çözülemez. İnsan sınırsız ihtiyaçlara sahip olmadığı gibi sınırsızca tüketme yeteneğine de sahip değildir. Ama kapitalistler tarafından sınırsızca satın almaya sürekli teşvik edildiği bir hakikattir. Doğayı tahrip eden şey üretim eyleminin kendisi değil, üretim biçimidir. Mademki insanız ve insani ilişkilerde bulunmaya mecburuz, o halde Kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırma hayali yerine tasadduku yani maddi yardımseverliği öne çıkarmalıyız. İlle bomba istiyorsanız alın size bomba: Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması söylemlerini anlamsız bulan ve Dolayısıyla Merkez Bankası'nın bulunduğu yerin coğrafi olarak o kadar da önemli olmadığının altını çizen Osman Altuğ hoca, Merkez Bankası'nın merkezinin aslında Washington olduğunu söyleyerek ekliyor: “Merkez Bankası'nın İstanbul'a gelmesiyle yabancılara bir kolaylık daha hedeflenmiş olabilir.” Devam edecek.

****************

EKONOMİ MODELİ-2 11 Kasım 2013, Yüksel YILMAZ sijoyukselyilmaz@windowslive.com

MEDYA KOCAELİ GAZETESİ Erbakan Hoca adaletin zulmü kaldırmasıyla Adil Siyasi Düzeni, doğrunun yanlışı kaldırmasıyla Adil İlmi Düzeni, iyinin kötüyü kaldırmasıyla Adil Ahlaki Düzeni ve faydalının zararlıyı kaldırmasıyla Adil Ekonomik Düzeni kuruyordu. Madem öyle şimdi Adil Ekonomik Düzenin başlıca özelliklerini hep beraber hatırlayalım bakalım… ADİL DÜZEN Adil Düzen'de devlet ekonomik faaliyetlerde bulunmaz. Ekonomik faaliyetleri özel kesim yürütür. Devlet özel sektör faaliyetlerine yardımcı olur. Serbest piyasa düzeni ve fiyat mekanizmaları arz ve talep kaidelerine göre tamamen serbesttir. Üretimi talep yönlendirir. Bu mekanizmanın işleyişini olumsuz yönde etkileyecek merkezi planlama kurumu yoktur. Devletin görevlerinden biri de tekelleşmeyi önlemektir. Devletin özel sektöre yardım için hazırladığı projeler emredici değildir. Özel sektör projeyi beğenmezse başka projeler geliştirir. Her müteşebbis devlet hizmetinden yararlanır. Kişi ve kurumlar arasında fark gözetilmeden herkes istediği projeyi seçer ve yapar. Gereken teminatları veren müteşebbise faizsiz kredi verilir. Adil Düzen gerçek anlamda tekelden arındırılmış özel teşebbüsçü bir düzendir. Adil Düzen'de vergi ve kur bellidir. Para ancak mal karşılığı piyasaya çıkar ve faiz yoktur. Bu istikrarlı zeminde özel ve tüzel kişiler kaynaklarının en iyi şekilde kullanılmasında serbestçe aktif rol oynarlar. Adil Düzen'de "istediğin müesseseye imkân vererek geliştir, istediğin müesseseyi batır" gibi zulmü sağlayan faydasız kurum ve mekanizmalar ortadan kaldırılır. Adil Düzen'de dürüst her müteşebbise faizsiz kredi imkânı vardır. Böylece Adil Düzen'de daha yaygın ve rekabete dayanan özel teşebbüs mevcuttur. Öyleyse Adil Düzen gerçek anlamda serbest bir ekonomi düzenidir. Hızlı kalkınma; süratli, rantabl ve yeterli ölçüde gerçekleştirilecek yatırımla sağlanabilir. Şimdiki düzenle bunu sağlamak mümkün değildir. Bankaların ve devletin yüksek faizle para toplaması kaynakların yatırıma yönelmesini önler. Adil Düzen'de faiz olmadığı için faize yatan paralar yatırıma yönelir; kaynaklar üretime kanalize edilir. Yatırım 5-6 misli ucuzlar; aynı parayla bir yatırım projesi yerine 5-6 proje gerçekleşebilir. Aynı tesis üçte bir işletme sermayesiyle çalışabilir. Sermayenin azlığı mevzubahis değildir. Gerek yatırım, gerek işletme az sermayeye ihtiyaç duyar. Para üretim gerçekleşir gerçekleşmez, bu üretimin ihtiyacı kadar hemen piyasaya sürülür. Bunun için sermaye sıkıntısı yoktur. Haksız vergiler kaldırılarak yatırımı önleyici tahribat yok edilmiştir. Adil Düzen'de işçi