Dünden bugüne
1075 Okunma, 5 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

1 Temmuz 2012, Pazar

Mahir KAYNAK

 

1971 muhtırası öncesi bugün yayaların bile zor aştığı Karaköy Meydanı’ndaki açık bir kafede Mihri Belli ile sohbet ediyorduk. Herkesin zannettiği gibi konu Türkiye’nin nasıl sosyalist bir ülke olacağı değildi. Ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini, kalkınma stratejilerini tartışıyorduk. Bu arada  Devlet Planlama Teşkilatı’ndaki bazı üst düzey kişilerin araştırmalar sonucu elde edilen bilgileri kendisinin sahibi olduğu tercüme bürosunda İngilizce’ye tercüme ettirdiğini ve bunların İngiltere’ye verildiğini söyledi. Bu kişilerden bazılarının İngiliz hegemonyasındaki, özellikle Afrika’da görevlendirildiğini anlattı. Ülkemizin finans hareketlerinin  odağının Londra olduğunu herkes biliyordu. Ama artık Londra üretim hakkında da bilgi almak istiyordu. Bu durum tüm ekonomiyi etkileme şansı veriyordu çünkü hem parasal hem maddi açıdan ülkeye ait her şeyi biliyorlardı ve kullanacakları yapılar mevcuttu.

 

-1971 müdahalesinde Belli İngiltere’nin Türkiye ekonomisini bildiğini söyledi.

- Türkiye ekonomisi kayıtsız ekonomidir. Ne Türkiye ne de Avrupa biliyor. Bu sebepledir ki iç ve dış işbirliği Türkiye ekonomisini batıramıyor.

 

1999 yılında Türkiye IMF ile anlaşıp borç aldığında dövizi çıpa olarak kullanmaya söz verdi. O sırada Samanyolu televizyonunda yaptığım bir konuşmada olayın  bir operasyona benzediğini söyledim. Maksadım bir tarafı suçlamak değil yapılanın ne olduğunun anlaşılması idi. 2001 krizinde faiz hadlerinin dünyada eşi görülmemiş bir biçimde yüksek, buna karşılık döviz kurlarının sabit tutulması izlenmesi gereken politikanın tam tersi idi. Yüksek faizlerle kazanılan paralar ucuz dövize yatırılarak büyük bir servet transferi yaşandı. Bir makalemde iflas eden bankaların o  tarihteki boçlarının TMSF’ye devredildikten sonra  beş katına ulaştığını yazmıştım. Benim formülüm Merkez Bankası’nın zordaki bankalara kredi vermesi ve döviz kurlarını sabit tutmasıydı.

 

-1999 da devlet faizi yükseltti, kuru sabit tuttu.  Aksi politika izlenmeliydi.

- Yüksek faiz yatırımları durdurur. Düşük kur ithalatı körükler. İntihar politikasıdır.

 

Bu mücadeleyi siyasi amaçları olan bir operasyona benzettim İngiltere’nin ekonomimizdeki etkinliği ABD tarafından sınırlandırılmak isteniyordu.

 

- Bu yolla ABD İngiltere’yi frenliyordu.

- Her iki politika da ABD’nin değil tekel sermayenin politikası idi. Türkiye’yi batırıyordu.

 

Türkiye için bu konular ikinci derecede önemliydi. Tehlike ancak askeri olabilirdi, ekonomik faaliyetler gündelik yaşamın bir parçasıydı. Herkes PKK terörünün çok büyük bir tehlike görürken ben bunun fazla abartıldığını, çözüm yerine çözümsüzlük politikalarının izlendiğini söyledim. Sovyetler’in dağılması alışık olduğumuz tehdidi ortadan kaldırmıştı onun yerine yeni askeri tehditler yaratmak ve ekonomik ve siyasi hareketleri ikinci plana itmek gerekiyordu. Kürt sorununun barışçıl çözümünün isteyenler ağır bir baskı altına alındı ve tek tehdit olarak bunun algılanması sağlandı. Hatta bir ara Asala diye bir örgüt çıkardılar, birkaç cinayetini ülkemizi bölmek isteyen bir faaliyet olarak sundular.

 

-Kürt sorunu PKK sorunu yapıldı. Asala çıkarıldı.

- Sermayenin gündeminde 1997’de Türkiye Cumhuriyetini yıkmak vardı. 28 Şubatla bu baş arılamadı. 2001 krizi bunu denemek için yapıldı.

 

Tehditler ülkemizi bölmek isteyenler olarak kamuoyuna sunulunca ekonomik gelişmeler ve dünyadaki yeni dengenin nasıl olacağı düşünme ve tartışma konusu olmaktan çıktı. Şu anda değişimleri bir bütün olarak algılamak zorundayız. Yakın geçmişte yapılan cari açıktaki büyümeyi sadece kolaylıkla finanse ediyoruz sözü yeni bir yön çizdi. Bu da ekonomizi yönlendiriyor ama olumsuz yönde değil. Benim üzüldüğüm nokta nereye gittiğimizi bilememekti.

 

- Tehditler ortaya konuyor ve ekonomi çökertiliyor.

-1960’dan beri tehditler oluşturuluyor, terör olayı yaratılıyor. Askeri müdahale zorunlu hale getiriliyor ve Türkiye geri bırakılıyordu.  Müdahale ekonomide geri bırakılmak için zorlanıyordu.

 

Önümüzdeki dönemde Ortadoğu petrollerinden elde edilen gelirlerin bir bölümünün ülkemize geleceğini ve üretimi bu ülkelerin ihtiyaçlarına göre yönlendireceğimizi düşünüyorum. AB’nin ekonomik sorunlarını çözmekte zorlanacağı ve bugükünden daha geride istikrar sağlanacağını düşünüyorum. Bütün bu şartlar muhalefetin yaptığı kelime oyunlarını aşar ve Türkiye’nin laf üreten değil düşünen gençlere ihtiyacı var.

