Çözüm yolu
1193 Okunma, 5 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

24/6/2012

Türkiye karşılaşacağı sorunların nereden kaynaklanacağını önceden bildiğini düşünüyor. Cumhuriyetin temel ilkelerini yıkmak isteyenlerin Komünizm, Kürtçülük, irtica ya da Türkçülük maskesi altında faaliyet göstereceğine inanılıyor. Dış güçlerin temel hedefinin ise geçmişte yapamadıklarını şimdi gerçekleştirmek ve cumhuriyeti yıkmak olduğu söyleniyor.

Doğal olarak ülkenin güvenliğini sağlamak için stratejik istihbarat yapan teşkilat da bu tehlikelere karşı örgütlenmiş durumda. Kimse ülkemize yönelik operasyonların başka bir hedefi olduğunu düşünmez. Mesela son zamanlardaki Kürt hareketinin sonuçları tartışılmaz ve bir Kürt devleti kurulmak istendiğine inanılır.

 

-İç ve dış tehlikeler sıralanır, devlet onlarla meşgul edilir.

- Gerçek tehlike daima kamufle edilir.

 

Bu hareket başladığı gün bu sözlerin nasıl gerçekleşeceğini düşündüm. Yeni devleti sadece halk kuramazdı ve bir dış desteğe ihtiyacı vardı. Şu sorulara cevap aradım: Biri için faydalı olacak bu yapıya karşı çıkan olmayacak mı? Yeni kurulacak devletin ekonomik, siyasi, eğitim, askeri gücü ne olacaktır ve çevredeki ülkeler bu sonuçlara razı olacak mıdır?

Ayrıca bölge halkının tamamına yakını Türkiye dışında bir ülkenin vatandaşı olmak eğiliminde değildi hatta vatandaş olmaktan gurur duyuyorlardı. Sorunları fakirlik, meslek sahibi olamamak, bölgenin sosyal yapısı ve kimliklerinin inkarı idi. Bir insan, içinde yaşadığı sosyal çevrenin diliyle konuşur. Doğduğundan beri Kürtçe duyan bir insana neden Türkçe konuşmadığını sormak bile insafsızlıktır.

 

-Kürtler ayrılmak istemiyor, insani haklarını talep ediyor.

-PKK Türk düşmanlarının aleti durumundadır.

 

Suriye meselesi de göründüğü gibi değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında eskiden var olmayan bir millet ve devlet yaratıldı. Dünyanın en komik siyasal sınırları, bir demiryolu hattı vasıtasıyla Türkiye ile Suriye’yi ayırdı. Ancak bu işin ustası olan bu güçler siyasi sınırların yeterli olmayacağını, bunun sosyal sınırlarla güçlendirilmesi gerektiğini biliyorlardı. Zaten Türkiye Osmanlı ile tüm bağlarını kopardığı için farklılaşmıştı, aynı farklılaştırmayı Suriye’de de yaparak bir vilayetin bir parçasını bir devlete dönüştürdüler.

 

- Suriye halkı ayrı millet değildir. Devlet sunidir.

- 30 milyonu geçen bir coğrafi bölge ayrı devlet kurabilir. Zamanla ayrı millet olur. Suriye 23 milyon, Lübnan 4 milyondur. Birlikte devlet olabilirler.

 

Türkiye’nin bu dönemdeki, en büyük hatası bizden ayrılarak kurulan devletlerle aramızdaki siyasi sınırlara ilave olarak kültürel farklılaşma yoluyla yeni bir duvar çekmek oldu. Bu, yenilginin sadece askeri olmadığını aynı zamanda siyasi sonuçlar bakımından da uzun vadeli etkiler yaratacağını gösteriyordu. Kültürel farklar, siyasi sınırları tahkim ediyordu.

 

- Türkiye siyasi sınırların yanında kültürel sınırları da çizdi. Hata etti.

-Çizmek zorunda kaldı. Fırsat buldukça da yeniden kurmaya çalışıyor.

 

Suriye’deki olayı halkın demokrasi taleplerine Esad’ın sert tepki göstermesi olarak algılamak büyük güçler nasıl düşünmemizi istedi ise onu yapmaktır. Bu gibi ülkelerin yöneticileri zaten halkı temsil etmezler. Bu devleti kuranlar devletin yapısını kendi hedeflerine göre kurarlar ve üst yöneticiler onlar tarafından belirlenir.

 

- Suriye’de olanlar Beşar’ın kötü yönetiminden veya halkın demokrasi isteklerinden değil, hakim güçler öyle istediklerinden öyle oluyor.

- Siyasi gücünü kaybeden tekel sermaye Müslümanları terörist olarak kullanmak istiyor.

 

Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi söz konusu olursa halka karşı kardeş gibi davranılmalıdır. Meseleye her zaman baktığımız gibi askeri üstünlük sağlamak olarak bakmamalıdır. Türk Ordusu dünyanın en güçlü ordularından biridir ama bu gücünü PKK ile mücadelede ve böyle bir müdahalede tartışma konusu yapmamalıdır.

 

- Türkiye Suriye’ye müdahale ederse askeri üstünlüğe dayanmamalıdır.

- Türkiye Suriye’ye müdahale ederse Adil Düzen’e dayalı bir İslam devleti kurmalıdır. Kendisi de İslam devleti olmalıdır. Esat ailesine dokunulmamalıdır.

 

Türkiye’nin yeni bölgesel politikası çevre halklarını bir kardeş gibi görmek, ekonomik politikasını bölgenin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde düzenlemek, askeri gücünü herkesin güvenliğini sağlamak üzere kullandığı intibaını yaratmak olmalıdır.

 

- Türkiye çevreye hakim değil ahdim olmalıdır.

- Süper güçlerden eşit uzaklıkta olan demokratik bir orta doğu birliğini oluşturmalıyız.