de işveren gibi üretimden pay aldığından ve üretim faktörlerine sahip olanlar arasında menfaat paralelliği kurulduğundan üretimin arttırılması zaten hepsinin ortak gayesidir. Adil Düzen'de para basımı, vergi konması gibi hususlar anayasada belirlenecektir. Hükümet hiç bir şekilde bu kanunlarda keyfi davranamaz. Bu ise yatırımcının istikrarlı bir yapıda ileriyi hesaplayarak yatırım yapmasını özendirir. Krediler sadece teminata bağlı olamaz. Kredi önceden belirlenen kriterlere göre sağlanır. Kalkınmada aktif rol alanlar çoğalır, yaygınlaşır, rekabet ortamı oluşur, tekeller olmaz ve gelir dağılımı adil olur. Her türlü yatırım projeleri daha evvel tanzim edildiğinden, yatırımcı bu projeleri gösteren albümlerden istifade ederek verimli yatırımlara yönelme ve daha erken yatırıma başlama imkânı elde eder. Böylece daha hızlı kalkınma imkânı sağlanır. Tabii ki müteşebbis bu hazırlanmış projeleri her yönden değiştirebilir. İsterse kendi imkânlarıyla hazırladığı projeleri gerçekleştirebilir. İşsizliği önlemenin yolu yeni ve büyük yatırım hamlesi yapmaktır. Adil Düzen'de yatırımı pahalılaştıran faiz ve adaletsiz vergi olmadığından, aynı sermayeyle yatırımlar 5-6 misli, aynı işletme sermayesine mukabil üretimler en aşağı 3 misli artar. 3 misli üretim için ise işgücü ihtiyacı şimdiye nispeten en az üç misli daha fazlalaşır. Adil Düzen'in tatbikiyle işgücü ihtiyacı en az 3 misli olacağından bu sonuç işsizlerin tümüne iş imkânı sağlanması, yani işsizliğin ortadan kalkması demek olur. Yurt içinde maliyetlerin düşmesine bağlı olarak dış talepteki artış ihracat patlamasına yol açar. İhracatı arttırmanın şartları vardır: Üretim tesislerinin yatırım maliyetlerinin ucuz olması, böylece üretilen malın maliyetine intikal ettirilecek olan amortisman ve yenileme giderlerinin küçülmesi suretiyle üretim maliyetinin düşük olması, üretim maliyetini en çok arttıran maliyet kalemleri içindeki faizin ve haksız verginin olmaması, işletme giderlerinin az ve girdilerin ucuz olması, üretim için finansmanın yeterli olması ve kolay tedarik edilmesi, yatırımı ve üretimi önleyici bürokratik ve diğer engellerin ortadan kalkması, gelir seviyesinin yükselmesi dolayısıyla iç arzın artması, iç arzın artışı ve fiyatların genel seviyesinin düşük olmasının birim maliyetlerini düşürmesiyle ihracat hacminin büyümesi. Zaten sonuç kaliteli, bol ve ucuz üretimin yapılmasıdır. Adil Düzen'de yatırım tesislerinin 5-6 misli ucuza mal edilmesiyle bir yatırım tesisi yerine aynı imkânla 5-6 yatırım tesisi yapılabilir. Böylece üretim 5-6 misline çıkar, gider kalemi olan amortisman ve yenileme giderleri küçülerek üretim ucuza mal edilir. İşletme esnasındaki giderlerde faiz ve haksız vergi olmayacağından maliyetler düşük, yani üretim ucuz olur. Girdiler Adil Düzen içinde ucuz üretildiğinden, bu girdilerin ucuzluğu, üretilecek malın ucuz olmasına sebep olur. Üretim için finansman sorunu çözümlenir. Çünkü finansman ihtiyacı üçte bire inmiştir. Faiz kalktığından finansmanın faiz yerine yatırıma yönelmesi sağlanır. Para, üretime karşılık basılacağından üretimin meydana gelişiyle istenen parayı bulmak mümkündür. En az 4-5 misli artan üretim yurtiçi ihtiyacını karşıladıktan sonra 2-3 misli de artacağından, dış pazarlara bol ve ucuz mal ihraç edilerek ihracat patlaması sağlanır. Bunun neticesinde dış ticaret açığı kapanır, dış borç ihtiyacı kalmaz ve eski borçlar süratle ödenir. Artan zenginlikler en ileri teknolojinin kullanılmasına ve her türlü araştırmanın yapılmasına imkân verir. Böylece en ileri teknolojiyle en modern ve kaliteli üretim imkânı