Mâzinînin de,âtî'nin de yegâne anahtarı:Medeniyet
1155 Okunma, 1 Yorum
Yusuf Kaplan - Yeni Şafak
Ali Bülent Dilek

Mâzînin de, âtî'nin de yegâne anahtarı: Medeniyet dili

Yusuf kaplan

08.02.2013

Sivilizasyon / uygarlık anlamında 'medeniyet' algısının din yerine yerleştirilmesine yönelik eleştirilerimden ötürü, benim medeniyet fikri'ni terkettiğime dâir tuhaf bir algı oluşmuş bazı okuyucularda! Hayret doğrusu!

Yalnızca Müslümanların değil, insanlığın, -tarihte karşı karşıya kaldığı ama ayartıcı nitelikler kazandığı için farkına bile varamadığı ürpertici- varoluş bunalımını aşabilmesinin en temel yolunun, 'Tanrı', kâinât ve insan'dan oluşan büyük varlık zincirinde özetlenen BÜTÜNLÜK ve dolayısıyla HAKİKAT fikrini yeniden kazanabilmesini sağlayabilecek, köklerini vahiyde, tatbikatını Sünnet-i Seniyye'de bulacak iyi temellendirilmiş esaslı bir medeniyet tasavvuru ile mümkün olabileceğini düşünen biri olarak çarpık, savruk ve Batı'dan aşırma 'medeniyet' algılarının dinin yerine yerleştirilmesine açıkça dikkat çekmeme rağmen medeniyet fikrinden vazgeçtiğim sonucunu çıkarmak ancak çağ körleşmesinin ürünü algı körleşmesiyle malul olmakla açıklanabilir herhalde!

ÜÇ TEMEL ELEŞTİRİ

Oysa temelde eleştirdiğim iki sorun var/dı: Birincisi, 'medeniyet' algılarının büyük ölçüde modern Batı'nın entelektüel temellerini atan ve modernliği kuran sivilizasyon / uygarlık algısına dayandığına dikkat çekiyor ve bunu eleştiriyorum.

İkincisi de, Batılı sivilizasyon / uygarlık algısının sorgusuz sualsiz 'medeniyet' olarak algılanması ve bu Batılı 'medeniyet' algısının dinin yerine yerleştirilmesi sapmasını eleştiriyorum.

Sivilizasyonun / uygarlığın varoluş alanı buradan, bu dünyadan ve dolayısıyla tek / yatay düzlemden ibarettir. Dolayısıyla uygarlık, Marcuse'ün de uzun uzadıya tartıştığı ve gösterdiği gibi 'tek boyutlu bir insan, tek boyutlu bir toplum ve tek boyutlu bir dünya tasavvuruna' dayanır.

Oysa medeniyet yatay / dış ve dikey / iç düzlemlerin medcezirinden teşekkür eder. Dolayısıyla Batı, medeniyet değildir, uygarlıktır sadece.

Hâl böyle olunca da İslâm'ın hayatiyet kaynağı medeniyeti, uygarlıkla / sivilizasyonla aynı şeymiş gibi algılamak ve sunmak, yanlıştır ve bizi çıkmaz sokaklara götürür.

Tam bu noktada üçüncü bir eleştiriye daha ihtiyacımız var: 'Medeniyet' eleştirilerinin eleştirisine. Bu meseleyi sonraki yazıda konu edineceğim.

MEDENİYET DİLLERİNE HÂKİM OLMADAN MEDENİYET YOLCULUĞU YAPILAMAZ

Ancak önce, önceki yazıda çok dil öğrenme faslında söylediklerimi biraz açmamda yarar var.

Arapça ve İngilizcenin yanısıra Latince, Grekçe, Almanca ve Fransızcayı (fazla değil, fazlası zarar çünkü) sadece metinleri okuyacak kadar öğrenme ihtiyacı duymamı duyurmam, yadırganmış bazı okuyucularca.

Bu dilleri öğrenme ihtiyacımı iki açıdan kısaca açıklamaya çalışmıştım: Birincisi, üniversitenin bir işe yaramadığını, özgün bir düşüncenin üniversitede geliştirilebilmesinin, geliştirmek için çaba sarfettiğim vahiy eksenli ve Sünnet-i Seniyye'yle hayat bulan, hayat olan ve hayat sunan medeniyet fikrinin -yeniden hayata geçirilmesi sürecinde- kurucu sütunlarını oluşturan ilim, irfan ve hikmet yolculuğunun mevcut üniversitede olmayacak bir iş olduğunu -örnek olsun- diye göstermek içindi.