 

Türkiye’nin iç meseleleri çözüm biçimi de, dış politika stratejisi de küresel dengelerin çerçevesi içerisinde yapılanmalıdır. Bu ülke içindeki kurumların da yeni bir perspektif geliştirmesini gerektirir. İstihbaratımız da, askeri yapımız da, siyasi karar mercilerimiz de büyük güçlerin stratejilerini göz önüne almalı ve kendi siyasetini o verilerin içerisinde şekillendirmelidir.

 

 - Büyük güçlerin ortak siyaseti istikametinde yol almalıdır. İç ve dış politika böyle düzenlenmelidir.

- Dış politika büyük güçlerin ortak kararları doğrultusunda yapılmalıdır. İç politika ise demokratik, laik, sosyal ve liberal bir hukuk devleti doğrultusunda olmalıdır.

 

30/06/2012

Değişen şartlar

Bir ülkenin iktidarı ya kurulu bir düzeni, ya da belirli bir hedefi ve bunu gerçekleştirecek biçimde eğitilmiş bir idaresi olan yapıyı yönetir. Bu durum yaratıcılık gerektirmez, sadece işleyen düzeni iyi bilmek ve bunun sürmesini sağlamak yeterlidir. Yönetimde başarılı olmak için şartlar gerektirdiğinde ufak değişiklikler yapılması ile sağlanabilir.

 

-İktidar mevcut düzeni yaşatır. Büyütür. Ufak değişiklik yapabilir.

-Düzeni değiştirmek, demokrasi içinde halkın yeniden yapılaşması ile olur. İktidar düzeni değiştiremez.

 

Ancak durum her zaman böyle değildir. Ya yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır,  ya da içerde var olan düzene karşı ciddi bir muhalefet oluşmuştur. Şu anda ülkemiz  düzeni eski esaslarla korumaya devam edemez. Bu sadece bizim isteğimiz değil dünyadaki şartların gereğidir.

 

- Dünyada yeniden düzenleme varsa, halk yenilik istiyorsa mevcut düzen devam edemez.

- Düzeni iktidar değil, halk değiştirmeye başlar. Demokrasi içinde halk ilmi, dini ve iktisadi değişiklikleri gerçekleştirir. Sonra da uzlaşma içinde veya müdahale ile yeni siyasi düzen gelir.

 

Mesela dini değerlere bakış açımızdaki değişme, hatta yaşam tarzımızda eskiden olduğu gibi sadece batıyı örnek almaya çalışmamak, bizim isteğimizin bir sonucu değil aynı zamanda dünya şartlarındaki değişmenin de önümüze çizdiği bir yol haritasıdır. Türkiye eskiden olduğu gibi sınırlarımızın içinde hapsolmuş bir şekilde yaşamayacak şeklindeki açılımını da sadece Batı için yapmayacaktır. Türkiye, geçmişte dünyanın etkin güçleri tarafından kendilerine hizmet edecek şekilde çizilmiş olan siyasi sınırlar içinde kalmış ve bu durumu korumayı bir görev saymıştır.

 

- Türkiye, dünyanın gidişi içinde kendi sorunlarını kendisi çözmelidir.

- Yazdığımız Adil Düzen’e göre İnsanlık Anayasasına göre ülkemiz kendi bağımsız siyaseti içinde dünyanın gidişine yön vermelidir, akışına uymalıdır. Her devlet böyle yapacaktır.

 

Şimdi yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır. Eskiden çizilen siyasi sınırlar aynen korunsa bile bu sınırlar bir hapishane duvarı gibi olmayacaktır ve bu değişim en çok Türkiye için söz konusudur.

 

- Yeni dünya kurulmaktadır. Devletlerarası hapishane sınırları kalkacaktır.

- Vize,  pasaport, gümrük duvarları Berlin duvarı gibi yıkılacaktır.

 

Türkiye’deki değişimi doğru anlamak ve bölgenin yeni durumunu tahmin edebilmek için yeni dünya düzeni hakkında tahminde bulunmak gerekir.

 

- Yeni dünya düzeni hakkında tahminde bulunmak gerek.

- Müspet ilim, tarih, mukaddes metinler ve Kuran bize geleceğimizi göstermektedir.

 

Dünyada silahlı kuvvetler artık belirleyici güç olmayacaktır. Bu askerliğin anlamsızlaşması değil ikinci sıraya çekilmesidir. Yeni bir iktisadi düzen kurulacak ve yeni yakınlaşmalar ya da rekabetler bu alanda olacaktır. Önümüzdeki dönemde belli yerlerde din farklılıkları ya da soy farklılıkları nedeniyle olaylar çıkabilir. Bunlar görünen sebeplerdir fakat asıl hedef yeni düzenin inşa ediliyor olmasıdır.

 

- Yeni düzende silah birinci derecede rol oynamayacaktır. Yeni iktisadi düzen oluşacaktır.

- Faiz karşılığı paradan emek karşılığı paraya geçilecek, insanlık kuyumcularındaki altın karşılığı altın para, ülkenin kamu toprakları karşılığı ülkede toprak para, illerde depoda bulunan mallar karşılığı demir para ve bucaklarda halkın ödediği sipariş karşılığı çıkarılacak buğday para yeni ekonomiyi düzenleyecektir. Ekonomi çevrelerini siyasi sınırlar değil, ayrı paralarla oluşmuş fiyatlar belirleyecektir.

 

Yeni dünya düzeni ülkemiz aleyhine  görünmüyor. Bu tarihi şartları doğru kullanırsak sadece ülkemize değil insanlığa da hizmet etmiş oluruz. İktidarın bugünkü politikalarını gericilik olarak algılamak çok yanlıştır. İzlenen politikanın ana istikameti doğrudur ama bazı hataları vardır ve her şeyin dört başının mamur olması da beklenemez. Asıl sorun muhalefetten kaynaklanmaktadır. Onlar dünyadaki büyük değişimi göz ardı ediyorlar ve geçmişte kurulan düzenin en  iyi idare olduğunu düşünüyorlar.

 

- AK Partinin yönü doğrudur. Hataları vardır. Sorun tutuculukta direten muhalefettedir.

- AK Parti yeni düzen getirmiyor. Mevcut düzeni sürdürüyor. Sonu uçurumdur. Yeni düzeni ancak kurulacak kredileşme kooperatifleri ile kurabilir. İktidar bunları desteklemektedir. Muhalefet zaten yok gibidir.

 

Bugün muhalefetin dünyadaki köklü değişimi ve bunun ülkemize etkilerini tartıştığını görmüyoruz. Mesele CHP, her şart altında silah kullanmamızı istemiyor, MHP ise en küçük bir sebebin çatışmaya dönmesi gerektiğini düşünüyor. Bugün yapmak zorunda olduğumuz şey ne bir boks maçıdır ne de bir güreş. Yani savaşta galibiyet peşinde değiliz. Aksine bölgede ezilenleri koruyacağımızı söyleyeceğiz. Bu hiç silah kullanmama anlamına gelmez ama amaç kahramanlıkla karşı tarafı yenmek değildir. Hatta o orduyu yanınıza bile çekmeye uğraşabilirsiniz.

- İki ulus arasına kan girdi mi, artık onlarla dostluk asırlar içinde ancak kurulabilir. İslam ülkelerinde iktidarları değiştirmek, muhakeme etmek, asmak kesmek sadece o ülkeyi çökertir. İktidarı yola getirmek gerekir. Baskı kalkmalıdır. Halk siyasi ilerilik değil ilmi, dini ve mesleki uygarlığı getirmelidir. Siyasi değişimi mevcut hükümdarın ölümüne kadar ertelemek gerekir. Artık oğlu seçilmemelidir.

 

Bu gün, bu çatışmalar Suriye ile sınırlı kalacak gibi görünmüyor. Bölgede bir mezhep çatışması da olabilir. Aynı soy ve kültürden gelen kitleler birleşmeye çalışabilir. Kürtler buna dâhil değildir. Çünkü Türkiye bir ırk devleti değildir ve Kürtler bizdendir.

 

- Bölgede bir ırk din çatışması olabilir. Kürtler bu çatışmada taraf olamazlar.

- Sermaye dünyayı savaşa götürmek istiyor. Üçüncü cihan savaşını çıkarmak istiyor. Obama, Putin bu oyuna gelmeyecekler, Avrupa ve Çin zaten istemiyor. Ak Parti Suriye’ye saldırırsa intihar etmiş olur. Türk halkı Suriye ile savaş istemiyor.

 

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle'ye aittir.

 

Yorum:

Anayasa Kitabı

Akdemir ile birlikte Yeni Anayasaya Geçiş Önerisi kitabını yayınladık. Ayrıca Adil Düzen’e göre İnsanlık Anayasası’nı yayına hazırlıyoruz. İnsanlığın geleceği Adil Düzen’e göre İnsanlık Anayasasında yer almıştır. Reşat Erol da parça parça Milli Gazete’de yayınlamaktadır. Herkes zihnini Adil Düzen’e yönlendirmelidir. Kuran’ın söylediklerine kulak vermelidir.

Kuran İsrail oğullarının iki defa güçlü olacaklarını bildirmekte ve İsrail oğullarının en güçlü döneme bu devride ulaşacaklarını bildirmektedir. Sonra İsrail oğullarının İsrail velayetinde toplanacaklarını bildirmektedir. Hakkı üstün tutan iktidarın himayesine gireceklerini anlatmaktadır.

Kuran yeni ilmi, siyasi, mesleki ve siyasi oluşların ideal şekillerini anlatmaktadır. Kitap para ile satılmamaktadır. Arzu edenlere talep ettikleri takdirde gönderilir. Kargo parasını isteyenler verir.

Akevler.org sitesinde konular tartışılmaktadır. Herkes katılabilir. Mahir Kaynak teşhisleri çok güzel yapmaktadır. Hedefleri belirlemektedir. Mekanizması ise Adil Düzen’dedir. Kitabımız akevler.org’da yayınlanacaktır. Herkesten katkı beklemekteyiz. Ali Bülent Dilek kitabı akevler.org’a koymaktadır. Allah  razı olsun.

 

 

 

 

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
01.07.2012
07:18

Mümtaz'er Türköne İmam-Hatipler için bir gelecek inşa etmek

"İmam-Hatiplerin tarihi misyonunu artık tamamladığı" tezini dile getiren iki yazı kaleme almıştım. İmam-Hatip ruhunun diri bir şekilde yaşadığı, gelen tepkilerden anlaşılıyor. Bu ruhu saygıdeğer bulduğum için, İhsan Toy'un Haber 7'deki ateşîn yazısını, Türkiye İmam Hatipliler Vakfı Başkanı Ecevit Öksüz'ün ve İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği Başkanı Hüseyin Korkut'un söylediklerini saygı ile karşıladım. Ensar Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu'nun bir mektupla dile getirdiği savunması ve ikazları, özellikle bu ruhun devam edeceği konusundaki ısrarı önemliydi. Ama elbette Hayrettin Karaman hocamızın köşesinde lütfettiği cevap çok ayrı bir değere sahip. Hayrettin Karaman bizim hocamızdır. Yazdıklarımı tekdire, tazire veya tedibe değer bulması bile benim için bir ayrıcalık. Yazarlık hayatımda bu duyguya nadiren kapılıyorum. Çok sevdiği hocasının dikkatini çekmek için yaramazlık yapan çocuk duygusu. Söylediklerim için, sömestre ödevinin üzerine not düşer gibi "problemli, zorlanarak yazılmış, dalgın ve yorgun bir halde kaleme alınmış" demesi, sırf bu kayıt yüzünden yazdıklarıma titizlikle saklanacak bir hatıra değeri kazandırıyor. Tabii bunların hiçbiri, artık İmam Hatiplerin misyonunu tamamladığı görüşümü değiştirmiyor. Çünkü savunmaların hepsi İmam Hatiplerin geçmişine dair. İmam Hatipli bir gelecek vizyonunu, İmam Hatipli bir gelecek misyonunu kimse tarif edemiyor. Bir hususu tekrarlayayım. 1995 yılında, Profesör Süleyman Hayri Bolay'la birlikte 197 sayfalık bir Din Eğitimi Raporu kaleme almıştık. Bu rapor, Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi Öğrencileri ve Mezunları Vakfı tarafından basıldı. İmam Hatipleri savunanlar, bu kitapta daha derli toplu, hatta karşılaştırmalı tezler ve bilgiler bulabilir. 28 Şubat'a doğru giden o günlerde, İmam Hatipler üzerindeki kara bulutları dağıtma adına önemli bir çalışmaydı. Dün İmam Hatipleri savunurken, bugün misyonunu tamamladığını söylerken aslında aynı şeyi tekrarlıyorum. "İtiraz din eğitiminin devlet tekelinde bulunmasına yapılabilir." (s.6). Din eğitimi üzerinde devlet tekeli devam ederken, bu eğitimin kapsamını belirleyecek yegane ölçü, halkın din eğitimi talebidir. Bugün Türkiye özgürleşti ve demokratikleşti. Önce Soğuk Savaş'ın ideolojik kavgaları, sonra da askerî vesayetin boğucu atmosferi sona erdi. Halkın din eğitimi talebine "gericilik" diye karşı duran laik diktanın bulduğu çözümlerin modası geçti. İmam Hatipler, Cumhuriyet tarihinin bu uzun karanlık dönemlerinde halka nefes alacağı bir alan açtı. İmanını ve gelecek nesilleri kurtarma endişesine cevap verdi. Daha ötesi devletle halk arasında bir uzlaşma alanı oluşturdu. Hatta İmam-Hatipler üzerinden dile getirilen din eğitimi talebi, halkın siyasî sisteme müdahalesinin, dolayısıyla demokratikleşmenin itici güçlerinden biri oldu. İmam Hatiplerin geçmişini savunanların söylediklerine, ben daha fazlasını ekleyebilirim. Ama artık bitti. Eğitimde, dolayısıyla din eğitiminde tekel oluşturan devlet yönetimi altında geliştirilen İmam-Hatip modeli artık ömrünü tamamladı. İmam Hatipleri mevcut haliyle geleceğe taşımaya kalkmak, din eğitiminde devlet tekelini savunmak demek. Bu yüzden taraf olan herkesin lafı çevirmeden dosdoğru cevap vermesi gereken soru şu: Din eğitiminde devlet tekeli devam etmeli mi? İmam Hatip modeli, bu tekelin eseri değil mi? İmam-Hatipleri, demir tekerlekli eski model John Deere traktörlere benzetiyorum. Vaktiyle koca bir millet bu traktörlerle tarla sürdü, ekin ekti ve çamurlu-taşlı yolları aştı. Ekilen tohumların mahsulleri ortada. Bugün aynı traktörle otobanda seyredemezsiniz. Nitekim AK Parti hükümeti "yol medeniyettir" demiyor mu? Otobana uygun medenî, konforlu ve süratli araçlara ihtiyacınız var. Bu millet dinini öğrenmek ve öğretmek konusunda acz içinde değil. Dindar nesli devlet yetiştirecekse, gelecekten mutlaka endişe etmeniz gerekir. Çünkü devlet, öğrettiği her şeyi sevimsiz hale getirir. Dün İmam Hatipler, uçsuz bucaksız çöllerde küçük vahalar gibiydi. Bugün ülkenin her yeri bereketli. Neden din eğitiminin başına bir vana yerleştirip devletin eline veriyor ve bu alanı bir siyasî tartışma ve kutuplaşma konusu olarak tutuyorsunuz? m.turkone@zaman.com.tr http://twitter.com/Mumtazer 01 Temmuz 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
01.07.2012
08:46

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

01 Temmuz 2012 Pazar

İmam hatiplerin misyonu (2)

İddiaya göre İmam Hatip Okulları, katı laikliğin uygulandığı, din öğretimine izin verilmediği bir dönemde, mevzuata (tevhîd-i tedrisat kanununa) uygun (veya bana göre ona uydurularak) açıldı. Bunu isteyen halkın maksadı devlet ile ters düşmeden din öğretimi imkanı elde etmek idi. Artık bu ihtiyaç ortadan kalktı, genel öğretimin içine seçmeli din dersi kondu, din burada öğrenilecek, İmam Hatip okullarının bu manada misyonu sona erdi, yalnızca İmam ve Hatip yetiştirecek kadar ve bu keyfiyette meslek okulu açılır, ama bu okullar genel olarak din öğretimi okulu olmamalıdır... Geçmişe ait misyon konusunda bazı tamamlayıcı bilgiler vereyim: Katı laiklik döneminde uygulanan tevhîd-i tedrisat kanununun 4. Maddesi şöyledir: 'Maârif Vekâleti yüksek diniyât mütehassısları yetiştirilmek üzere Dâr-ül-fünûnda bir İlâhiyât Fakültesi tesis ve imâmet ve hitâbet gibi hidemât-ı diniyenin ifâsı vazifesiyle mükellef memûrların yetişmesi için de ayrı mektepler küşâd edecektir.' Bu madde gereğince 1949 yılında Ankara'da İlahiyat Fakültesi ve onlarca yerde İmam ve Hatip yetiştirmek üzere iki yıllık kurslar açıldı. 1951-52 ders yılında Demokrat Parti iktidarında açılan İmam Hatip okulları ise yedi yıllık orta öğretim seviyesinde bir okul olup tevhid-i tedrisat kanununa uygun değildir. Bu okulların ilk öğrencilerinden bir olduğum ve okula girdiğimde gerçek yaşım da 18 olduğu için sağlam bilgilerim var. Buna göre bu okulları isteyen büyük halk kitlesinin isteği yalnızca din eğitim ve öğretimi değildi, ülkenin okumuş yazmış, bürokrat, yönetici, siyasetçi kesiminin de din eğitimi ve öğretimi almış, kendi dilinden konuşan ve kendi kültüründen olan kimseler olmasını istiyorlardı. İlktidarlar buna bir süre direndiler (İmam Hatip mezunlarına yüksek öğrenim imkanı tanımadılar), ama halkın iradesi bunu da aştı ve bu okullar 'hem mesleğe hem de yüksek öğrenime öğrenci hazırlayan okullar' oldu. Şu halde bu okulların misyonu şudur: Öğrenci normal lise derslerini de alır, imam ve hatip olacak kadar din eğitim ve öğretimi de alır; mezun olunca dilerse İlahiyat'a giderek veya mesleğe girerek o yolda ilerler, dilerse başka alanlarda yüksek öğrenim görür ve hayatını o alanlarda devam ettirir. Bu misyon sona ermemiştir ve ermez. İmam Hatip okullarının 'laik devletin elinde, onun amaçlarını gerçekleştirmenin veya istismarın aleti' olduğu iddiası da tutarlı değildir. Devlet bunu istemiş, siyasiler veya başkaları istismara yetltenmiş olabilir. Ama gerçekleşen ne olmuştur? Değerli olan bir şey istismar edilebilir, yapılacak olan değerliyi yok etmek değil, istismarı engellemek veya buna aldırmadan yoluna devam etmektir. 'Devletin amaçlarına alet olma'ya gelince bu da asla tahakkuk etmemiştir. İmam Hatip mezunlarından olup din hizmetinde olanlar laik devletin istediği dini değil, sahih ve tam İslam'ı anlatmışlar ve onun hayata geçmesi için gayret içinde olmuşlardır. Bazı çatlak ve camiayı temsilden uzak sesler dışarıda tutulursa İmam Hatip neslinin tensil ettiği İslam 'Ehl-i sünnet ve cemaat' İslam'ıdır, sahih ve tam İslam'dır. Din hizmeti dışında iş ve vazifede olan İmam Hatipliler de radikal laik, kemalist ve vesayetçi devlet temsiline karşı çıkmışlar, ülkenin normalleşmesine doğru atılan en önemli adımlar onların iktidarında gerçekleşmiştir. Gelelim din eğitimine. (Gelecek yazıda)

Reşat Nuri Erol
01.07.2012
10:40

Kurtulmuş ile Erdoğan’ın yolları yeniden birleşir mi? Ruşen Çakır

rcakir@gazetevatan.com Halkın Sesi Partisi (HAS Parti) Genel Başkanı Numan Kurtulmuş AKP’ye geçeceği haberlerini “Ben de bu sabah gazetelerden okudum. AK Parti içerisinde konuşulmuş bir konu, bize intikal eden bir şey yok. Olmayan bir konuda konuşacak değilim” diye değerlendirmiş. Kurtulmuş’un bu sözlerinden hareketle iddiaların yanlış ya da tam tersine “Böyle bir şey asla söz konusu değil” demediği için doğru olduğu sonucuna da varabilirsiniz. Şahsen ikinci şıkkın doğru çıkma, yani Kurtulmuş’un AKP’ye katılma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemin birçok nedeni var. Bunları sıralamaya çalışacak olursak ilk olarak karşımıza AKP’nin gücüyle HAS Parti’nin güçsüzlüğü arasındaki ters orantı çıkıyor. İki parti arasındaki fark kısa ve orta vadede kolay kolay kapatılacağa benzemiyor; HAS Parti’nin bu derece uzun soluklu bir mücadeleye yetecek bir altyapıya sahip olmadığı da ortada. Kaldı ki HAS Parti’nin, daha doğrusu Kurtulmuş’un AKP ile ciddi ve dişli bir mücadeleye girişmiş olduğu yolunda bir algıya sahip değiliz. Bunun önde gelen nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz Kurtulmuş’un son derece nazik, yapıcı bir dil ve üslubu benimsemiş olmasıdır. Fakat esas nedeninin, her iki partinin eninde sonunda ortak bir geçmişten gelmesi, tabanların bütün kavga ve kırgınlıklara rağmen hâlâ içiçe olmasıdır. Özellikle Saadet Partisi’nde yaşananlardan sonra AKP ile HAS Parti’nin, Erdoğan ile Kurtulmuş’un birbirlerine daha da yakınlaşması, diğer bir deyişle açılmış olan mesafenin yeniden kapanmaya başlaması doğaldır. Kurtulmuş’un bu süreçteki dikkatli dilinin söz konusu yakınlaşmayı daha fazla mümkün kıldığı da açıktır. Kurtulmuş AKP’de ne yapar? Kurtulmuş’un AKP’ye geçmesi daha önce de gündeme gelmiş ama gerçekleşmemişti. Erdoğan-Kurtulmuş görüşmelerinde neler konuşuldu; nerelerde anlaşılıp nerelerde farklı düşüldü bilmiyoruz ancak şurası çok netti: Kurtulmuş’un Milli Görüş hareketi içerisindeki herhangi bir isim olmaması, bir lider potansiyeli taşıması bu buluşmanın önündeki en büyük engeldi. Söz konusu olan Kurtulmuş’un AKP ile değil daha çok Erdoğan ile yollarını birleştirmesiydi. Her iki tarafın da ilk adımın karşıdan geldiğinde ısrar etmeleri de bu gerilimin kanıtıydı. Bugünse gerek Erdoğan’ın, gerekse Kurtulmuş’un bu tür rezervlerden tam olmasa da büyük ölçüde kurtulmuş olduklarını görüyoruz. Tabii bunda, Erdoğan’ın her geçen gün “tek adam” olma durumunu daha da pekiştirmesinin etkisi büyük. Yani Kurtulmuş bugün AKP’ye katılırsa Erdoğan’a alternatif olma ihtimali söz konusu olmayacak. Nitekim Kurtulmuş’un adı daha çok, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonraki AKP için telaffuz ediliyor. Kurtulmuş’un katılması halinde AKP’de belli bir ağırlığının olacağını kabul etmekle birlikte onu “Erdoğan’ın halefi” gibi gösteren değerlendirmeleri fazla abartılı buluyorum. Çünkü Erdoğan sonrası AKP’de, hem, başta Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi bu partiyi yoktan var eden isimler doğal olarak daha fazla öne çıkacaktır; hem de Fazilet Partisi, ardından ayrışma dönemlerinde Kurtulmuş’un yenilikçi kanata karşı gösterdiği direnç Erdoğan gibi bir siyasetçi tarafından öyle kolay kolay unutulacağa benzemiyor. HAS Parti deneyimi SP’den kopuşun kesinleştiği günlerde “Kurtulmuş parti kurar mı? Kursa tutar mı?” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda o soruya “Teorik olarak bakıldığında tutabilirdi, ama şu ana kadarki pratiğe baktıktan sonra, Kurtulmuş’un kuracağı yeni bir partinin az şansı olabileceğini düşünüyorum” diye cevap verip şöyle devam etmiştim: “Bu ülke yoksul ve yoksunlarının ezici bir çoğunluğunun kültürel açıdan muhafazakâr oldukları bilindiğinde, İslami hareketten gelmekle birlikte ‘solcu’ söylemlere de samimi bir şekilde sahip çıkacak bir partiye Türkiye’de ihtiyaç olduğu söylenebilir. Fakat pratiğe baktığımda Kurtulmuş’un SP içinde başlattığı harekette bu boyut fazla öne çıkmıyor.” Aynı yazının son paragrafı şöyleydi: “Numan Kurtulmuş ve arkadaşları eğer ‘Erbakan vesayeti olmayan yeni bir SP’ kurmanın ötesine geçmek istiyorlarsa, nasıl bir siyasi partiden ziyade nasıl bir Türkiye düşündüklerini etraflıca açıklamak durumundadırlar.” HAS Parti’nin bugüne kadarki performansında bu yolda pekçok iyiniyetli çabaya tanık olduk ama bunlar yetmedi. Neden yetmediğini herhalde kendileri uzun uzadıya tartışıyorlardır fakat şu aşamadan sonra HAS Parti’nin etkili bir siyasi güç olabileceğini pek sanmıyorum. Bu nedenle Kurtulmuş’un, tabii eğer siyasete devam etmek istiyorsa er ya da geç AKP’ye katılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

Reşat Nuri Erol
02.07.2012
07:47

ABDULLAH AYMAZ

Kâinatın büyük tezgâhı

Dünya olayları, ülkemizin problemleri bilhassa terör olayları ve özellikle bu eğitim hizmetine karşı menfi tutumlar görüşülürken, "Şefkat hararetinin eritemeyeceği hiçbir menfi hareket yoktur... Şefkat ve sevgi göstermeden bir yere varamazsınız. Şefkat, Peygamber Efendimiz'in (sas) sıfatıdır. Türkiye'nin içindeki problemlerin halli de ancak şefkat ile mümkündür. Bugün her günkünden daha çok af ve safha, şefkat ve sevgiye ihtiyacımız var." denildi. Her maddenin bir ergime derecesi olduğu gibi, en sert, en katı, en menfi insanların ve anlayışların da bir ergime derecesi vardır. En mühim eritici hararet de şefkatin harareti olduğunda şüphe yoktur. Sonra da itirazlı bir soruya geçildi: Hadîd (Demir) Sûresi'nde "Ve enzelne'l-hadîd" yani demiri indirdik. (Hadid Sûresi, 57/25) deniliyor. Halbuki demir yerden çıkarılıyor. "Ahracnâ yani yerden çıkardık" denilmesi daha uygun değil miydi? Bu soruya Bediüzzaman Hazretleri önce demirin nimet olma cihetini ele alarak cevap veriyor. Veren el, alan elden üstündür. Bugün görüyoruz ki, treninden taksisine ve uçağına kadar her şey demir nimeti ile yapılıyor. Öyleyse bu nimeti bize ihsan eden Cenab-ı Hakk'ın konumu itibarıyla biz aşağıdayız ve manen bize yukarıdan ihsan ediliyor. Bunun da hak tabiri "enzelnâ"dır. İkinci bir tevcihle deniliyor ki: "Yukarı, aşağı nisbîdir. Dünyanın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hatta bize nisbeten 'aşağı' olan bir şey Amerika kıtasına nazaran 'yukarı' oluyor. Demek dünyanın iç merkezinden dünyanın dış yüzü tarafına gelen maddelerin, arzın sathında olanlara göre vaziyeti değişir. Kur'an'ın mucizeli lisanı ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok faydaları vardır ki, insanın hanesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdî bir madde değildir ve rastgele ihtiyaçlarda kullanılacak fıtrî bir maden değildir. Belki kâinatın Yaradanı tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından hazırlanmış bir nimet olarak, göklerin ve yerin Rabbi unvanı ile dünyada yaşayanların ihtiyaçlarının giderilmesine vesile olmak için demir indirilmiştir. Bu ifade ile demirdeki umûmî menfaati anlatmak için, demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziya gibi öyle şümullü faydaları var ki, demir kâinat tezgâhından gönderiliyor, küre-i arzın dar ambarından değil, deniliyor. Evet kâinat sarayındaki büyük rahmet hazinesinde hazırlanıp gönderilerek küre-i arzın ambarında yerleştirilmiş. O ambardan asırların ihtiyacına göre parça parça yerden çıkarılıyor. Belki, Cenab-ı Hak, büyük hazinesinden o büyük (demir) nimetini küre-i arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani bu küre-i arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, Cenab-ı Hak, güya küre-i arzı, güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber indirmiş ve insanların çoğu ihtiyaçlarını onunla temin etmiştir." (Lem'a'lar Risalesi, 28. Lem'a) 1930'lu yılların başlarında itirazlı bir havada sorulan böyle bir soruya cevap verirken Bediüzzaman Hazretleri avam halkın da anlayacağı bir üslûb ve tabir ile daha sonra ilmî araştırmaların keşfedeceği bir gerçeği dile getiriyor. İnşaallah bir sonraki yazımızda ele alacağımız bu meseleyi, bu konuyu müzâkere ederken orada bulunan fizikçi Nebi İlker Sevim Bey'in notlarından aktarmalar yaparak anlatmaya çalışacağım. 01 Temmuz 2012, Pazar

***

Abdullah Aymaz Büyük tezgâh süper novalar Birçok bilim adamı elementlerin nerede yaratıldığı sorusunu sormaya başlamıştı. Mesela demir için dünyanın merkezindeki sıcaklık yeterli değildi. Meşhur bir ateist olan astronom Fred Hoyle kâinatın ezeli olduğuna inanıyor ve kainatın genişlemesi ile ilgili ilmî görüşlere karşı çıkıyor hatta "balon gibi patlayacak bir teori" diye alay ediyordu. Maalesef onun bu alayı, genişleme teorisinin adı oldu: Big Bang yani Büyük Patlama. Fakat kaderin çok garip bir tecellisi olarak Fred Hoyle'ın elementlerin nerede yaratıldığına dair çalışmaları yıllar sonra ironik bir şekilde Big Bang'in en büyük delillerinden biri olarak kabul edilmeye başlandı. Hoyle ve arkadaşları elementlerin nerede yaratıldığı sorusunun cevabını 1946 yılında araştırmaya başladılar. O zamana kadar bilim adamları elementlerin yerin merkezinde teşekkül ettiğine inanıyorlardı. Ama Hoyle ile arkadaşları güneşten başladılar. Çünkü dünyanın merkezindeki hararet bunun için yeterli değildi. Gördüler ki, güneşin harareti de yetmiyordu... 1946 senesinde başlayan araştırmalar uzun süre devam etti. Fred Hoyle ve üç arkadaşı (Margaret ve Geoffrey Burbidge ve William Fowler) çalışmalarını 1957 yılında yayınladılar. Artık bilim dünyasında ağır elementlerin yıldızlarda yaratıldığı kabul edildi. Bu prosese "Stellar nucleosynthesis / Süpernova nucleosynthesis" adı verildi. Bu gruptan William Fowler çalışmalarını devam ettirdi ve "nucleosynthesis" ile alâkalı çalışmalarından dolayı 1983 yılında Nobel ödülünü kazandı. Halbuki bir önceki yazımda belirttiğim gibi 1930'ların başında Bediüzzaman Hazretleri, demirin kainatın büyük tezgâhında yaratıldığını, herkesin anlayacağı şekilde 28. Lem'a'da ifade etmişti... Evet, çalışmalarla demir gibi stabil elementlerin güneşte teşekkülünün mümkün olmadığını, çok yüksek sıcaklık ve basıncın gerektiğini bulmuşlardı. Araştırmalar neticesinde nikel ve demir gibi ağır elementlerin güneşten yüzlerce kata kadar büyük ve ömürlerinin sonuna yaklaşmış kırmızı süper dev (red supergiant) yıldızlarda yaratıldığını anladılar. Bütün yıldızlar hayatlarının sonuna doğru kırmızı süper dev safhasına uğrarlar. Büyük yıldızlar, bu safhada red supergiant diye adlandırılır. İşte demire kadar olan ağır elementler bu safhada yaratılır. Kırmızı süper devin patlamasına Süpernova adı verilir. Bu patlama o kadar şiddetlidir ki, çok kısa sürede güneşin milyarlarca yıl boyunca ürettiği enerji açığa çıkar ve demirden daha ağır elementler de yaratılmış olur. Bu patlama ile yaratılan demir ve diğerleri 30.000 km/sn'ye varan bir hızla kainatın her tarafına dağıtılır. Bu araştırmalar neticesinde Fred Hoyle ateizmden vazgeçmiş, maddenin ezeli olmadığını anlamış, kendi anlayışınca, tasarımcı bir akıl olduğunu kabul ederek Allah'ın varlığına kabule yakınlaşmıştır. Bu münasebetle, Risale-i Nur Külliyatı'nı çok dikkatli okumamız gerektiğini, böyle ilmî müzakereler ile ondaki derinliği kavrayıp satır aralarındaki değerli bilgileri ve ufuk açıcı gerçekleri anlamaya çalışmak icap ettiğini de ifade etmeliyiz. Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin dediği gibi: "Risaleler okyanus gibidir. Bazı yerleri sâhil kıyısı gibidir. Bazı yerleri 25-30 metre gibidir; ihtisas ister. Bazı yerler vardır ki, birkaç yüz metredir; kalb ve ruhun hayat derecesine çıkmayan orada yüzemez. Bazı yerler birkaç bin metre derinlikteki yerlere benzerler. Kalbi nefsine, cesedi midesine galebe edemeyenler orada yüzemezler. En büyük transatlantikler dahi Guamm çukurundaki merkezkaç kuvvetinin riskini göze alamazlar. Bazı yerler Allah'ın kainata koyduğu mizana ayna olarak Everest tepesinin zıddı Guamm çukuru gibi derindir ki, 11.000 metre; orada yüzmek için on üçüncü asrın Müceddidi'nin izinde olmak; öyle bir dalgıç olmak lazımdır." Evet... 02 Temmuz 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
02.07.2012
07:59

İbrahim Öztürk Kökler yoksa, gökler de yok!

Dünya yeni bir doğuma gebe. Daha düne kadar kendisine benzemeye çalıştığımız dünya sonu belirsiz bir karmaşanın içinde, yeni arayışların, büyük bir huruç harekâtının peşinde. Hal böyle olunca tabir yerinde ise Türkiye için de artık 'taklit mercii' kalmamış durumda. Kolaycı bir şekilde kimsenin arkasına takılarak varabileceğimiz hiçbir yer yok. Artık Türkiye vagon değil, lokomotif olmakla emrolunuyor. Aslı varken, taklit hareketler hiçbir zaman merkeze yerleşemez. Bunun için Türkiye'nin artık özgüven içinde 'örnekleri kendinden' hareketlere yönelmesi gerekiyor. Böyle olunca küresel olmanın, marka olmanın da yolu açılmış oluyor. Türkiye ne dünkü gibi dünyadan mimarisi, ahlaki ve felsefi kurgusu olmayan romantik bir "kopuş" içinde olmalı, ne de son on yılda olduğu gibi hâlâ mührü bize ait olmayan pasif "eklemlenme" çabalarına itibar etmelidir. Türkiye'nin kendi tarih ve medeniyet değerlerinden olduğu kadar, insanlığın evrensel tecrübelerinden de yola çıkarak sıkışan insanlığa özgün ve yapıcı bir medeniyet aşısı katabilmesi, uluslararası toplumun vicdanı, ortak aklı olabilmesi mümkün ve gereklidir. Bunun yeterlilik şartı ise mazi ile istikbali birbirine bağlayacak, kendi mânâ ve ruh köklerinden türetilen büyük bir milli mutabakatı hayata geçirebilmesidir. Hazır yeni bir 'kurucu' anayasa yazarken, artık bizi 'köklerle' buluşturacak, bir 'medeniyet barışının' kapısını aralayacak hareketlere de ihtiyaç var. Bu bağlamda 'kültür mirasımız' çok önemli bir fonksiyon icra edecektir. Ölü bir bedeni istediğiniz kadar allayıp pullayın. Bu bedene bir ruh lazımdır. Türkiye'nin kalkınma hikâyesinin 'ruhu' yok. Çünkü içinde millet ve medeniyet, biz buna kısaca kültür diyelim, yok da ondan. Bana göre Mustafa Kemal'in yaptığı en büyük hatalardan biri de Türk musikisine adeta savaş açmış olmasıdır. Sadece o dönemde değil, sonrasında da yerli musikimiz 'kamusal alanın' hiçbir yerine giremedi. 300. vefat sene-i devriyesi nedeniyle UNESCO, 2012'yi iki devasa medeniyet sanatçımız Itri ile Nabi'yi anma yılı ilan etti. Bu kadar büyük adamlar yani. Dönem olarak 17. yüzyıl sonu 18. yy başında yaşadılar. Kendimizden geçerek okuduğumuz Tekbir, Salât-ı ümmiye, gibi dini formdaki eserlerin de bestekârıdır Itri. Türk müziğini, kendinden öncekileri çok iyi anlamış, kendi müzikal kimliği ve birikimiyle zirveye taşımış bir bestekâr ve müzik adamıdır. Bundan 41 sene evvel dönemin Kültür Bakanı Talat Halman'ın gayretleriyle Itrî, Devlet Konser Salonu'nda bir konserle anılmak istendi. Doğal olarak 'Atatürkçülüğe karşı, irticai bir hareket' olarak görüldü ve kıyametler kopartıldı. Maalesef ancak bu sene, o da galiba UNESCO sayesinde bir kez daha devletin başı ve halkımız Devlet Konser Salonu'nda Itrî ile buluştu. Bu sefer ne irtica geldi ne de rejim elden gitti. Ancak UNESCO'dan bağımsız olarak Itrî için gece gündüz çalışanlar da vardı. Bunların başında Kültür Bakanlığı sanatçısı Dr. Murat Salim Tokaç var. Nitekim 41 sene sonra geçen hafta Ankara'da icra edilen son konserin başında takım arkadaşlarıyla sahne alan da oydu. Merhum Cinuçen Tanrıkorur'un talebesi olan M. Salim Tokaç'a sahip çıkıp bize medeniyetimize armağan ettiği için Kültür Bakanı Sayın Ertuğrul Günay'a teşekkür ederim. Dr. Tokaç'ın Dem ve Erguvan adlı albümleri de eşsiz bir sanat ürünü olarak arşivimdeki yerini elbette aldı. Tebrik etmek için aradığımda, 'biz hatırlamak için değil, unutturmamak için çalışıyoruz' dedi. Kendisini bana, Fatih Üniversitesi, Sema Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi Opr. Dr. Osman Yazıcılar tanıttı. Bir gün hatıralara daldık. Nasıl olduysa, çocukluk yıllarımda ayrılık hasretine dayanamayıp çamurlu yolda annemin ayak izini çıkartıp kurutup, başında oturup ağladığımı anlattım. Ve Salim Tokaç bana Mevlana Hazretleri'nin Şems-i Tebrizi Hazretleri'ne olan sevgisini ifade ettiği aşağıdaki beyti icra etti. 'Tutarak kalbimin üstünde cefakâr elini/Yüzünün nurunu eflake, semaya sererim. Yeryüzünde nereye bassan ayak sultanım/ O mübarek yere ben gizlice göz sürerim.' Bütün amatörlüğümle çekip, sizin için Facebook sayfama koydum. Evet, ne demiştik, kökler yoksa, gökler de yoktur!





Sayı: 159 | Tarih: 1.07.2012
Yusuf Kaplan
Küresl sistemle birlikte mi,küresel sisteme rağme
Rağmen lişşeytani ve hizbihi.
1502 Okunma
2 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ahmet Hakan
Yanıtını arayan en mühim soru
Senaryolar
1209 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Mahir Kaynak
Çözüm yolu
Anayasa Kitabı
1193 Okunma
5 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Barlas
Beşar Esad meğer Türk halkının nabzını ölçmüş...
Suriye için Helva Vakti!
1108 Okunma
Tayibet Erzen
Hüseyin Gülerce
"Vur Fakat Dinle" Kabilinden
Akıl Tutulması
1096 Okunma
1 Yorum
Zafer Kafkas
Mehmet Şevket Eygi
Mir'ac Kandili'nde müzikli Emel Sayın'lı naat gös
Zorlama Yok
1015 Okunma
Emine Hocaoğlu