 

- Türkiye’nin dış baskılarla karşılaşacağını sanıyorum. Çözüm üreten muhalefete ihtiyaç vardır.

- Yalnız muhalefet değil, iktidara da ihtiyaç vardır. Türk ordusundan başka Türkiye’de çözüm üreten yoktur. O da sadece taktik sorunları üretmekte, strateji havada kalmaktadır.

 

Mahir KAYNAK

Önümüzdeki günler

 

Şu anda çoğunluk Suriye’ye ve Başkan Esad’ın davranışlarına kilitlenmiş durumda. Oysa hem Suriye hem de Esad yeni tablonun oluşumunda bir alet konumundalar ve esas karar alan ve çatışan güçler dünyaya yön verenlerdir.

 

-Sorun Suriye sorunu değil, büyük güçler sorunudur.

- Sorun sermayenin yeniden siyasi güç elde etme çabası sorunudur.

 

Libya’da çatışmalar yaşanırken katıldığım televizyon programlarında sıranın Suriye’de olduğunu ancak buraya bir Batı müdahalesi beklemediğimi, Araplarla Türklerin bu soruna müdahil olacağını ifade etmiştim. Bu müdahale Esad karşıtlarını himaye şeklinde tezahür etti ve bu istikamette olacağı da söylenebilir. Yani yabancı bir gücün Suriye’ye müdahalesi ihtimali zayıf gözüküyor. Ama genel tabloyu şöyle değerlendiriyorum. Dünyadaki yeni denge yine ABD ve Rusya’nın kontrolünde olacak ve bu konuda askeri güç ikinci sırada, ekonomik güç etkili olacak. Ekonomide enerji belirleyici rol oynar ve bana göre ABD petrolü, Rusya doğalgazı kontrol edecek gibi görünüyor. Akdeniz petrolün geçiş yoluydu ve bunun Avrupa’ya bırakılmaması amaçlanıyordu. Çünkü ABD ve Rusya için yeni rakipler  Avrupa ve Çin olabilirdi, bu güçlerin kontrolü gerekiyordu.

 

- Libya’dan sonra sıranın Suriye’ye geleceğini, sorunu büyük güçlerin değil, Türkiye ve Arapların çözeceğini söylemiştim. Rusya’nın gazı, ABD’nin petrolü Suriye’den. Bu sebeple Çin’i ve AB’yi uzaklaştıracaklardır.

- Bize göre böyle bir çatışma yoktur. Sermaye istiyor ama süper etkin güçler artık sermayeyi dinlemiyor. Petrol etkin güçlerin değil sermayenin silahıdır. Devletler birleşecek bu sorunu etkin güçler çözecektir.

 

Şöyle bir model çizdim. ABD petrol kaynaklarını ve geçiş yollarını kontrol edecek, doğalgaz Rusya’ya bırakılacaktı. Zaten dünyanın en büyük doğalgaz yatakları Rusya’daydı, ikinci sırada İran vardı. Ya İran Rusya tarafından kontrol edilecek ya da geçiş yollarına Rusya egemen olacaktı. Türkiye bu dengede dağıtılmak yerine her iki tarafa yakın olan, daha doğrusu dünyadaki yeni dengeyi anlayan ve buna göre davranan bir ülke olacaktı.

Ancak Türkiye böyle bir anlayışa sahip değildi. Her şeyi sadece kendi açısından değerlendiriyordu. Oysa bölgesel bir güç olmak ve dünyadaki barışı kontrol etmek, gerektiğinde savaşan taraflardan insanlığa hizmet edenin yanında olmak gerekiyordu.

Suriye’ye karşı yürütülen politika doğrudur. Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi Esad güçlerinin muhalif askerleri takip etmek için ülkemize girmesi halinde doğal bir davranış olur. ABD ve Rusya’nın politikalarının şöyle planlandığını düşünüyorum: Suriye’ye dış bir askeri müdahale yerine muhaliflerin kazanması ve bu zaferin yeni yönetimin başarısı olarak ilan etmek doğru olacaktır. Bu durumda yeni yönetimi destekleyecek manevi bir durum hasıl olacaktır.

 

-ABD petrolü kendine, gazı Rusya’ya bırakmıştır. Suriye’de iç müdahale ile çözüm üretilecektir.

- Sermaye Suriye ile Türkiye kapıştırarak, İsrail’i devreye sokup İran Türkiye savaşını çıkarmayı planlıyor. Başaracağını sanmıyorum.

 

Rusya’nın yeni yönetimle de iyi ilişkiler içinde olması beklenir. Rusya hiçbir durumda Suriye karşıtı tavır almayacak gibi görünüyor. Yani ne Esad rejimine ne de muhaliflerin kuracağı iktidara karşı olmayacaktır.

 

- Rusya Suriye’nin işine karışmak istemiyor.

-  Sermaye çatıştırarak sorunu çözmeye çalışıyor. Biz de alet oluyoruz. Oysa bizim barıştırarak sorunu çözmemiz gerekir.

 

Asıl amaç nedir sorusuna cevap arayalım. İran, Irak Suriye üzerinde bir doğalgaz hattı inşa ederek Rusya’nın doğalgaz üzerinde kuracağı egemenliğe zarar vermek. İran’la iyi ilişkiler içinde olan Çin’in daha geniş bir alanda etkili olmasını engellemek.

 

- Amaç Çin’in etkisini engellemektir.

- Etkili güçlerin hiçbir emelleri yoktur. Sermaye bunları çatıştırmak istiyor. Başaramıyor.

Kaynak, sermayenin başarılı olacağı var sayımı üzerine çözümler üretiyor. Sermaye başaramayacak.