İkincisi de, hem hâkim, hem de çağı her bakımdan belirleyen uygarlık, Batı uygarlığı olduğu için, Batı uygarlığını bihakkın öğrenebilmenin en temel yolunun, Batı uygarlığını kuran klasik dilleri (Grekçe ile Latinceyi) ve sürdüren / geliştiren çağdaş dilleri (İngilizce, Almanca ve Fransızcayı) öğrenmekten geçtiği gerçeğinin altını çizme kaygısı güdüyor/du.

………………………………………

Alman dili, tıpkı Arapça gibi, tıpkı medeniyet dili özelliklerini koruyabildiği ölçüde Türkçe gibi, zaman kavramını ben'le, öz'le, iç dünya'yla, gönül'le, psişe'yle ilişkilendiren derinlikli bir dildir.

Meselâ Almancadaki 'zeit' anlamında kullanılan ''zaman kavramı, 'Eigenzeit' kavramının bir parçasını oluşturur. 'Eigen', 'ben'e / öz'e ait olan' demektir. 'Eigenzeit' ise, 'öz-zaman', 'ben'e ait zaman' anlamlarına gelir ve zaman'a mekân ötesi, akışkan, geçişken nitelikler ve yanısıra da 'değer' ve 'işlev' boyutları kazandırır.

Modern ve postmodern Batı düşüncesinin en derin kaynağını oluşturan Alman düşünce geleneğinde 'zaman' kavramının parçalanmaması, kontrol ve kolonize edilmesi kolay bir mekân / geçicilik kavramına endekslenmemesi, bizi, hem hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere götürebilir, hem de bize hiç de yabana atılmayacak keşifler yapma imkânı sunabilir, en azından Batı uygarlık tarihi açısından.

Almanların Batı düşüncesinin Kant, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche, Husserl ve Heidegger gibi en derinlikli düşünürlerini çıkarmayı başarmış olmalarının sırrı, Almancanın derinlikli bir dil olmasında gizlidir aynı zamanda. Bu derinlikliliğin hem dili de vareden, hem de dilin de varolmasına katkı verdiği diğer kaynakları apayrı bir tartışma konusu elbette. Bunu geçiyorum o yüzden.

MEDENİYET DİLİ: HEM KURUCU, HEM DE KORUYUCU KAYNAK

Medeniyet dili, hem kurucu, hem de medeniyetin ruhunu ve dinamiklerini koruyucu ana dildir: Medeniyet dilini yitiren toplumların dillerini ve kendilerini koruyabilmeleri de, sahici ve özgün bir dünya, muazzez ve muhkem bir hayat, derinlikli ve zengin bir düşünce dünyası ve hayatı inşa edebilmeleri de hayaldir.

Mesela Türkçedeki 'yazar' sözcüğü, bir medeniyet dilinin ve ruhunun sekülerleştirilerek içinin nasıl boşaltıldığını, yerle bir edildiğini gösteren ilginç sözcüklerden biridir. Birazdan bu 'yazar' sözcüğü üzerinden etimolojik, semantik ve zihnî bir kazı yapacağım.

Yine Türkçede felsefe çevrelerinde ısrarla 'ruh' yerine kullanılan 'tin' sözcüğü, bizim neden düşünce üretemediğimizin -ve böyle gittiği sürece de üretemeyeceğimizin-, yalnızca başkalarının gölgeleri olarak yaşamaya mahkûm olduğumuzun, onların arkalarından tin tin ederek sürüklendiğimizin traji-komik bir göstergesidir.

'Ruh' kavramının düşünce dilinden atıldığı, yerine hiçbir derinliği, müzikalitesi, sesi ve nefesi olmayan ruhsuz, kupkuru bir 'tin' sözcüğünün zorla ikame edildiği bir ülkede hayat da, düşünce de, felsefe de güdük kalmaya ve gülünçleşmeye, kurumaya ve çölleşmeye mahkûm olmaktan kurtulamaz/dı elbette.