doğar. Türkiye, başta kardeş Müslüman ülkeler olmak üzere, diğer ülkelere borç verecek konuma gelir. Yurtiçi ihtiyacın karşılanarak ihracat ve ithalatın aynı düzeye gelmesi, ithalat ve ihracat arasındaki farkı yani dış ticaret açığını ortadan kaldırmıştır. Bu durum cari işlemler dengesini müspete çevirir yani borç almadan borç ödeme imkânını gerçekleştirir. İhracat rakamının ithalat seviyesini katlaması nedeniyle ödenecek borç taksitleri çok küçük seviyede kalır ve taksitlerin çok üstünde ödeme gücü doğar. Adil Düzende faiz ve haksız vergi olmadığı, para mutlaka üretim karşılığı basılacağı, bunun dışında açıktan karşılıksız para basmanın mümkün olmadığı, bu sebeple paranın satın alma gücünün sabit kalacağı; buna bağlı olarak, döviz kurunun da sabit kalacağı ortadadır. Bankacılık sistemimiz faiz olmamasından dolayı genelde yatırımı teşvik ve özendireceğinden çok yatırım, ucuz ve bol üretim söz konusu olacaktır. Büyük ihracat patlamasıyla döviz ihtiyacı da büyük çapta karşılanır. Böylece enflasyon söz konusu olmaz. Adil Düzen'de devletin gelirleri de artar ve faiz olmadığından şimdiki faiz-enflasyon kısır döngüsü de olmaz. Adil Düzen'de arz ve talebe bağlı olarak fiyatlarda ufak artış ve azalışlar olabilir ama enflasyon olmaz. Çünkü bu düzende enflasyonun bütün sebepleri ortadan kaldırılmıştır. Adil Düzen'in üretimi 5-6 misli arttırması, neticesinde ihracatın ve döviz gelirlerinin istenen düzeye çıkması ithal edilen birçok ürünün de içeride üretileceğini göstermektedir. Bütün bunlara rağmen dışarıdan gelecek ürünlerin ve ithal maddelerinin yol açacağı enflasyonun topyekûn ekonomi içinde payı küçülür. Kifayetli miktarda dövizin mevcudiyeti dış piyasalarda pazarlık gücümüzü artırır. Şartlı kredi alırken maruz kaldığımız zorlayıcı ve pahalı alımlara, bol dövizimiz olması halinde elbette maruz kalmayız. Şartlı kredili satın almaların dünya piyasa fiyatlarından % 35 daha pahalı olduğu bir realitedir. Adil Düzen'e geçildiğinde bu durum değişir, ekonominin kalkınma hızı ve hacmi büyük oranda artar, ihracat patlaması olur, ülke büyük döviz rezervlerine kavuşur ve dışarıdan ithal edilmesi gereken mallar dünyanın neresinde en ucuza satılıyorsa oradan alınır. Dünyadaki enflasyon takriben % 3-5 mertebesinde olduğundan, ithal edilen malların gelişen büyük ekonomi içindeki payı ve etkisi de çok küçüleceğinden ve ayrıca Türkiye araştırma ve gelişmeye daha büyük oranda para ayırıp, teknolojisini hızla geliştireceğinden dolayı her yıl üretim maliyetleri daha da düşer. Netice olarak, dışarıdan yapılan ithal katkılarının sebep olacağı enflasyon hissedilmeyecek kadar azalır veya bu bereketli ekonominin içinde etkisiz kalır. Adil Düzen'de aynı imkânla 5-6 kat yatırım projesinin gerçekleşebilecek olması ve bu durumun üretimi 5-6 kat artıracağı hatırda tutulmalıdır. Bu çok önemlidir. Adil Düzen'de aynı işletme sermayesiyle 3 kat üretim gerçekleşir. Sermaye faizsiz olarak güvenilir her müteşebbise verilir. Böylece müteşebbis sayısı artırılarak yatırım yaygınlaşır ve üretim artar. Tekeller kalkar. Teşebbüs rahatlığı ve kolaylığı getirilir. Her müteşebbis, hazırlanmış proje albümünden proje seçerek onu tatbik imkânı bulduğundan proje araştırma ve tanzim zamanı kazanılarak ve en verimli projelere kavuşularak üretim daha erken, ucuz ve bol yapılabilir. İşçi üretimden pay aldığından üretimi artırmaya çalışır. Böylece işçi-işveren arasında kavga değil, menfaat paralelliği ve uyum vardır. Bu da üretimi hızlandırır. İşçi üretimden pay alacağından fazla değil ihtiyaç kadar işçinin çalışmasını ister. İşçi başına yapılan üretim