 

Ulaştığım sonuçlar doğru olmayabilir ancak sorunu Esad’la sınırlı tutmak, bölgede cereyan eden ve muhtemelen Irak’la başlayarak Basra Körfezi civarına yayılabilecek sıcak çatışmaları sürpriz olarak karşılamak ve önceden politika tespit etmemek anlamı taşır. Ayrıca sorun mezhep çatışmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bu konuda Azerilerin kullanılma ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Ülkemiz zor günlerle karşılaşabilir ama zor günlerin sonucu hep kötü değildir daha iyi günler de gelebilir.

 

- Tahminim hatalı olabilir. Ama zor günlerdeyiz. Çözümler üretmeliyiz.

- Türkiye dünya dengeleri içinde tarafsız kalmalıdır. Sermaye bunları ister çatıştırsın, ister çatıştırmasın biz tarafsız olmalıyız. Başka devletlerin iç işlerine müdahale etmemeliyiz. Barışçı olmalıyız. Haklı olanın yanında olmalıyız. İktidarda kim varsa onu desteklemeliyiz. Bu destek sadece sözle olmamalıdır.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:  

 

Uçak nerde düştü?

Uçak, Suriye’nin karasularında düşmüştür. Uçak parçalanmamış pilotlar yaralanarak ölmemişlerdir. Demek ki uçaksavarla vurulmuştur. Demek ki çok daha yakın yerden vurulmuştur. Belki de Suriye’nin kara-hava alanına girmiştir.

Türkiye burada yanlış iş yapmıştır. Suriye’den özür dilemelidir. Bu Suriye devletinden değil kendi hatasından doğan bir özür dilemedir. Bu Türkiye’yi küçük düşürmez. Aksine Türkiye’yi saygın devlet haline getirir.

Ayrıca Uçağın oraya gitmesini sağlayan Genelkurmay Başkanı veya Hava Kuvvetleri Komutanı ise sorun orda biter. Unutur gideriz. Komutanlık bunu kendi takdiri ile yapmış olabilir. Yahut batının isteği üzerine yapmış olur. Komutanlığın taktiridir. Suçlayamayız.

Eğer Komutanlığın bilgisi dışında bu tecessüs yapılmışsa o zaman komutanlığın soruşturma yaptırıp uygun gördüğü ceza verilmelidir.

Sermayenin kışkırtmalarına asla kapılmamalıdır.  En iyi siyaset aldırmamaktır.

Sermaye ömrünü doldurdu. Faizli düzen tarih oluyor. Faizsiz sömürü dışı bir düzene geçerse ömrünü uzatmış olur, daha yüz yıllar insanlığa hizmet edebilir. Faizli sömürü sisteminde direnirse ömrü bir asır bile sürmez.  Gelecek çatışma sermaye ile siyasi güçler arasında olacaktır. Merkezi ekonomi ile halk ekonomisi arasında olacaktır.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
10.07.2012
08:12

Mümtaz'er Türköne Din eğitimini tartışabilmek

Bu kadar hassas bir konuyu, kimseyi ilzam etmeden, kırmadan ve dökmeden tartışabilmek bir kemâl işareti. Kuvvetli bir İmam Hatip asabiyeti, yani taassubu var. Benim ısrarım, İmam Hatipleri aşan bir ufukla meseleye bakmak ve doğrudan din eğitimini tartışmaktı. Ali Bulaç'ın dünkü yazısı, Türkiye için çok ileri ufuk. Üstelik üretken ve faydalı bir çerçeve çiziyor. Katılanlar veya itiraz edenler olabilir ama din eğitimi, İmam Hatip okullarının duvarları arasına sıkıştırılıp (yani Tevhid-i Tedrisat'ın maddelerine bağlı kalarak) tartışılabilecek bir konu değil. Yine Yusuf Kaplan, Yeni Şafak'taki dünkü yazısında bu duvarların dışına çıkıp, derin bir vukufla "Müslüman toplumun din eğitimi algısı"nı sorgularken, sancılı geçmişimizin ve arayışlarımızın geçit resmi yaptığı farklı bir pencere açıyor. Peki, neden mesele dönüp-dolaşıp İmam Hatiplere geliyor. Darbe korkumuz, dindar halkı yönetimin uzağında tutmak adına üretilen "laiklik tehlikede" lafları geride kaldığına göre her şeyi özgürce ve enine-boyuna konuşabiliriz. İmam Hatipler bugün, sadece din eğitiminin değil, genel eğitimin de en temel sorunu. Bunun sebebi, AK Parti hükümetinin eğitim politikası. 4+4+4 denilen kesintili eğitim reformu, sadece (evet sadece) İmam Hatip ortaokullarını açabilmek için yapıldı. Kesintili eğitimin, bu amaç dışında hizmet ettiği genel bir eğitim yararı yok. Proje Bakanlıktan değil, parti grubundan, yani dışarıdan geldi. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer pratik ve sonuca odaklı bir sistem mühendisi mantığına sahip. Paradigma değişimini hedefleyen bu tecrübeli reformcu, şimdi bütün mesaisini ve becerisini koskoca eğitim sistemini İmam Hatip ortaokullarına uydurmaya hasrediyor. Türkiye'nin en hantal, en inisiyatifsiz bürokrasisine sahip Milli Eğitim Teşkilatı var gücüyle yeni öğretim yılında ortalığı kasıp kavuracak olan kaosu engellemeye çalışıyor. Peki amaç? Amaç, "dindar nesiller yetiştirmek". Vasıta ise İmam Hatipler. Bu vasıta ile bu menzile ulaşmak mümkün mü? Ben bu politikanın ve takip edilen stratejinin yanlış olduğunu ve gözetilen amaca da hizmet etmediğini düşünüyorum. Dindar nesil böyle yetişmez. Dün 28 Şubatçılar İmam Hatiplerin kökünü kurutmak için meslekî eğitimi ve dolayısıyla eğitim sisteminin tamamını çökerttiler. Bugün İmam Hatiplere taşıyamayacağı kadar ağır bir yük yüklenerek eğitim sistemi sakatlanıyor. İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor. İşte bu yüzden Ali Bulaç'ın ve Yusuf Kaplan'ın açtığı pencereler çok önemli. Din eğitimi ve din öğretimi farklı alanlar. Dindar nesiller yetiştirmek için ise bambaşka bir şeye ihtiyacınız var: Dini sevdirmeye. Dindarlık evrensel olarak bütün devletler tarafından arzu edilen olumlu bir vatandaş özelliğidir. Sebep? Ceza kuralları ile dinlerin ahlak kuralları çakışır. Hatta dindarlık birçok kamu hizmetinin ekonomik maliyetlerini de düşürür. Dinî kuruluşların daha ucuz ve kaliteli sosyal hizmetler üretmesi gibi. Din eğitimi de bu yüzden tercih edilir. Avrupa'da dinî atmosferde genel eğitim veren kilise okulları her zaman devlet okullarından daha kalitelidir. İmam Hatip modeli bizde, Avrupa'daki kilise okulları gibi işledi. Diğer devlet okullarından farklı olarak, etrafı dinî bir gayret ve samimiyetle sarıldı. Oradaki atmosferi, ders programları değil öğretmenlerin, öğrencilerin, velilerin ve hayırseverlerin ortak maksadı oluşturdu. Dışardan bir hafızlık veya medrese desteği olmadığı takdirde İmam Hatiplerin din adamı yetiştiremediği ortada. Bugün İmam Hatip ortaokullarının açılması ve yaygınlaştırılması herhalde aynı atmosferin oluşturulması amacını gözetiyor. Peki, mümkün mü? Dini sevdirmek, dindarane bir ortam oluşturup, öğretmenlerin rol-modellerini takip eden dindar nesiller yetiştirmek bu yöntemle sağlanabilir mi? Ben tam tersine dindarlığın toplumdan yalıtılarak bu okulların bahçe duvarları arasına sıkıştırılacağını ve dışarıda akıp giden hayata da eskisi gibi direnemeyeceğini düşünüyorum. Muhafazakârlığın İngilizcesinden konserve kelimesinin çıkması kimseyi yanıltmasın. Tekrar başa dönelim. Din eğitimini özgürleştirmeye, devletin tasallutundan kurtarmaya ihtiyacımız var. Ali Bulaç'ın uzun vadeli ufku, bugün için de doğru bir istikamet veriyor. Üstelik bakın ne güzel tartışabiliyoruz.