DİLİN SEKÜLERLEŞTİRİLMESİ: MEDENİYET DİLİNİN YOK EDİLMESİ

Türkçenin sorunu, kültürü ve hayatı olmayan, tarihî derinlikten ve psişe'den yoksun, temelsiz, uydurma, nevzuhûr, nesepsiz ya da neseb-i gayr-i sahih bir dil icat edilerek dilimizin, sekülerleştirilmesi ve böylelikle medeniyet dili özelliklerinin yok edilmesi, yani kurucu ve koruyucu, yaratıcı ve kanatlandırıcı ruhunun, temellerinin ve sütunlarının yok edilmesi sorunudur.

Dil, yaşayan ve yeni ufuklar açan bir medeniyetin, hayatın ve düşüncenin yalnızca vasıtası değildir; aynı zamanda vasat'ının ve hayat şartının da şifre ve anlam haritasıdır.

Bir medeniyeti, hayatı ve düşünceyi çökertmenin ve yok etmenin yolu, o medeniyetin dilini yok etmekten geçer. Bizim yaşadığımız felâket, medeniyet dilimizi kaybetmemizdir.

Dilini yitiren toplumlar, bırakınız dünyaya esaslı şeyler sunabilmeyi, konuşma ve varolma vasıtalarını ve vasatlarını da yitirdikleri için hem konuşamazlar, hem de dünyaya dişe dokunur özgün şeyler veremezler.

Özetle… Medeniyet dilini yitiren toplumlar, varlıklarını da, hayat-dünyalarını da, düşünme biçimlerini de, idrak yetilerini yitirmekten ve başka dillerin ve medeniyetlerin taklitçileri, figüranları ve hatta palyaçoları olmaktan kurtulamazlar.

OTORİTE KAYNAĞI TANRI OLARAK 'YAZAR' VE 'YÖNETMEN'

Neredeyse bütün Frenk dillerinde 'yazar' anlamında kullanılan ortak kelimelerden biri 'author'dür. İngilizcedeki 'writer', herhangi bir alanda otorite olmayan 'yazıcı'ya-'gazeteci'ye denir.

Latinceden gelen ve bütün Avrupa dillerine geçen 'author' anlamında 'yazar' kavramı, bir alanın otoritesi olacak kadar o alanın kitabını yazan ve derinleşen yazar demektir.

Fakat, 'author' sözcüğü büyük 'A' ile 'Author' olarak yazıldığında, 'Tanrı' / 'Yaratıcı' anlamına gelir. Bu kelimenin Latincedeki 'Yaratıcı, Tanrı, Lider, Efendi, Rab' anlamlarına gelen 'auctor' sözcüğünden türetildiğini, Fransızcaya da 'auteur' olarak geçtiğini, Fransız Yeni Dalga Sineması'nın, yönetmen figürünün, 'Tanrısal' konuma yerleşmesinden ötürü, 'auteur sineması' olarak adlandırıldığını da hatırlatmak zihin açıcı olabilir.

Yine aynı kelime kökünden türeyen 'otorite' / 'authority' (Latincesi: auctoritatem) kavramının da, Tanrı'nın bir niteliği olması oldukça anlamlıdır.

Batı uygarlığı tarihinin entelektüel yolculuğunu bilirseniz, 'yazar'ın Batı'da neden 'Tanrı'nın yerini, işlevini ve rolünü üstlenmek zorunda kaldığını da, bireyin neden bu kadar bencilleştiğini, insanların kolaylıkla putlaştırıldığını, hatta bireyselliğin neden bu kadar zıvanadan çıkabildiğini de çözersiniz.

Ya da tersi de doğru: Heidegger'in ifadesiyle, 'insanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü olması'yla, Grekçedeki anlamıyla 'ilâhlaşması'yla (apotheosis) birlikte, insanın neden Tanrı'nın 'otorite'sini üstlenen bir varlık katına yüksel/til/diğini kavramanız kolaylaşır.

MEDENİYET DİLİNİ YİTİREN TOPLUMLAR DÜŞÜNEMELER, DÜŞERLER

Düşünce, dille üretilir: Medeniyet diliyle… Medeniyet dillerini yitiren toplumlar düşünemezler, düşerler sadece: Hem başkalarının peşine düşerler, hem de yere, sere serpe…

Hâsılı kelâm, medeniyet dilini yitiren toplumların, dinlerini, hayat-dünyalarını ve düşünme yetilerini de yitirmeleri kaçınılmazdır.