artar. Bozuk düzende boş duran işçi, Adil Düzen de azami ölçüde üretim yapabilen işçiye dönüşür (5). Devlet orman sahibidir; maden sahibidir; bunu işletecek pay alacaktır. Mevcut tesislerin yarısı devletindir. Bunları işletecek tesis payını ilaveten alacaktır. Diğer gelirlerle birlikte devletin gelirleri 2-3 misli artar. Böylece Adil Düzen ile birlikte GSMH süratle gelişmiş devletlerin seviyesine çıkar. Adil Düzen açık ve berraktır. Üretim ve hizmet yapan her yere bir devlet memuru gelip görev yapacak değildir. Bütün üretim müesseselerindeki görünen yapı takriben aynıdır. Sadece üretim hacmi hızla aratar. Teknoloji gelir, bolluk ve zenginlik olur. Üretim satıldıktan sonra devlet de tespit edilen payını alr. Muhasebe sistemi değişmiştir. Üretim en ucuz ve engelsiz olur. Bölüşüm, üretime katkıda bulunanlar arasında adilane bir şekilde yapılır. Esasen sipariş senedi (selem senedi) tatbikatıyla üretimlerin büyük çapta daha meydana gelmeden satın alınacağı ve artık firmaların daha küçük stokları olacağından ambar kapasitesi küçülür. Adil Düzen'de işçi üretimden pay aldığından payını fazlalaştırmak için daha çok üretim yapmaya çalışır. İşçi-patron arasında menfaat paralelliği vardır. Adil Düzen'de bu yüzden grev ya da lokavt olmaz. Çünkü gerek kalmaz. Bunu haklı kılacak sebepler ortadan kalkmıştır. Sendikalar, eğer kaybolan veya yanlış takdir edilmiş haklar varsa bunları arar. Adil Düzen "gerçek özel sektörcü" düzendir. Devletin görevi, özel sektör tarafından yapılacak yatırımlar için özel sektör isterse yardım etmektir. Bu yardım makro plan çerçevesinde, bir albüm vasıtasıyla proje yardımı, yönlendirme, tam teşvik ve tam destektir. Bir ilde bir yatırım yapılması gerektiği halde bunu kimse yapmıyorsa devlet buna yardımcı olur ve sonra özel sektöre devreder. Bu durum arızidir. Adil Düzen doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde özel sektör cennetidir. KİT'ler Türkiye ekonomisinde büyük bir yer tutar. Önce bunların ekonomik çalışması sağlanır. Çalıştırmak isteyen müteşebbise devlet tesis ve genel hizmet payı diye üretimden iki pay alarak devredebilir. Diğerleri ise isçilik, hammadde ve teşebbüs paylarını alırlar. Şayet işletme kâr sağlamazsa müteşebbis değiştirilir. Bir kimse KİT'lerden herhangi birini satın almak isterse bu da mümkündür. Ancak Adil düzen bu tesisleri peşkeş çektirmez. Yurtdışından birçok işçi yatırım yaptığı halde yönetici olmadığı için başarılı olamadı. Şimdiye kadar müteşebbis ve yöneticinin yetişmemesinin sebebi imkânların tümüne yakınının holdinglere yönlendirilmesidir. Adil Düzen'de dürüst her müteşebbise kredi imkânları sağlanacağı için, müteşebbis ve yöneticiler artar ve yaygın yatırım hamlesi gerçekleştirilir. Stratejik tesislerin satılması hiçbir zaman mümkün değildir. Kapitalizmde devlet haksız ve keyfî müdahalelerde bulunur. Faiz ve sömürü, fiyatların tekeller tarafından oluşturulması, paranın köle etme unsuru olarak kullanılması, kalkınmayı, teşebbüsü ve üretimi önlemesi söz konusudur. Kapitalizmin beş mikrobu vardır: Faiz, vergi, darphane, banka düzeni ve kambiyo. Bu beş mikrop şu hastalıkları ortaya çıkarmaktadır: Açlık, fakirlik, pahalılık, enflasyon, işsizlik, sömürü, geri kalmışlık, adaletsiz gelir dağılımı, uluslararası dengesizlik, dış borçlar, sosyal patlamalar, harpler, terör, mafya, rüşvet, ahlâki çöküş… Peki, kapitalizm kesin olarak zulüm düzenidir. Komünizm çok mu farklıdır? Komünizm her ne kadar bu sonuçlara reaksiyon olarak doğduysa da, komünizm faizi kaldırayım derken kârı da ortadan kaldırarak zulüm etmiştir. Oysa kâr ihtiyaç duyulan mallar ve hizmetlerin süratle üretilmesini sağlayan en önemli hayati faktördür. Tekeli kaldırayım derken, fiyatların serbest piyasada teşekkülünü de ortadan kaldırdı. Fiyatların serbest piyasada teşekkülü sıhhatli bir ekonominin en hayati unsurudur. Böylece ekonomi kendisini en iyi şekilde tanzim etmekte ve israflar önlenmektedir. Rasyonel üretim, iyi kalite, ileri teknoloji böylece teşvik edilmiş olmaktadır. Sömürüyü kaldırayım derken, mülkiyeti de, serbest teşebbüsü de ortadan kaldırdı. Mülkiyet ve serbest teşebbüs ekonomi ve hızlı kalkınmanın motoru ve itici gücüdür. Bunların kaldırılması insan tabiatına aykırıdır. Bunların olmaması ekonomide geri kalmanın temel sebebidir. Komünizm 70 yıllık bir zulüm döneminden sonra iflas etmiştir. Komünizm, kapitalizm kanserine karşı adeta kanser hücrelerini öldürürken sağlıklı hücreleri de öldüren bir kemoterapi metodudur. Adil Düzen ise henüz tıp alanında bulunamamış ama gelecekte kemoterapiyi gereksiz kılacak ileri ve doğal bir metottur. Komünizmde ezen güç "siyasi güçtür", kapitalizm' de ise ezen güç "sermaye gücü"dür. Bugün komünizm nasıl iflas edip çökmüşse aynı şekilde kapitalizm de iflas etmeye mahkûmdur. Kapitalizmin halen suni olarak yaşatılmaya çalışılması yeryüzündeki bazı sömürü mihraklarının işidir. Kapitalizm ve sosyalizm, insanlara felaket getiren sömürüye dayalı hastalıklardır. Dünyada huzuru bozmuş ve milyarlarca insanı sefil bırakmıştır. Çünkü bu sistemler kuvveti üstün tutan sistemlerdir. Hakkı üstün tutan Adil Düzen maalesef bugün dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Ancak bu hastalıkların tedavi edilip sıhhat bulması için Adil Düzen'in tatbiki şarttır. Haydar ağabey Rus sosyalistlerle boy boy poz veriyor ama sonuç itibarıyla yok onların da kapitalist Amerikalılardan bir farkı. Fark, Adil Düzen’dir! Bütün bunlar “Adil Ekonomik Düzen” prensiplerinin sadece bir kısmıdır. Adil Düzen modeli hiç olmazsa şimdilik geriye pek bir şey bırakmamaktadır… DİPNOTLAR: 1. (Maliye Dergisi, sayı:126 (Eylül-Aralık 1998), s. 96-11), 2. (Kuran ve İlim 728. Hafta seminerinden-1, Reşat Nuri Erol, 01.09.2013, Pazar, Milli Gazete), 3.(Ayrıca bakınız: Soylu, Hakk. Türkiye’de Senyoraj Gelirleri ve Kamu Açıkları. Ankara: SPK, Yay. No: 81, 1997. “Para Politikasında Friedman Kural, Optimal Senyoraj Teorisi ve Sıfır Enflasyon Üzerine Teorik Bir 7nceleme,” Liberal Dü*ünce Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 30, Bahar 2003),4.(J.J. Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, s.151), 5. (Örnek: Milli Görüş, 1974-1978 yılları arasında MSP olarak bu düzen içinde dahi bazı bürokratik engelleri kaldırarak, işçiyi üretime ortak ederek ve faizsiz krediler vererek, büyük ağır sanayi hamlesini yapmış, KİT'leri ve bu arada Sümerbank'ı kâra geçirerek, kârı ile birçok fabrika inşa etmiş, her sahada üretimleri artırmıştır.)





Sayı: 230 | Tarih: 10.11.2013
Yusuf Kaplan
Sorun Türkiyenin müslüman kalıp kalmayacağı ile i
Türkiye seküler devlet ve müslüman toplum mu?
1180 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mahir Kaynak
Yapıdaki Değişim
Araştırma
1061 Okunma
7 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Barlas
"Hedefsizlik sendromu" muhafazakârları da etkiliy
“Toplum bilir.”ciler Toplumbilimcilere karşı
949 Okunma
1 Yorum
Tayibet Erzen
Ahmet Hakan
‘Sen kızının...’ diye başlayan soruya cevaplar
Allah’tan akıllı olduğunu sanmak
945 Okunma
4 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Şevket Eygi
Üniversiteler, Din, Ordu, Yargı Siyasete Âlet Edi
Din Ayrı Politika Ayrı
927 Okunma
Emine Hocaoğlu