Reşat Nuri Erol
10.07.2012
08:13

Adil Düzen ve İHL meselesi…

Reşat Nuri EROL

Ne dedik? “Türkiye’nin sorunları ve yapılması gerekenler…” dedik; ardından, Türkiye’de ve dünyada “Zalim düzeni sona erdirmek…” dedik... Devam edelim… İktisadi düzen değişecek, yeni faizsiz iktisadi düzen oluşacak... Faiz karşılığı paradan “emek karşılığı para”ya geçilecek, insanlık kuyumcularındaki altın karşılığı “altın para”, ülkenin kamu toprakları karşılığı ülkede “toprak para”, illerde depoda bulunan mallar karşılığı “demir para” ve bucaklarda halkın ödediği sipariş karşılığı çıkarılacak “buğday para” yeni ekonomiyi düzenleyecek... Ekonomi çevrelerini siyasi sınırlar değil, ayrı paralarla oluşmuş fiyatlar belirleyecek... Nasıl; hayal gibi, masal gibi, dünya cenneti gibi değil mi?.. Dünyanın her tarafındaki “Yeni Dünya Düzeni” arayışları aleyhimize gibi görünmüyor ama... AK Parti yeni düzen getirmiyor, mevcut düzeni sürdürüyor, muhafaza ediyor... Bugünkü bu gidişatın sonu ülkemizde ve bütün dünyada uçurumdur... “Yeni Dünya Düzen”i ancak “Faizsiz Kredileşme Kooperatifleri” ile kurabilir; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ile kurulabilir... Kurulmasına kurulabilir de; kim kuracak, nerede kuracak, nasıl kuracak, bilen var mı?.. Varsa buyursun gelsin de anlatsın, biz de bilelim ve uyalım ama maalesef bilen yok! NOKTA. Sadece şu tartışma bile ne halde olduğumuzu göstermesi açısından ibret verici: İmam Hatip Liseleri meselesi… Durup dururken, ülkemizi ve dünyayı kolejlerle donatan “hizmet”in gazetesinde (Zaman) Mümtazer Türköne İHL meselesine daldı, Eser Karakaş (Star gazetesi) da onun görüşüne katıldı; Hayrettin Karaman ve Ali Bulaç karşı görüşler beyan ettiler; en sonunda Yusuf Kaplan da bugünkü (9.7.2012) yazısında tartışmaya katıldı… Müslüman ve insan olarak tartışmayı tek cümlede bitireyim: “Talebü’l-ilmi feriydatün alâ külli müslimin / İlim talep etmek her Müslümana farzdır.” (Hadis) Ne zaman ve nerede? Cevap: Beşikten mezara kadar her yerde... (Bakınız, burada âyetleri hiç sıralamıyorum.) Peki, bunu sağlayan mekan, imkan, insan ve “devlet/dünya düzeni” nerede?!. Cevap: Türkiye, İslâm ülkeleri ve bütün dünya dahil olmak üzere hiçbir yerde!.. Demek ki neymiş?.. Eğitim, öğretim, “insanı lehinde ve aleyhinde olanlar konusunda bilgilendirme meselesi” ve ilmin gereği gibi öğrenilmesi/öğretilmesi bütün dünyada çökmüş durumda. NOKTA. Komünist bir ülkede (Yugoslavya) dünyaya geldim, orada “din/düzen” öğrenmemiz mümkün değildi; babamın önderliğinde Türkiye’ye hicret ettik… Başta ailenin en büyüğü bendeniz olmak üzere imkân bulan sekiz kardeşten önemli kısmı İHL mezunu oldu veya aile çevresinde o kültürü aldı… Beş evladımdan ilk üçü İHL (ikisi Kartal Anadolu İHL) okuyabildi, dördüncü İHL kapatıldığı için yetişemedi, beşinci de orta kısmına yetişemedi, lise kısmına yetişir inşaallah ama hepsine “aile okulu” bünyesinde “İHL kültürü” verildi, elhamdülillah… Komünist bir ülkeden sonra bu ülkede bulabildiğimiz buydu; daha fazlası olsaydı oralarda da Allah’ın izniyle “kardeşler” ve “evlatlar” olarak okurduk/okuturduk… Türkiye’de üniversite eğitimini eksik gördüğüm için Almanya ve Arabistan üniversitelerinde de yıllarca okudum; üç ülkenin üniversite tecrübelerini yaşadım… Sonra Amerika’nın bir enstitüsü ile Malezya’nın bir üniversitesinin yıllarca -arkadaşlarımla birlikte- Türkiye temsilciliğini yaptım… Demek istediğim şu: Doğu’dan Batı’ya, Balkanlar’dan ve Almanya’dan Ortadoğu ile Arabistan’a, Türkiye’den birkaç ülkeye kadar pek çok yerde bizzat yaşadığım tecrübelerle biliyorum ki; eğitim, öğretim, ilim, din/düzen çökmüş durumda… Ülkemizde ve 135 ülkeye açıldığı ile iftihar edilen okul ve üniversitelerde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i ortaya koyacak ve öğretecek bir tek yer var mı?!. Yok! NOKTA. Ali Bulaç ile “nokta”layalım: “Bugün Müslümanların “okul ve üniversiteyi yüceltmeleri” yanlış ilaç almalarına benzer. Bu ilaç yıkıcı etkilerini göstermeye başladı. Farkında olmadan bu sistemin eğitiminden geçen dindar insanlar, “kalbi mü'min, beyni seküler” yetişmektedirler./ Mevcut eğitim sistemi, okul ve üniversite (…) “aydın ve akademisyen” yetiştirir ama “ulema” yetiştirmez. Ülkemizde bunca İlâhiyat Fakültesi vardır, fetva verebilen, yol gösterebilen tek bir âlim zat yetişmiştir, o da “şahsî gayretiyle kendini yetiştiren” Hayrettin Karaman Hoca'dır. Oysa bizim asıl büyük ihtiyacımız dünyaya eleştirel bakan, ufuk çizen, yeni dünyayı tasarlayan İslamî entelektüel yanında yol gösteren ve fıkıh usulüne göre toplumsal önderlik yapabilecek olan âlimlerdir...” NOKTA.

Reşat Nuri Erol
11.07.2012
22:36

Müfit Yüksel

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Türkiye'nin Rumeli/Balkanlar ile İmtihanı

Osmanlı devletinin kuruluş devirlerinden beri ülkenin kaderinde Balkanlar/Rumeli başat rol oynamıştır. 1402 Ankara Savaşı (Timur-Yıldırım Bayezid) deneyimi Balkanlar'ın Osmanlı'nın merkez hinterlandı haline gelmesine yol açmış, Osmanlı devleti Balkanlar ve Doğu Avrupa'da ilerleyip, güçlü olduğu devirlerde parlak ve yükselme dönemini yaşamış, Tuna boylarının ötesine geçemediğinde ise duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerine maruz kalmıştır. Bu anlamda, Osmanlı devletinin yükselme, duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerinin temel belirleyeni Rumeli/Balkan coğrafyasındaki konumu olmuştur. Balkanlar ve Doğu Avrupa Osmanlı'nın batıya uzanan ucu, aynı zamanda Roma merkezli Hristiyan dünya/Batı Avrupa ile encounter ettiği/karşı karşıya geldiği bölge konumundaydı. Osmanlı'nın duraklama ve gerilemeye yüz tutması ile Batı Avrupa'nın yükselişi birlikte cereyan etmiştir. Osmanlı Rumeli'de gerilemeye ve toprak kaybına maruz kaldıkça, Batı Avrupa güçlenmiş ve aynı zamanda 18. Yüzyıl'dan itibaren Osmanlı Batılaşmasının da başlangıcını teşkil etmiştir. 19. Yüzyıl'da hızlı dağılma süreci ve paralel gelişen reform ve batılılaşma hareketi özellikle Tanzimat sonrasında başlayıp, 1912 Balkan Savaşı ile Edirne'ye kadar tüm Rumeli/Balkan topraklarının kaybına kadarki süreç, aynı zamanda Osmanlı hanedanının/devletinin Birinci Dünya Harbi akabinde sonunu getirmiştir. Gerileme ve dağılma döneminde gelişen batılılaşma zihniyeti, İttihat-Terakki İdaresi'nde iyice olgunlaşıp Rumeli ve Ortadoğu'ya sırtını dönmüş Anadolu/Misâk-ı Milli merkezli cumhuriyet projesi olarak neticesini vermiştir. Falih Rıfkı Atay, misak-ı milliciliğin, Osmanlı'nın eski ülkeleriyle (özellikle Orta Doğu ve Balkanlar) ilgilenilmemesinin meşruluğunu ve gerekliliğini isbat için kaleme aldığı 'Zeytindağı' kitabının girişinde şöyle bir anlatımda bulunur: 'Berlin Konferansı sırasında, Osmanlı'nın Niş'i de bırakması talep edildiğinde, Osmanlı murahhası olan paşa sinirlenerek, eğer Niş'i de istiyorsanız, ne hacet İstanbul'u da size verelim, bu mesele olsun bitsin, der. Bizim baba ve dedelerimiz için Niş İstanbul kadar yakındı, Niş'in kaybedilmesiyle Osmanlılığın, Türklüğün biteceği zannediliyordu. Halbuki, bizim çocuklarımızın Avrupası , Marmara ve Meriç'te bitiyor.' Tek Parti dönemi statükoculuğunun ve resmi ideolojisinin mimarlarından olan Falih Rıfkı Atay bu anlatımında Niş'in ve Balkanlar'ın kaybedilmesinin herhangi bir sona neden olmadığını, bir facia olarak nitelendirilemeyeceğini söylemeye çalışmaktadır. Daha doğrusu, 'Meriç'in ötesi cehennem, bizi alakadar etmez, oralara gitmek sadece 500 yıllık boş bir maceraydı' söylemini dile getirmekte, teorik çerçevesini belirlemektedir. Osmanlı devrinde Rumeli/Balkanlar'daki toprak kayıplarından başlayan ve cumhuriyetle/Kemalizm'le neticelenen batılılaşma süreci, ne kadar zorunlu gerekçelere dayanırsa dayansın, nihayetinde Rumeli'yi kaybetme, yenilgi psikolojisine, dayalı bir süreç ve sonuçtu. Asırlardır yaşanan ve bugüne gelen süreç ve macera bu ülke için Rumeli'nin önemini belirtmesi açısından önemlidir. 