Özetle, Batı uygarlığının temellerini ve sorunlarını, yanısıra da, insanlığı neden varoluşsal bir bunalımın eşiğine sürüklediğini anlayabilmek için, Batı düşüncesinin klasik / kurucu ve çağdaş / koruyucu dillerini öğrenmek de, kendi medeniyet dilimizin ana kaynağı Kur'ân'ın dili Arapçayı öğrenmek de ve Türkçeyi yeniden medeniyet dili konumuna yükseltecek yorucu ama zorlu bir yolculuğa çıkmak da, esaslı bir medeniyet fikri geliştirmek için imal-i fikir'de bulunan bir kişi için zorunludur.

Bu nedenle, Arapça bilmeden, İslâm tefekkürünü kurucu kaynaklarından okumadan, İslâmî ilim, irfan ve hikmet ufuklarını ve yolculuklarını derinlemesine kavramadan sahici bir medeniyet fikri geliştirilemez.

'HİKMET'İ NASIL YİTİRDİK?

Mesela ilim kavramı da, irfan kavramı da, hikmet kavramı da, vahyin başlangıcından günümüze gelinceye kadar çok büyük değişim geçirmiştir.

Hele de hikmet kavramı, Grek düşüncesiyle karşılaşmamızdan itibaren Kur'ân'daki anlamından bütünüyle koparılarak inanılmaz bir semantik intihar yaşamıştır.

'Hikmet'in, Greklerin 'felsefe'lerinin karşılığı olarak terimleşmesi, Müslümanların ilâhî hikmetin önlerine açacağı ufukları yitirmelerine yol açmıştır.

Hikmet kavramının yaşadığı bu anlam daralması, anlam kaybı ve uğradığı semantik intiharın, Grek düşüncesine en köklü eleştirilerden birini yapan Gazâlî ve Râzî gibi düşünürler ve onların izinden gidenlerce de az çok aynen devam ettirilmesi ise fazlasıyla düşündürücüdür.

Oysa hikmet kavramı, Kur'ân'daki zenginliği, derinliği ve boyutları korunarak geliştirilmiş ve hikmet kavramı üzerinden amelî ve nazarî bir yolculuk başlatılmış olsaydı, bugün Müslümanlar olarak çok farklı yerlerde olabilirdik.

YİTİK HİKMETİN İZİNİ SÜRMEK…

Kur'ân'daki ve kısmen de olsa İslâm tefekkür, tefakkuh, tezekkür tarihindeki hikmet kavramı, aslında 'ilim' ve 'irfan' kavramlarını da ihata eden bir varoluş muhît'inin tesis ve temininde kurucu, önaçıcı ve tahmin bile edemeyeceğimiz zihin açıcı ufuklara taşıyabilirdi bizi.

Meselâ Müslüman düşünürler, bu kapsamlı ve çok boyutlu Kur'ânî hikmet mefhumunun, vahyî kaynağı ve bu kaynağın nebevî menbaı ve pınarı Sünnet-i Seniyye'nin akval / söz, efal / fiil süreçlerini hem ihata eden, hem de onları vareden ve onlar tarafından varedilen ahval / hâl sürecinin aynı anda vasat'ı ve vasıta'sı, enfüs'ü ve âfâkı, zâhir'i ve bâtın'ı, dış dünyası ve iç dünyası, hâl'i ve mahall'i olduğunu kavrayabilmiş olsalardı, kolay kolay çökmeyecek, çökertilemeyecek ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı da muhkem direnç noktaları geliştirecek muhkem bir medeniyet gökkubbesi inşa etmeye muvaffak olabilirlerdi.

Sünnet-i Seniyye'yi, 'dil' kavramı ve medeniyet fikrinin geliştirilmesinde kurucu, koruyucu ve kanatlandırıcı rolleri üzerinden şöyle açıklayabiliriz bu bakımdan: Hakikatin, sünnet-i Seniyye'nin süreçleri açısından Mekke sürecinde ilim diliyle dile geldiği, Medine sürecinde irfan diliyle dil olduğu ve nihayet Mekke ve Medine süreçlerinin toplamının hikmet diliyle hâl hâline gelerek hayat sunduğu bir medeniyet gökkubbesi inşasının hakikate dönüştürülmesi yolculuğu…