1990'lı yıllarda Soğuk Savaş döneminin, İki Kutuplu Dünya dengelerinin sona ermesinin ardından, salt Misâk-ı Milli ve çevresine, özellikle Rıumeli'ye kapatılmış bir Türkiye'nin artık bu statüko ile devam edemeyeceği açıktır. 90'lı yıllarda Doğu Bloku'nun ardından Yugoslavya'nın dağılması o bölgeyi Türkiye'ye farz kılmıştır. Ancak, Türkiye'deki Statükocu sistem ve anlayış bu kritik dönemlerde birçok fırsatların kaçırılmasına yol açmıştır. Ayrıca, yine bu statükoya dayalı, Rumeli'ye yönelik bir yandan ilgisizlik, diğer yandan Mamuşa türkleri endeksli Türkçü politika, Türkiye'nin Rumeli'deki tarihi ve kalıcı müttefikleri olan Arnavut-Boşnak hinterlandına açılımını engellemektedir. Türkiye'de, nüfusu ner kadar olursa olsun, çoğu Arnavut ve Boşnak olmak üzere milyonlarca Balkan/Rumeli kökenli Müslüman vatandaş yaşamaktadır. Buna rağmen bölgeyle ilşkiler bir hayli yetersiz düzeyde olup, özellikle Rumeli'deki Arnavut nüfus ve hinterlandı gözardı eden politikalar halen de Türkiye hariciyesince izlenmektedir. Bir zamanlar, uluslararası dengeler de, özellikle Soğuk Savaş döneminde, Türkiye'nin bir şekilde Balkanlar/Rumeli'ye açılmasına ciddi engel teşkil etmekteydi. Ancak 1990'lardan beri gelen süreç Türkiye'nin önüne bu anlamda büyük imkanlar sunmaktadır. Bahusus,, Yunanistan, İtalya ve İspanya başta olmak üzere, Avrupa birliği ülkelerinin, ağır ekonomik krizlere maruz kalıp boğuştuğu, Batı Avrupa'nın neredeyse duraklama devrine girdiği şu dönemlerde Rumeli/Balkanların yüzü, Arnavutlar ve Boşnaklar başta olmak üzere Türkiye'ye yönelmiş durumdadır.Sadece, Bosna, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya değil, Karadağ ile de siyasi, iktisadi ve kültürel münasebetlerin ciddi oranda geliştirilmesine ilişkin elverişli bir ortam/zemin sözkonusudur. Mevcut konjunktür, Türkiye'ye, Balkanlar'da ekonomik ve siyasi anlamda patronajlık misyonu yüklemektedir. Böyle bir ortama karşın Türkiye'nin hala neredeyse statükocu bir çizgiye yakın durması, Osmanlı'nın bölgedeki ve Osmanlı bürokrasisinin en güçlü topluluğu olan Arnavut hinterlandını görmezden gelen, Mamuşa Türkleri merkezli politikalar Türkiye'nin önüne açılan fırsatları kaçırttığı gibi bölgedeki elini önemli oranda zayıflatmaktadır. 1402 Ankara Savaşı akabinde Anadolu'daki topraklarını büyük oranda kaybetmiş olan Osmanlılar Balkanlar'da Tuna boylarına kadar sahip oldukları topraklar sayesinde gerek Çelebi Mehmed gerekse sonraki dönemde tekrar toparlanabilmeyi ve yeniden yükselme şansını yakalayabilmişlerdir. Bugün Türkiye'nin önünde bu durum acil olarak yönelinmesi gereken bir sorun olarak ortada durmaktadır. Yanısıra, Rumeli sorunu, Türkiye'nin Ortadoğu ve Kürt sorunundan, Alevi sorunundan bağımsız değildir. Türkiye eski alışkanlıklarını, Tek-Parti devrine damgasını vuran Rumeli'yi kaybetme, yenilgi ideolojisini bir tarafa bırakarak, Rumeli'ye, Arnavut-Boşnak hinterlandına ve kimliğine açılmalıdır. Türkiye hariciyesi, Mamuşalıları merkeze alarak, Arnavut-Boşnak nüfuz alanını görmezden gelme, Rumeli'de Müslüman Arnavut kimliğini dışlama hakkına sahip değildir.

Reşat Nuri Erol
12.07.2012
01:13

Ali Bulaç Farz-ı kifaye

Müslümanların modern dünyada Allah'ın rızasına uygun yaşama biçimlerini mümkün kılacak teorik ve pratik imkân ve şartları oluşturmaları, söz konusu mümkün şartlarda, maddi ve sosyo-politik ortamlarda İlahi hükümlere göre yaşamaları ve dinlerinin hakikatini tebliğ etmeleri her mükellef üzerine farzdır. Bir vecibe herkese terettüb ediyorsa buna farz-ı ayın denir. Birilerinin onu yerine getirmesi başkalarının üzerinden düşmesine gerekçe teşkil etmez. Ancak herkes her görevi yerine getiremeyeceğinden bazı görev ve hizmetler, vecibe ve işler toplumun bir bölümü tarafından yerine getirilir. Farz-ı kifaye bu şekilde ortaya çıkar. "Farz-ı kifaye" bir bölümünün yerine getirmesi durumunda toplumun genelinden düşen farzlara denir. Hakikati itibarıyla farz-ı ayındır. Ancak bir grup insan bir vecibeyi yerine getirince, maksadı itibarıyla yeterlilik şartı tahakkuk ettiğinden herkesin aynı görevi yerine getirmesi gerekmez. Buna verilen meşhur örnek cenaze namazıdır. Hayatını kaybeden bir mü'mine karşı görevlerimiz onu yıkamak, kefenlemek, cenaze namazını kılmak ve mezara gömmektir. İslami usul budur. Bu görevler zinciri imkânı olan herkes üzerinde farzdır, söz konusu farzı erkekler yerine getiremiyorsa kadınlar yerine getirir. Hiç kimse yerine getirmiyorsa bütün mahalle sakinleri cenazeden sorumlu olur, ölünün hakkı ihlal edilmiş sayılır. Bu meyanda inanç esaslarının (akaid) açıklanması ve savunulması, hayatın tanziminde esas alınacak hükümlerin istihracı ve açıklanması işini deruhte edecek ilim erbabının (kelam ve fıkıh alimi, müçtehit) yetiştirilmesi de böyledir. Tıp öğrenimi, askerlik, fiziki bilimler ve diğer zaruri hizmetler için uzman yetiştirmek de böyledir. Bir şehirde doktor yoksa halkın sağlığı, kelamcı yoksa inançları tehlikeye girer. Fakihin olmadığı toplumda insanlar heva ve heveslerine göre yaşar, günaha batmış ilişkiler insanları dejenere eder. Görülüyor ki, hakikatte İslam dini açısından "dini ilimler-dünyevi ilimler" ayırımı yoktur; manevi-ahlaki hayatımız, şahsi ve toplumsal kemalimiz için Kur'an ilimlerine ne kadar ihtiyacımız varsa, dünyevi hayatımızı tanzim etmeye hizmet edecek tabiat bilimlerine de öylece ihtiyacımız vardır. Bunun "imam hatipler ve din eğitimi" çerçevesinde tartıştığımız konuyla ilgisi var. Her aile çocuklarına dinin esaslarını, ibadetleri, zaruri dini bilgileri öğretmelidir, bu herkese farz-ı ayındır. Her anne ve baba bu farzı yerine getirmelidir, aksi halde sorumlu olur. Doğru olan ailelerin veya sivil kuruluşların bu görevi yerine getirmesidir. Geçen yazılarda belirttiğimiz üzere, İslami ilimleri (tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, mezhepler tarihi, İslam düşüncesi, İslam sanatları vs.) öğretmek ve bu alanda topluma yol gösterecek, fetva verecek alimler yetiştirmek de Müslümanlar üzerinde farzdır. Bugünkü imam hatipler ve ilahiyatlar aydın ve akademisyen-bilim adamı yetiştiriyor, ama fetva verecek, topluma rehber olacak, kısaca "Peygamberlerin vârisi ulema" yetiştirmiyorlar, bu açıdan ne maksad hasıl oluyor ne alim-rehber yetiştirme farzı yerine geliyor. Devletler alim yetiştiremez, bu görev topluma aittir. Mevcut durumunda özellikle ilahiyatlar farz-ı kifaye vecibesini yerine getiremiyorlar. Kelam, fıkıh vb. ilimler hakkında tarihi ve akademik bilgileri oryantalistler de çok iyi öğreniyor, ama hiçbiri kelamcı veya fakih değildirler. Bu arada bir yazarımız, "başörtüsünün farz-ı kifaye" olduğunu, tartışmanın sona ermesi için aslı olan farz-ı kifaye hükmüne rücu etmesi gerektiğini yazmıştır. Cümle şöyle: "Başörtüsünün hâlen aslına (farz-ı kifâye olan bir ibadet) rücû ettirilemediği bir ülkede yaşıyoruz." Başörtüsü ve tesettür farz-ı ayındır. Ergenlik çağına girmiş bütün mü'min kızların ve kadınların yerine getirmesi gereken dini vecibedir. Farz-ı kifaye olsaydı, bir bölüm kadının başını örtmesi durumunda diğerlerinin başı açık gezmeleri mümkün olurdu ki, böyle bir fikre ilk defa rastlıyoruz. Muhtemelen bir bilgi yanlışlığı veya sürç-i lisan eseri bir cümle olmalı bu. Başörtüsü ile ilgili hüküm açık, net ve kesindir. Her ne kadar son yıllarda başörtüsü vecibesini iptal eden birtakım görüşler ileri sürüldüyse de, bu görüş sahipleri İslam'ın tarih içinde esas aldığı usule aykırı yol takip ettiklerinden muteber değildirler.

Reşat Nuri Erol
14.07.2012
09:59

Ali Bulaç Başbakan'ın beklenen (NUMAN KURTULMUŞ) hamlesi

17 Temmuz 2010 tarihli yazımda şöyle demişim: "R. Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması durumunda kimin onun yerine geçeceğine ilişkin senaryoların yazımına çoktan başlanmış bulunmaktadır. Kuyumcu titizliğiyle hazırlanan bir senaryoya göre, birinci aday Ahmet Davutoğlu, ikincisi Ali Babacan, üçüncüsü Numan Kurtulmuş'tur. Gelişmeler öylesine çapraz seyreder ki, üçüncü isim bir anda ilk sıraya çıkabilir. Çünkü akla gelen isimler içinde Erdoğan'dan sonra AK Parti içinde geniş kitleleri mobilize edecek başka bir isim görünmemektedir. Böylelikle Kurtulmuş, işi Erdoğan'ın bıraktığı yerden alıp devam ettirecektir." Bu hafta Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Numan Kurtulmuş'u partisine davet etti. Daveti HAS Parti'ye ve Genel Başkanı'na yaptı, ama bundan önce Ahmet Türk'ü ve Kemal Kılıçdaroğlu'nu AK Parti merkezinde kabul eden Başbakan, Kurtulmuş'la Başbakanlık'ta görüştü. Sembollerin dili üzerinden gidersek anlamı, davet hem 2014 sonrası "siyasi", hem yakın vade "idari boyut"a işaret ediyor. Sezgileri kuvvetli bir siyasetçi doğru zamanda doğru kararlar alır. Erdoğan 10 senedir elinde tuttuğu iktidar başarısını zora sokacak siyasi, sosyal ve bölgesel ciddi sorunlarla yüz yüze gelmiş bulunuyor. Türkiye, tek başına bir CHP iktidarından hayli uzakta. MHP ve BDP gelişme dinamiği olmayan milliyetçi partiler. Ortada yine AK Parti var, ama parti de, Türkiye de rahat değil. Reel politik açıdan manzara şöyle: 1) AK Parti'de doğal süreç dolayısıyla belli bir "metal yorgunluk" gözleniyor. Siyasilerin ve yöneticilerin de aşınma payları, yorgun düşme halleri var. Partinin "sayısal desteği"nde kayda değer bir düşüş yok, ama "siyasal ve toplumsal desteği"nde hissedilir bir duraklama söz konusu. Buna "seçmenin öğretilmiş çaresizliği" diyebiliriz. 2) Sıcak para akışına dayalı büyüme belli sınırlara geldi dayandı. Milyonlarca insan kredi kartı, araba ve konut kredileri dolayısıyla aşırı borçlanmış durumda. Bir iç daralma ve sıcak para akışında duraksama bir anda ülkeyi İspanya, hatta Yunanistan durumuna düşürebilir. Siyasi istikrarı hedeflemiş bu "planlı yoksulluk"la daha fazla yol alınamaz. Orta sınıfları ve yoksulları üretken kılacak politikalara dönüş zaruri. 3) Nice zamandır reformlara ara verildi, tekrar "bürokratik merkeze göz kırpan siyaset" yattığı yerden başını kaldırıyor. Can yakan Kürt sorununda kayda değer bir ilerleme yok. Ne hükümet ne PKK ve ne BDP sorunun sahici çözümü yönünde adım atabiliyor. Adına ister "terör", ister "savaş" deyin, her gün birkaç insan hayatını kaybediyor. Türkiye yoruldu, bölge bitkin düştü, bu tutum artık sürdürülemez. 4) Yakın ve hazır tehlike Suriye. 8 sene takip edilen Ortadoğu politikasından tamamen uzağa düşüldü. Suriye politikası tek kelime ile çöktü. Hariciye iç dengeleri ve sosyo-politik dinamikleriyle Suriye'yi; yeni teşekkül eden bölge gerçeğini ve küresel aktörlerin Suriye ve bölge konusunda alacakları pozisyonları doğru okuyamadı. Bunun ticari ve ekonomik kaybı katlanarak artıyor. Ya yıkıcı etkileri olan bir savaşa sürükleneceğiz veya hızla dış politikayı gözden geçireceğiz. Yavuz Sultan Selim gibi kılıç gücüyle Ortadoğu'nun kapısını (Suriye) açamayacağımıza göre, "diplomasiye ve yumuşak güç"e döneceğiz. Tebdil-i mekânda ferahlık olduğu gibi tebdil-i eşhasta da hayır vardır. Numan Kurtulmuş çok iyi bir açılım getirebilir. 5) Son zamanlarda dindar cemaat ve camialar ile AK Parti birbirlerine gönül koydu. Sivilleşme ve reformlara devam yönünde yeni bir kardeşlik ruhuna, toplumun ahlaki yönden takviyesine ihtiyaç var. Numan Kurtulmuş basiretli ve ferasetli bir yol takip ederek bu ruhu harekete geçirebilir. 6) 2014'te Erdoğan, ister başkan ister cumhurbaşkanı olsun, AK Parti'nin DYP ve ANAP'ın akıbetine uğramasını istemiyorsa, uyum içinde çalışabileceği, ama aynı zamanda kitleleri mobilize edecek, entelektüel derinliği, politik vizyonu olan birine ihtiyacı var. Yeni dönemde "iyi ikinci adamlar"a değil, Erdoğan'la aynı siyasi gelenekten gelen "iyi birinci adam"a ihtiyaç var. Kurtulmuş, Erdoğan'ın desteğiyle, siyaseti sürüklendiği devletçi ve milliyetçi mecradan çıkarıp, yeni bir mecraya kanalize edebilir. Bir de buna Süleyman Soylu eklenirse "nurun ala nur" olur.





Sayı: 160 | Tarih: 8.07.2012
Yusuf Kaplan
Tarihin yükü:Bir ruh,ışık ve yol/culuk serencamı
Hammalın ipi
1145 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Ezana Hıyânet Etmek
Hoşlanılmıyor ama yapılıyor
1139 Okunma
Emine Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Dünden bugüne
Uçak nerde düştü?
1075 Okunma
5 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Altan
PKK ve AKP
Özür
1058 Okunma
3 Yorum
Vahap Alma
Mehmet Barlas
AB rüyamızın yarısı sanki yıkılmış gibi...
Adil Düzen Semtleri
1053 Okunma
3 Yorum
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
Mahkemeler değişti,aslında ne oldu?
Değişen Bir Şey Yok..
1013 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Ahmet Hakan
Yıldızlar da kayar
Sağlıkta dönüşüm ama kime?
1005 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu


© 2024 - Akevler