Görüldüğü gibi, sadece 'hikmet' kavramının yaşadığı anlam kaymasının aslında düşüncemizi ve eylemimizi Sünnet-i Seniyye ekseninde inşa edebilmemize nasıl ket vurduğunu ancak medeniyetimizin kurucu dili / anadili Arapçayı, bütün bir tefekkür ve tatbikat tarihimizi kavrayabilmemiz ve sahici, nebevî bir medeniyet tasavvurunun temellerini yeniden atabilmemiz için öğrenmek ve Türkçeyi yeniden medeniyet dili hâline getirmek gibi zorlu bir mükellefiyetle karşı karşıyayız.

Zira medeniyet dili olmadan, derin köklere de inilemez, geleceğe dönük derinlikli ve verimli bir yolculuk da yapılamaz.

***

NOT-1-EĞİTİMDE PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜ: Üsküdar Üniversitesi'nde Osman Çakmak Hoca'nın öncülüğü ve rektör Nevzat Tarhan Hoca'nın desteğiyle üniversite binasında bugün güzel bir sempozyum başlıyor. Sabah açılış oturumunda bendeniz de bir tebliğ sunacağım.

NOT-2: MEDENİYETİ ANLAMAK: İlke, İLEM ve Üsküdar Belediyesi'nin girişimleriyle Cumartesi ve Pazar günleri dolu dolu bir medeniyet sempozyumu düzenleniyor. Sempozyum, Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek. Burada da açılışta bir metin sunacağım.

İlgilenen okuyuculara hatırlatmak istedim-YK.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YusufKaplan/m%C3%A2z%C3%AEnin-de-%C3%A2t%C3%AEnin-yeg%C3%A2ne-anahtari-medeniyet-dili/36219

yorum;

İki kitap ve iki dil!

Yeni medeniyet kurulacak tamam.

Tek kitap ve tek dille  nasıl bir medeniyet

kurulabilir?

Yazarımız  Kur’an’dan ve Arapçadan bahsediyor

fakat Kainat kitabının dili olan matematikten bahsetmiyor.

Böylece diğerleri gibi bu söylemler de lafta kalıyor

diğer yazar!’ların yaptığı gibi.

Ölçüleri belli olmayan bir proje nasıl uygulanabilir.

Ne demiştik;Dil ve matematik.

Bir kere  daha  medeniyet projesi yapmaya kalkanlar

başaramayacak ve Akevler Adil Düzen projesinden başka

tutunacak dal bulamayacaklardır.

Keşke biran önce yazar ve düşünürlerimiz Adil Düzen çalışanlarından

olmaya koyulsalar…

 

 

 

 

 

 

 

Ali Bülent Dilek


YorumcuYorum
Süleyman Karagülle
11.02.2013
10:59

Medeniyet insanlığı birleştiricidir. Bir bin yıl içinde insanlığın bir medeniyeti olur. İlim, din, ekonomi ve siyaset beşeridir. devletler ayrı ayrı olsa da üniversiteler ayrı ayrı olsa da yapıları benzerdir. Kültür ise dil, sanat, teknik ve hukukta oluşur, bunlar her topluluk işçin ayrıdır ve birbirinden ayrı oluşuma bunlar hizmet eder. Uygarlık ve medeniyet aynıdır. Biri Türkçe biri arapça kökten gelir. Kuran arapçasında bunlara Umran ve irfan denmektedir. İsalm uygarlığı Hak uygarlığıdır. Batı uygarlığı islam uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. İkinci Kuran uygarlığı kurulmaktadır. Batı Kuvvet uygarlığı da tepesini aşmış çökmektedir.





Sayı: 191 | Tarih: 10.02.2013
Yusuf Kaplan
Mâzinînin de,âtî'nin de yegâne anahtarı:Medeniyet
İki kitap ve iki dil!
1155 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Üç güzel insan
Erbil’de Kürtler, Araplar, Türkler
1120 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Eylem
Gelecekte Bloklaşma
1119 Okunma
2 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Barlas
Dünyayı değiştiremeyenler dizileri ihbar ediyor...
Yasaklar ve Götürdükleri
1052 Okunma
1 Yorum
Tayibet Erzen
Mehmet Şevket Eygi
Lisedeki Bir Tek Öğrenciye
Kalifiye Liseli
982 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler