Bu hafta yazısı yok.
1205 Okunma, 8 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

Mahir Kaynak’ın yazısı yok. Niçin yazmadığına dair de bir açıklama yoktur. Star’ın yazarlar listesinden çıkarılıncaya kadar biz onsuz yazmaya devam edeceğiz.

                                               HÜSNÜ MÜBAREK

Hüsnü Mübarek Mısır Mahkemeleri tarafından müebbet hapse mahkûm edilmiş. Haber doğru olmasa da yargılandığı ve çocukları ile beraber tutuklu olduğu gerçektir. Tekel sermayenin siyaseti vardır.

a)İktidarda olanlar aleyhinde devamlı haberler yayarak onların halk üzerindeki nüfusunu kırmak ve sonra onlardan kendi sözünü dinleyenleri iktidarda bırakmak, dinlemeyenleri de göndermek. Hem de feci şekilde göndermek.

b) Siyasi kamplar oluşturup birbirlerine kavga ettirmek, birini iktidar edip diğerini ezdirmek,

sonra da ezileni iktidar edip ezeni ezdirmek.

c) Ekonomik krizler yaratıp halkın huzura, refaha kavuşmasını önlemek. Devamlı iktidarları değiştirip ülkelerin gelişmelerini önlemek.

d)Parası ile ilmi, dini, mesleki ve siyasi müesseseleri hâkimiyeti altına alıp onlar aracılığı ile insanlığı yönetmeye devam etmek.

Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasından sonra sermaye İslam ülkelerini Avrupa sömürücülerine bölüştürdü. Onlar adına atadığı dinsiz diktatörle Müslümanları dinsizleştirme istikametinde çaba sarf etti. İslamiyet’i tam olarak ortadan kaldırmak istiyordu.

Bunda muvaffak olamayacağını 1960 askeri müdahalesi ile Türkiye’de gördü. Tam İslam düşmanlığını yaptırarak DP’deki tavizleri cezalandırmak istemekteydi. Askerler ne yaptılar, iç savaş verdiler. İnönü ve Cevdet Sunay’ın başarılı operasyonuyla iç savaş sona erdirildi. Demokratik anayasa yapıldı. İslami faaliyetlere izin verildi. Böylece sermaye beklediğinin tam tersini buldu.

Demirel’i ortaya çıkardı. İslam dini varsın olsun. Ama İslam düzeni olmasın. artık İslam dinine razı oldu. Ne var ki Erbakan karşılarına dikildi. Adil Düzen dünyaya yayıldı. Hıristiyanlar hatta Budistler yanında yer aldılar, almaktadırlar.

Şimdi Mısır’da Müslümanlar’a zulüm yaptırmak istiyor. Türkiye’de Müslümanlara zulüm yaptırmak istiyor. Kendisi yapıyor, taraftarlara atıyor. Evet, Mısır’da Müslümanlara çok büyük zulüm yapıldı. En az zülüm yapan Hüsnü Mübarek olmuştur. Ama bu zulmü Nasır veya Mübarek yapmadı. Türkiye’de zulmü Mustafa Kemal ve İnönü yapmadı. Rusya’da zulmü Stalin yapmadı. Hepsini sermaye yaptı. Bir taraftan halkı kışkırtıyor, sonra da devlete ne duruyorsun güvenliği sağla diyor.

Bugünkü Suriye’de de durum budur. Halkı ayağa kaldırıyor, isyan ettiriyor, Devlet de güvenliği sağlamak için müdahale ediyor. Sonra da Türkiye’ye müdahale ediyor, zulüm yapıyor diye dürtüyor.  Sonra ne olacak Türkiye Suriye’ye girecek. Güneyden de İsrail girecek. İran buna dayanamayarak o da Türkiye’ye saldıracak. İstisna üçüncü cihan savaşı.

Müslümanlar şunu iyi bilmelidir ki, dünyada güvenliği sağlamak görevimizdir. Bu defa adaletle olur. Ne var ki geçmiş olaylarda adalet sağlamak bizim işimiz değildir. Osmanlılar zulmettiler, o halde onları cezalandıralım. Bu mantıklı değildir. Mezardaki insan cezalandırılamaz. CHP’liler zulmettiler, şimdi cezalandıralım olmaz. Emekli askerler iktidarda iken suç işlediler şimdi cezalandıralım olmaz.

Evet, her kim zerre kadar kötülük yapmışsa karşılığını bulacaktır. Zerre kadar iyilik yapmışsa yine karşılığını bulacaktır. Ama bu dünyada değil, ahrette. İnsanlar muhakeme etmeyecek, Allah müdahale edecek.

Hüsnü Mübarek’e isnat edilen suçlarla Menderes’e isnat edilen suçlar arasında fark yoktur. Hüsnü Mübarek ve diğerleri serbest bırakılmalı, Türkiye onları barındırmalı. Türkiye’de ve dünyadaki davalar sona ermelidir.

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
03.06.2012
18:40

"ADİL DÜZEN" GELİNCEYE KADAR "ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARI" İÇİN ÇALIŞMAKTAN BAŞKA ÇARE YOK...

BÜTÜN DÜNYA/İNSANLIK DA O "ADALET" GÜNLERİNİ BEKLİYOR...

ÖYLEYSE ÇALIŞMAYA DEVAM...

ÇALIŞMAYA...

*

ÇALIŞMAK BİZDEN...

BAŞARI ALLAH'TAN...

*

VE'S-SELÂM...

Reşat Nuri Erol
04.06.2012
07:51

Yiğit BULUT

ybulut@stargazete.com

‘2023 doktrini’ yazılırken sizler de katılın...

2012 yılında konuyu açmış ve aldığım geri dönüşleri kamuoyu ile paylaşmıştım... Bugün yeni bir platformda, o gün sorduğum soruyu soruyorum; TÜRKİYE’yi 2023 yılına taşıyacak “doktrin” neleri içermeli? Sevgili dostlar, 2011’den bugüne gelişen dinamikleri de ekleyerek düşüncelerimizi sizlere aktaracağım ama asıl olanın sizden gelenler olduğunu bilerek şu çağrıyı yapıyorum; benimle paylaşın, ben de elimdeki imkanlar ile kamuoyuna aktarayım... Düşündüklerime gelince... Bazılarını daha önce de paylaştığım bir özet... 1. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak” kavramı yeniden tanımlanmalı. “2023 doktrini” Türk devletini-milletini, yaratılan korkularından kurtarırken, kendi vatandaşını “tehdit” olarak tanımlayan Devlet dinamiğinden eser kalmamalı! Doktrin, “etnik çeşitlilik” gibi tehdit algılamalarının-zorlama-korkuların aslında “zenginlik-fırsat” olduğunu ortaya koyan bir temele oturmalı. 2. Birleşik-Bütünleşmiş bir yapı hedeflenmeli : Türkiye’de sorun yarattığı düşünülen “etnisite” doğru tanımlanır ve “vatandaş olma” kavramı içinde doğru sentez edilebilirse, “etnik çeşitliliğin” bir zaaf değil “birleşik-bütünleşmiş” daha büyük bir yapıya geçiş fırsatı olduğu kavranabilir. Yeni doktrin bu özü içermeli ve vatandaşa hissettirmeli. 3. “Tek kimlikli-çok kültürlü” yeni ulusal etiketimiz tanımlanmalı ve bu topraklardaki herkesi içine alacak şekilde yapılanmalı! 4. Türkiye’nin yönü net olarak belirtilmeli: 2023 doktrini “Avrupa Birliği” sanal algılamasına son verirken, Türkiye YENİ DÜNYA DÜZENİ içinde konumlandırılmalı. “Amerika, Türkiye, Çin” ve periferileri olmak üzere üç “yeni merkez” oluştuğunu analiz ederek yön çizilirken, Rusya’nın durumu ve tercihi dikkatle izlenmeli. 5. MUTLAKA AMA MUTLAKA enerji politikamız 2023 hedefi doğrultusunda yeniden yapılandırılmalı. Türkiye’den geçecek yeni gaz-petrol hatları planlanırken, Azeri bölgesinde çıkan tüm gazı kontrol edecek şekilde anlaşmalar yapılmalı. 6. Maden politikamız yeniden yazılmalı. Şahısların madenleri çıkarması yerine, Türkiye’nin bütün yeraltı kaynakları TPAO’ya devredilerek, oluşan şirketin hisseleri halka arz edilmeli. 7. Sektörel düzenlemeler tanımlanmalı. Savunma, bankacılık-finans-sermaye piyasaları, enerji, telekomünikasyon, medya sektörleri YENİ DOKTRİN kapsamında yeniden yapılandırılmalı. 8. Bölgesel sermaye akışları için “düzenleyen” konumuna gelinmeli. Çevre ülkelere burada yatırım yapma imkânını sağlayacak düzenlemeler hayata geçirilmeli. 9. Rusya, İran, Suriye, Gürcistan, Azerbaycan, Kuzey Irak ve diğer komşu ülkelerle sınırların kalktığı tek bankacılık sistemi geliştirilmeli. 10. Yeni bir “sermaye piyasası anlayışı” tanımlanmalı. Türkiye bugün makro ekonomide başarılı olduğu kadar “sermaye piyasası araçlarını” kullanmada da bir o kadar başarısız. “Avrasya Menkul Değerler Borsası” mutlaka hayata geçirilmeli ve “periferik bölge şirketleri” bu borsada işlem görmeli. 11. Enerji fiyatlama merkezi Türkiye olmalı. Bölge ülkelerinin doğal kaynaklarını fiyatlayacak borsalar Türkiye’de kurulmalı ve “küresel enerji kartelleri” devre dışı bırakılarak Rusya’nın da işbirliğiyle bölgede yeni “bir potansiyel” planlanmalı. 12. Savunma Endüstrisi stratejisi yeniden yazılmalı. Devlete ait olan savunma şirketleri “tek çatı altında” toplanarak oluşan “HOLDİNG’in hisseleri” Türk ve yabancı yatırımcılara % 49’u geçmeyecek şekilde satılmalı. Yaratılacak kaynakla “askeri-endüstriyel” yapımız yenilenmeli ve özellikle “operasyonel kabiliyetimiz” tamamen bağımsız bir hal almalı. 13. Eğitim politikaları yeniden oluşturulmalı. “4+4+4” iyi bir başlangıç olmakla birlikte bugün dağınık görünen sistem ele alınıp hedefler doğrultusundan tasarlanmalı. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye zorla uygulattırmaya çalıştığı bize uymayan eğitim politikaları yerine “bölgesel bir ortak eğitim” politikası geliştirilmeli ve “Türkiye merkezli eğitim kurumu” konseptinin çekirdeği oluşturulmalı. 14. Türk yazılım politikası güçlendirilmeli: Türkiye bölgede “yazılımın” merkezi olmalı. Pardus ve diğerlerinin kullanılması ve geliştirilmesi sağlanmalı, kullanılacak “donanım” Türkiye’de üretilmeli. Fatih Projesi iyi bir ilk adım. 15. Tarım politikamız Avrupa ipoteğinden kurtarılarak yeniden yazılmalı ve 2023 sonrasında Dünya genelinde yaşanacak “su ve gıda” savaşları öngörüsü dikkate alınmalı. Sevgili dostlar, Türkiye’ye 100 yılda bir “lider geliyor ve bu topraklar 100 yılda bir yeni bir doktrin yazıyor...1900 başından itibaren yazmaya başladığımız doktrini 1923’te taçlandırdık... Şimdi 2000 başında başladığımız doktrini yazıyoruz ve 2023’te taçlandıracağız...Türkiye “yeni dünya düzeni içinde yeni bir Türkiye olmaya” hızla ilerliyor... Sizler de bu doktrini yazmaya katılın, katılın ki; sizin de eserde bir katkınız olsun... Not : Bana bu sayfada gördüğünüz mail adresimden veya yigitbulutt twitter hesabımdan ulaşabilirisiniz...

Reşat Nuri Erol
06.06.2012
07:50

Yiğit BULUT Cevap veriyorum yigitbulut@stargazete.com

Dün Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeni Özkök’ün “Türkiye’nin Tahrir’i neresi olacak” başlıklı yazısını dehşete düşerek okudum... Yazıyı üstün körü okuyanlar veya ilgisini çekmediği için bu köşeye hiç bakmayan her Türk evladı, “411 el kaos’a kalktı” dizisini devamı olan bu “deneme”yi mutlaka görmeli ve “şifrelerle” yazılanların altında “ne denmek” istendiğini sorgulamalı... Sevgili dostlar, yazının “başlık” olarak yazılan ilk satırından son satırına bazı cümleleri almak ve özellikle “iki parça yazılanları” bir bütünlük içinde karışık okuyarak, “yazılan” ile “söylenmek isteneni” birlikte aktarmak istiyorum... Bu detaya geçmeden de bir soruyu eklemem gerekli; bu “çatışma-çarpışma ilanı” tek başına yapılmış bireysel bir çıkış mı yoksa arkasında bir “grup iradesi” var mı? Gelelim cümle cümle “yazılan-gizlenen” analizine... 1. Yazılan: “Türkiye’nin Tahrir’i neresi olacak”! Bu cümlenin altında gizlenen: Türkiye’de de Mısır gibi yıllar süren-sürecek bir diktatoryal yapı var ve insanlarımız buna karşı meydanları doldurmalı! 2. Yazılan: “Beyaz Türkler ekonominin hala en büyük taşıyıcı gücü olmaya devam ediyor. Günü modasına ayak uyduran muhafazakar bir orta sınıf gelişiyor ama hala en büyük tüketici Beyaz Türkler”! Bu cümlenin altında gizlenen: Siz iktidar olduğunuzu sanabilirsiniz ama bu ülkede en büyük rantı almaya hala “bizim gibiler” devam ediyor. Ülkeyi yönetseniz bile “ekonomik-finansal dinamiklere” hakim değilsiniz. Hala para “bizde” ve bizde olmaya da devam edecek. 3. Yazılan: “İlk büyük tepkiler imam hatip okullarında başlayacak. Tepkinin ilk Tahrir Meydanı oraları olacak. Oralardan binlerce Ahmet Hakan mezun olacak”. Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ifadeyi yukarıdaki ile birlikte okumak gerekli; siz ne kadar düzgün bir şekilde insanları eğitirseniz eğitin, “para hala bizde olduğu için” eldeki maddi imkanlarla biz onları rahat bırakmayacağız, paranın ve dünya nimetlerinin gücüyle yeni “Ahmet Hakan”lar devşireceğiz ve size karşı onları ortalığa salacağız. Öyle bir “kaos yaratacağız ki”; inançlı insanları meydanlara dökmeyi deneyeceğiz! 4. Yazılan: “Dindar nesil yetiştiremeyenler, ne yazık ki, azınlık da olsalar, iki tarafta da kindar bir nesil yetiştirmeyi başaracaklar”. Onların yaratığı bu sorunu ne yazık ki gelecek nesiller yüklenecek”. Bu cümlenin altında gizlenen: Sizden öyle bir “intikam alacağız”, size öyle şeyler yapacağız ki; çocuklarınızdan bile hesap soracağız! 5. Yazılan: “Muhafazakarlar kendilerini artık bu ülkenin muktedir çoğunluğu ilan ettiler, ama medyada sanatta, ekonomide hala çoğunluk olamadılar”... Bu cümlenin altında gizlenen: Ekonomi başta olmak üzere her alan hala bizim kontrolümüzde. Medyada “411 el kaos’a kalktı” dinamiği ve zihniyeti hala dimdik ayakta ve gününü bekliyor! 6. Yazılan: “Başkalarının ak’ı varsa, onların da beyaz’ı var”... Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ülkede “AK Parti’ye oy veren” yüzde 50’lerin üstündeki halk bizim için “başkalarıdır” ve biz Beyaz Türkler için öyle kalmaya devam edecektir! 7. Yazılan: “Ey baskıcı, empoze edici, zorlayıcı yeni devlet...Çekil aradan”! Bu cümlenin altında gizlenen: Bu ülkede “baskıcı, zorba, diktatör” dinamiklerin hakim olduğu yeni bir devlet anlayışı oluşmaktadır. Buna karşı duralım, meydanları dolduralım ve sesimizi yükseltelim! Sevgili dostlar, Türk Halkını “411 el kaos’a kalktı” zihniyeti çizgisinde “gizlenen mesajlar” ile isyan bayrağı açmaya davet eden bu yazıyı yazan arkadaşa ve “onlara” soruyorum; bu halk size 30 yılda 1,5 trilyon dolar faiz ödedi! Şimdi bu yükten kurtuldu ve kendi geleceğini kendi kaderini çiziyor. Bu noktada ne yapsın, yine “Sizlerin” yani “faiz-medya-darbe” üçgeninde kanını emdiğiniz eski günlerine mi dönsün! Utanın biraz be! Utanın da susun! Sonuç: “Ekonominin kontrolü hala bizde” cümlesi bile Türk Halkının nasıl bir ekonomik “prangadan” kurtulmaya başladığının ve bu pranganın sahiplerinin nasıl panik olduklarının göstergesi! Türkiye, “411 el kaos’a kalktı” gibi medya algılaması ile yaratılan prangalar başta olmak üzere “siyasi-ekonomik-zorlamaya dayanan” bütün “sınırlarını” kıracak ve meydanları “özgürlüğünü” kutlamak için dolduracak... Son söz: Bu “çatışma ilanı” bireysel bir atılım mı yoksa arkasında “grup iradesi” var mı tekrar soruyorum... Ve cevap bekliyorum...

Reşat Nuri Erol
06.06.2012
23:35

Levent Gültekin

Bu telaşın ve bu yaygaranın altında ne yatıyor? Hükümetin Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) ve yasadışı elde edilmiş ses ile görüntü kayıtlarının yayınlanmasına dönük başlattığı düzenlemeler medyada bazı arkadaşları bir hayli gerdi. Hükümet ‘çetelerle etkin mücadele’ niyetiyle kurduğu ÖYM’lerin zaman içerisinde aldığı akıl almaz ‘şekilden’ ve kendisine verdiği zarardan fena halde rahatsız. Kabul etmek lazım ki ÖYM’ler artık adalet değil, sorun üretiyor. ÖYM’ler el attıkları her problemden bir kahraman ya da mazlum çıkarıyor. Bana göre bu yeni bir durum da değil, kuruldukları günden beri böyleler. Onlarca haksızlık var. 35 yaşında bir teğmeni ‘sehven’ 35 ay hapiste tutmak bunlardan sadece biri. Bu meselenin bir yönü. Bir diğer yönü de röntgenciliğin bir mesleğe, bir hesaplaşma metoduna, bir silaha dönüşmesi. Elinde gücü olanlar istedikleri insanları dinliyor, izliyor özel veyahut mahrem olduğuna ve doğuracağı sonuca bakmadan ellerindeki kayıtları yayınlayabiliyorlar. MHP kasetleri ile kaç insanın hayatı karartıldı, hepimiz biliyoruz. İşte bu tür kasetlerin yayınının yasaklanması da gündemde. Bu pespayeliğe getirilen yasak Zaman grubunda ve cemaate mensup bir grup arasında büyük bir infiale neden oldu. Akıl almaz bir şekilde bunun serbest olmasını savunuyorlar. Cemaate mensup bir grup halim-selim, dindar, hoşgörü abidesi arkadaşın gayri yasal yolla kaydedilen ses kasetlerinin yayınlanmasını açıktan savunduklarını görünce küçük dilimi yutacak gibi oluyorum. Bu insanlıktan, ahlaktan uzak yöntemi öyle pervasız bir tutumla savunuyorlar ki "Bunlar yıllardır Hz Muhammed sanarak başka birinin ahlak anlayışını öğrendiler" sanırsınız. Hukuksuz yöntemlerle elde edilen verilerden nasıl bir sonuç bekliyorlar doğrusu onu da anlamıyorum. Bir ‘hesaplaşma’ yapılırken hukuka, adalete, ahlaka, vicdana uymayan yöntemlerin serbestiyeti için bu kadar pervasızca çaba göstermelerindeki motivasyon ne? Çok tuhaf. Ahlaksız ses kayıtları yasaklanırsa darbeciler geri dönermiş. Adalet, ahlak, seviye, samimiyet, vicdan, delikanlılık olmayacaksa, bırakın geri dönsünler! Ne fark eder ki? Ha onlar ha siz! AK Parti’nin ÖYM’leri niçin gözden çıkardığını bir türlü anlamıyorlar. Diğer tarafta kendilerinin oluşturduğu hayal kırıklığından ise hiç bahsetmiyorlar. Bu değişikliğe karşı yapılan uyarıların, telaşın, kampanyanın arkasında her ne kadar ‘darbe korkusu’ var gibi gözükse de kabul etmek gerekiyor ki asıl gerekçe bu arkadaşların yargı da elde ettikleri kazanımların kaybedilmesinden korkmaları. Son birkaç yıldır Zaman grubu yargının medyadaki avukatı pozisyonunda. Yargıya gelen her eleştiri onlar tarafından göğüsleniyor. Bunca ‘hata’ya rağmen açıktan bir sahiplenme var. Ve biz tüm bu çabalardan anlıyoruz ki asıl amaç yargıda elde edilen mesafenin korunması. Halbuki yargı bir yanlış yaptığında o yanlışa dikkat çekip eleştirselerdi hem yargıyı o hatalardan kurtaracak, hem ‘çetelerle mücadeleye’ olan güven kaybının da önüne geçecek hem de bir camiayı töhmet altında bırakmayacaklardı. İstiyorlar ki kendi çevrelerinden savcıların-hakimlerin işledikleri her hukuk cinayetinin arkasında duralım. Niçin? “Çünkü bu arkadaşlar dindar, Müslüman, ne yaptıklarına da biliyorlar.” Fakat ne yazık ki günümüz dindarlığının insanlara bir vicdan, bir adalet duygusu, bir ahlak kazandırmadığının artık herkes farkında. Eskiden askerin yaptıklarının benzerini şimdi yargı yapıyor. Görünen o ki Türkiye’nin yeni ‘derin devlet’i yargı öncülüğünde oluşuyor. Eskiden ‘Kemalistlerin elindeydi ‘derin devlet’ şimdi ‘dindarların’ elinde olacak. Bu ‘yeni derin devlet’ hükümeti tehdit ediyor, istediği belediye başkanını içeri tıkıyor, istediği operasyonu yapıp istediği akademisyenin, gazetecinin adını şaibeli işlere bulaştırıyor. Yaptığı operasyonlarla halkın birliğine, sevincine, kardeşliğine halel getirmekten de kaçınmıyor. Kurdukları yapıya tehdit olarak gördükleri insanları sebepsiz şekilde hapse atıyor, hiçbir hassasiyet gözetmeden, genelkurmay başkanlığı yapmış birine terörist diyebiliyor. Sonra da bizden ‘düzgün insanlardan’ oluşan ‘yeni yapı’ya güvenmemizi bekliyorlar. Asıl ilginç olansa yukarıda andığım çabalarında ittifak ettikleri isimler. Mesela başlattıkları ‘yasa değişmesin’ kampanyasında yıllardır beraber yürüdükleri Fehmi Koru’nun bu konudaki hassasiyetlerini, uyarılarını değil, ahlaki tutumu her zaman tartışma konusu olmuş Nazlı Ilıcak’ın desteğini önemseyip yazılarını veri kabul edip elden ele dolaştırıyorlar. ‘Dindar’ savcılar için ‘dindar’ yazarlarla değil, liberal yazarlarla ittifak yapıyorlar Nazlı Ilıcak’ın fark ettiği o ‘değeri’, ‘adalet duygusunu’ nasıl oluyorsa Fehmi Koru fark edemiyor ve gerekli kıymeti veremiyor? Size de ilginç gelmiyor mu? Buradaki tuhaflıktan bile rahatsız olmuyorlar. Peki niçin bu savcı ve hakim arkadaşların adalet anlayışından toplumun büyük kesimleri tedirgin ve güvensiz? Burada durup düşünmek gerekmiyor mu? Niçin yıllardır yol arkadaşlığı yaptığınız insanlar bu konuda sizden farklı tutum alıyorlar? Toplum tarafından niçin ‘emin’ sıfatına layık görülmediklerine kafa yoracaklarına, kazanımları kurtarma çabasındalar. Derin devletin tam da bu gazetecilerin işaret ettiği türden insanların eline geçmesi halinde geçmiştekinden daha adil, daha vicdani, daha vatanperver, daha samimi, daha yerli olacaklarına dair içinde umut besleyen var mı? Varsa beni de ikna etmelerini isteyeceğim onlardan.

twitter.com/acikcenk

Reşat Nuri Erol
08.06.2012
07:08

Ahmet Kurucan Hindistan'da üç gün Yeni Delhi demem daha uygun olur. Zira kısa zamanda gezebildiğimiz, görebildiğimiz tek yer Yeni Delhi'ydi. Gece saat 3 gibi havalimanındaydık. Gecenin yarısı olduğu için pasaport kontrol ve valiz alım işlemleri çabuk biter ve gider istirahat ederiz düşüncesindeydim. Zira uzun ve yorucu bir yolculuk yapmıştık. Fakat kontrol mahalline geldiğimde şaşırdım. Görevliler tam kadro çalışmasına rağmen uzayıp giden ve hiç bitmeyen kuyruklarla karşılaştım. Arka arkasına gelen insanları da görünce şaşkınlığım iyice arttı. "Ne bekliyordun ki?" dedi bir arkadaşım. "1,2 milyar insan yaşıyor burada." Ne oldu, saatlerce mi beklediniz diyebilirsiniz. Hayır, bu da şaşkınlığım ikinci noktası. Tam aksine ne gümrükte ne de valiz alımında çok beklemedik. Bu da işlerin ne kadar hızlı yürüdüğünün göstergesi. Çocukluğundan beri tarihe meraklı iyi hem de çok iyi rehber eşliğinde gezdik Yeni Delhi'yi. O, Hindistan'ı, Hindistan da onu sevmiş. Biri yayınlanmış, diğeri de yayınlanmak için son rötuşlarını yaptığı iki kitabı var diyeyim, siz gerisini anlayın. Böylesi bir rehber yanınızda olunca Yeni Delhi, Bombay veya başka bir yerde olmanız fark etmiyor; Hindistan'ın tümü hakkında malumat ediyorsunuz; hem de en ince detaylarına kadar... Hindistan tarihi, ekonomisi, siyasi yapısı bir kenara ama dini ve kültürüyle, dinin ve kültürün hayata yansıyan şekilleriyle anlaşılması da, anlamlandırılması da çok zor bir ülke. Birkaç günlük, hatta birkaç aylık turistlik gezilerle Hindistan'ın anlaşılabileceği kanaatinde değilim. Söylediklerim mücerred kalmasın diye çoğunuza garip gelecek bir örnek sunayım: Hamilelik esnasında çocuğunuzun cinsiyetini öğrenmeniz yasak. Cezai müeyyidesi ağır. Sebep kız çocuğuna bakış açısı... Hamilelik esnasında çocuğun cinsiyeti öğrenilirse, kız çocuğunun doğmaması için her şey yapılıyormuş zira. Hatta şehirlerde nadir ama bazı köylerde doğum sonrası kız çocuklarını öldürenler de varmış hâlâ. İster kast sistemi ister tarihsel ve güncel süreç ne derseniz deyin, böyle bir toplumsal kabul var kadın hakkında. Yeri geldiği için ifade edelim: Hindistan'da dünürlük erkeğin kıza değil, kızın erkeğe talip olması şeklinde oluyor ve damat adayı ev, iş, araba vb. şeyleri evlilik kabulü için şartlar koşabiliyor. Kızının evde kalması da bir aile için namus meselesi olarak görülüyor. İnekler artık şehirde dolaşmıyor Kadın konusuna girmişken iki şey daha ilave edelim; nüfusun % 48'i kadın, % 52'si erkek. Tek eşlilik esas. "Sati" olarak bilinen dul kalan kadının kocasının cesedi ile birlikte, evliliğe sadakatin nişanesi olarak diri diri yakılması türü gelenekler artık son bulmuş durumda. Hindistan denince akla gelen ilk şey bizim yörelerde hiç şüphesiz Hinduizm ve ineklerin sereserpe her yerde gezmesi. Üç günlük YeniDelhi gezimizde sokakta serapa başıboş dolaşan bir tane inek görmedim. Yapılan şehir düzenlemesi ile tabii süreç içinde uzaklaştırılmış inekler şehir merkezinden. Bu arada yolunu şaşırıp gelen olursa da kutsallığı devam ediyor; kimse dokunmuyor. Rehberimiz, nüfusun % 80'inin Hindu olduğu Hindistan'da 360 milyon Tanrı olduğundan bahsetti. Bunu anlatırken kullandığı üslup da hiç akıldan çıkacak gibi değil. Birkaç saniyelik aralarla parmaklarını şıklattı ve "şu üç şıklatma anında üç tane Tanrı doğdu bu ülkede" dedi. Dinler tarihi alanına girip Hinduizm, Brahmanizm, Jainizm demeyeceğim ama Hinduzim'de Tanrı anlayışının çok farklı olduğunu yerinde müşahede edince anladım. İnsanlığa yardımı dokunan canlı-cansız her şeye Tanrı diyor bu anlayış ve kendi ritüellerine göre saygı gösteriyor ona; tapıyor da diyebilirsiniz. Mesela, asansöre, kalem-kâğıda hatta GPS denilen navigasyon cihazına Tanrı diyenler var. Birisi şaka yollu "Siz üç-beş kişiye iyilik yapın, size de Tanrı diye ilan edebilirler." dedi. Bu da gösteriyor ki İslam'daki Allah inancı ile bu anlayışın bir ilgisi yok. Kast müslümanlara da geçmiş Dini inanışlarında tek Tanrı'dan ziyade üç farklı esas var. "Samsara" dedikleri reenkarnasyon/yeniden doğuş, maddi-manevi yaptığımız her türlü faaliyetinin karşılığını er veya geç görme mânâsına gelen "karma" ve yüce hakikatlere götüren yol adını verdikleri "Dharma". Bununla beraber Brahma'yı sonsuz, yaratılmamış ve ölümsüz vasıfları ile nitelendirmelerinden dolayı tek Tanrı inancı ile irtibatlarının olduğunu söylemek mümkün. Kast sistemine gelince; 4 sınıf var. İlk sırada Brahmanlar yani din adamları; ikincisi gatriye yani askerler; üçüncü sırada 'vays'lar yani tüccarlar, bürokratlar ve nihayet en alt sırada köylüler, hizmetçiler, köleler. Her kast, seviyesine göre Tanrı'nın bir uzvundan yaratılmış. Brahmanlar başından, köleler de ayaklarından. Kastların kendi aralarında da bölünmeleri var. Kastlar arası geçiş ancak reenkarnasyonla mümkün. Bu dünyada iyi insan olur, o kastta üzerinize düşeni eksiksiz yerine getirirseniz bir sonraki gelişinizde bir üst kastta yaratılabilirsiniz. Acı bir durum; İslam'ın onca öğretisine rağmen bazı Müslümanlara da bu kast sistemi sirayet etmiş durumda. Onlar da sırasıyla Seyyid, Sıddık, Kureyşi, Khan ve Faruki diye bir sıralandırma yapmışlar. Örneği az dahi görülse "Ben Seyyidim." diye Sıddık ve daha aşağıdaki kastlarda yerini alan Müslümanlara namaz kıldırmayan insanların olduğunu söyleyeyim de siz işin uzanmış olduğu noktayı hayal etmeye çalışın. Cenazelerin yakılıp Ganj nehrine bırakılması, orta sınıf yokluğundan dolayı Afrika'da teneke barakalarda yaşayan zencileri aratmayan manzaralar, eskiden "ruh alın gözünden görür" felsefesi ile ibadet mekânlarında din adamları tarafından alınlara vurulan işaretler -ki şimdilerde süs olarak kullanılması daha yaygın-, anadan doğma çıplak dolaşan Jainist din adamları ve hiç şüphesiz Taç Mahal, Kutup Minar başta insanlık medeniyetine yaptıkları katkıları gösteren eserleri ile Hindistan mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Henüz gitmediyseniz mutlaka planınıza alın. Küçük bir tavsiye; iklim şartlarını mutlaka hesaba katın. "Dünyada her beş insandan biri Hindli" diyen rehberim der ki; "Şubat, mart ayları ideal." a.kurucan@zaman.com.tr 08 Haziran 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
08.06.2012
07:16

Yiğit BULUT

Kürtaj, sezaryen... Rahim ağzı kanseri?

yigitbulut@stargazete.com

Türk Devleti “kadınlarını” korumak için harekete geçti, bu detaydan rahatsız olanlar “detayları” dahi sorgulamadan ortalığı birbirine kattılar... Bu arkadaşlara şimdi yazacaklarıma da bir bakmalarını ve aslında kadınlarımızın nasıl bir bütün “tehdit” altında olduğunu sorgulamalarını öneriyorum... Şunu da asla unutmasınlar; anneleri de bir kadın! Sevgili dostlar, geriye dönün ve lütfen sorgulayın; Türkiye’de ünlü bazı kadınların “rahim ağzı kanserine” yakalandıklarını günlerce kamuoyu önünde anlatmaları ile “bu aşının” Türkiye’ye girmesi ve firmaların Sağlık Bakanlığı’nı “herkese yapalım” zorlamasına başlamaları sizce tesadüf mü! Değil! Son 30 yılda başta Amerika olmak üzere birçok ülkede sağlık konusunda gelişen trendlerin hiçbiri “plansız” değil! Ve işin en önemli detayı; SAĞLIK SEKTÖRÜNDE PARAYA dayanan sanal yapılanmaların neredeyse yüzde doksanı kadınlarımız üzerinde planlanıyor! Bu noktada sizlere Amerika’da dürüst bir uzman tarafından yazılan bazı satırları aktarmak istiyorum; “...bir kadının hayatındaki hormon kaybına bağlı olarak yaşanan doğal değişiminin pazarlanacak bir malzeme haline getirilmesinin geçmişi çok eskiye gitmez... 1960’lı yıllarda New York’lu ünlü kadın doğum uzmanı Robert Wilson “sonsuza kadar kadın” çalışmasını yayınladı... Çalışmanın özü çok açıktı; menopoz hormon eksikliğine dayanan bir gelişmedir ve tamamen tedavi edilebilir... Bunun anlamı şuydu; her kadın gerekli katkıları alırsa hayat boyu kadın olarak kalacaktır...” Sevgili dostlar, yukarıda adı geçen çalışma “kadınlara yönelik” hormon pazarlamasının başlatılması için aranan “temeli oluşturma” yolunda tamamen profesyonelce düşünüldü ve fikir tabanı sağlandıktan sonra yıllar süren “satış-pazarlama” dinamikleri hayata geçti. Yıl 2012 ve hala tam olarak “bilimsel anlamda” kanıtlanmamasına ve en önemlisi onca bilinen yan etkisine rağmen kadınlarımıza hormon pazarlaması devam ediyor... Bu ilaçları alan birçok kadın, hiçbir başka hastalıkları olmamasına rağmen yan etkileri sonucu hayatlarını dahi kaybedebiliyorlar... Sonuç: Hormon ilaçları, devletlerin firmalar tarafından “her genç kıza yapmalıyız” diye zorlandığı birkaç dozdan oluşan rahim ağzı kanseri aşıları ve sezaryenden kürtaja daha birçok “tıbbi araç” kandırarak, aklına girerek kadınlarımıza pazarlanıyor, zorlanıyor ve emin olun dünyanın kendini güçlü sana birçok devleti uyuyor! Bu noktada Türk Devletinin attığı “kadınlarına sahip çık” adımı çok çok önemli ve sezaryen-kürtaj çizgisinde kalmayarak hormon ilaçlarından-lüzumsuz aşılara kadar uzanmalı, uzatılmalı! KADINLARIMIZ her şeyden önce ANNELERİMİZ! GELECEĞİMİZ! Onlara sahip çıkmalı ve sonuna kadar da hangi lobi ile savaşmak gerekirse gereksin üstüne gitmeliyiz! Suriye ile ilgili bir detay! Bu yazıyı yazdığım saatlerde Suriye ile ilgili “algılama-tepki” dinamikleri zirveye taşınıyor ve BM başta olmak üzere “Batı Dünyasına dair” kurumların tepkisi artıyor... Sevgili dostlar, haklı-haksız oldukları hatta geçmişten kalan ödenmesi gereken bakiyelerinin kaldığı noktalar olmakla birlikte bu yazıda vurgu yapmak istediğim başka bir detay, aslında bu bir soru! Hepimizin sorması ve sorgulaması gereken bir “durum”! Sizi çok bekletmeden hemen sormak istiyorum; bildiğiniz gibi Türkiye, bölgenin “enerji koridoru-çıkış noktası” olma yolunda ilerliyor ve birçok gaz-petrol boru hattı aynı anda planlanıyor. Bu hatların bazı bölümleri Türkiye’de birkaç “çıkış” bırakarak transit geçerken, bazı bölümleri de Akdeniz’e inecek, inmek zorunda... Şimdi sıkı durun; Suriye işgal edilir ve Batılı güçlerin hakim olduğu bir “dinamik altında” farklı bir model ortaya çıkarsa, Türkiye’den denize çıkacak boruların “ucu” sizce nereden denize iner? Lütfen haritayı önünüze alın ve çok ama çok iyi düşünün! Suriye’nin “laissez faire-laissez passer” konumuna geldiği bir ortamda “borular” hangi ülkeye sorunsuz KAVUŞUR! Sorgulayın-Düşünün kaldığımız yerden devam edeceğiz! Sonuç: Gaz ve petrol boru hatları Suriye’yi de geçse aşağıdan bir yerden denize kavuşsa ne güzel olur değil mi!! Sorgulayın, devam edeceğiz!!

Reşat Nuri Erol
09.06.2012
05:09

Hüseyin Hatemi hhatemi@yenisafak.com.tr

09 Haziran 2012 Cumartesi

Dönüş düşünceleri

İran'a karşı bütün Şerîrler İttifakı'na rağmen, İran'da gözle görülür bir ilerleme var. 4 Haziran Pazartesi günü Kâşân'da kısa bir 'tevakkuf'dan sonra Isfahan'a vardık. Onyedinci yüzyılda burada başlayan 'Rönesans'ın; o devrin 'El-Kaaide' ve 'Taliban'ı kışkırtılarak yine burada kan ve ateşle bertaraf edildiği yer. Isfahanlılar'ın 'Isfahan, nısf-i cihan' dedikleri yer. Maalesef bu güzel şehirde de ancak 5 Haziran öğle saatlerine kadar kalacaktık. Yol arkadaşlarımızdan öğretim üyesi Mustafa Can Bey'in bir ara söylediği gibi, Isfahan'dan ayrılışımız 'Göreme'ye gidip göremeden dönme'ye benzedi. Ne var ki, bu güzel şehirden, tanık olduğu Rönesans'ın manevi mimarı olan İmam Aliyyur-Rızâ'nın ziyaretine gitmek üzere ayrılıyorduk. O akşam Meşhed'e vardık ve geç saatlerde 'Asitân-i Kuds-i Rezevî'yi tekrar tekrar ziyaret nasib oldu. Etesi gece de veda'dan sonra aktarmalı uçak yolculuğuyla önce Tehran, ardından öğleye doğru nice Rönesans ümitlerinin boğulduğu İstanbul'a vâsıl olduk. Maalesef yorgan kavgası sürdürülüyordu. Isfahan, Kum ve Meşhed ziyaretinden önce, Diyarbakır, Karabük ve Safranbolu, Tokat ve Kars'daki birer günlük kalışlarımda memnuniyetle izlediğim ilerlemeleri de durdurmak için, 'hayırlarda yarışma'yı başlamadan önlemek için, 'hayırlarda yarışma' yerine biribirinin arabasına son hızla toslatma ve böylece her iki yarışçıdan da kurtulma tasarıları hâlâ gündemde. Yine hâlâ bunu söyleyenler 'komplo kuramcısı' olmakla itham ediliyor. 'Ergenekon' ve 'Balyoz' gibi tasarımların tutmadığı görülünce, 'Çaldıran' tasarımı gündeme sokulmak isteniyor ki Onaltıncı yüzyıldaki 'arabaya toslama ve karşılıklı zarar görme' olayı büsbütün şeametli bir şekilde tekrar gerçekleşsin. Saddam'a toslama görevi verildi ve sonra bertaraf edildi. Taliban ve Kaaideciler'e toslama görevi verildi ve onların da ne hale geldiklerini görüyoruz. Kahire'den, Tahrir Meydanı'ndan başlayan 'Arap uyanışı' ümidinin de nasıl 'kürtaj' edildiğini görüyor muyuz acabâ? 'Toslama emirleri', 'yorgan kavgaları', 'yapay gündemler'le, İslam ülkelerindeki huzur havası ve gelişme ümitlerinin yerine tekrar biribirinin arabasına çılgınca toslamalar, kan davaları getirilmek isteniyor. Unutmayalım ki, toslama görevi verilenin önce arkası sıvazlanır, toslayıp kendisi de ağır zarara uğradıktan sonra 'bari arabamın tamir ve benim de tedavi masraflarımı karşıla!' diyenler de 'vay medeniyet düşmanı, insanlık suçlusu hırbo!' denerek Saddâm ve Usame bin Ladin gibi, gayet başarılı ve uygar yöntemlerle yok edilir. 2009'da Şam'da da huzur ve ilerlemeyi hissetmiştim. Şimdi Suriye'de 'toslama görevi'ni kabul edenler, etmeyenlere toslatılıyor ve toslayanın da Esed olduğu feryad ve figan, timsah gözyaşlarıyla dünya kamuoyuna ilan ediliyor. Esed, yapılanların bir 'canavarlık' olduğunu söylüyor, kimi itham ettiği ustalıkla haber metninden budandığı için, toslama görevi verilmek istenenler de 'vay canavar! Bir de öğünüyor!' dolduruşuna getiriliyor. Malikî'ye karşı da yine benzer toslama görevleri var. Görev gönüllüleri akıllarını başlarına toplamadıkça, bu toslamadan sadece arabalarının enkaz olması ve yara ve bereyle kurtulmuş olsalar, tazminat ve ücret talebinden de kurdun akibetinden ibret alan tilki misâli vaz geçseler bile, akıbetleri; betaraf edilmektir, çünkü toslama görevi verenler, bu görevin ifşa edilmesini asla istemezler. Niye istemezler? Çünkü yeni toslama görevleri için gönüllü bulmakta güçlük çekeceklerini düşünürler ve 'Garp cephesinde de Grass gibi, yeni şeyler' olmasını istemezler. Her toslama olayından sonra timsah gözyaşı dökerek 'bu müslümanları bir türlü insanlaştıramıyoruz ki, bunlar kurt kanununa göre, düşen kurdu paralayan mahluklar' diyebilmek için, maşa olarak kullandıklarını imha ederler. Toslama gönüllülerini uyarıyorum: Men dakka dukka! Sonra 'boynuz umduk, kulaktan ayrıldık' demesinler! 'Batı uygarlığının beşiği Yunanistan'a dahi acımayan Toslatım görevleri planlama Dairesi, ileride sana niye acısın ki? Diğer yandan, bir gerçek uyanışa muhtaç olduğumuz da apaçık! Maalesef toslama görevleri sadece uluslararası düzeyde değil, ülke içinde de veriliyor. Türk, çerkes, kürt, ermeni, arap halkları arasında karşılıklı toslama görevleri var. Başbakan bunlardan birisin önlemek için sadece kürtlere hitab ederek 'din birliği'nden bahsedince bu kez de 'vay, demek müslüman olmayanlar Türk değil ha?' kıyameti kopartıldı. Ülkemizde Başbakanlık kolay iş değil! Bu cümleden sonrasını yazmakta zorlanıyorum. Halkın dilinden kurtulmak da imkansız! İsteyen yandaş, isteyen gerici, isteyen Şi'i desin: Hakk'ın siyasetinden, Ahlâk'ın siyasetinden ayrılmasın! Hiçbir menfaat Hakkın bedeli olamaz.

Reşat Nuri Erol
09.06.2012
05:18

Ayşe Böhürler abohurler@yenisafak.com.tr

09 Haziran 2012 Cumartesi

"Darbeleri Araştırma Komisyonu"nun başında iyi ki bir kadın var!

Süleyman Demirel, Darbeleri Araştırma Komisyonu ile yaptığı görüşmede niye 52 yıldır siyaset arenasında olduğunun ipuçlarına ilişkin idrakimiz artırdı. Yine kişisel tarihine geçebilecek esaslı bir sözle başlamış konuşmalarına: "Dün dündür, bugün bugündür demeyeceğim. Ancak dünkü güneş ile bugünkü çamaşırları kurutamazsınız." Bu sözü duyup gülümsememek mümkün değil. Bir Bilen sözüne atfen "ben bilebildiğim kadarını biliyorum. 52 yılda ilim yapmadım siyaset yaptım, siyasi sorular sorun" diyor. Komisyon başkanı Nimet Baş'ın darbeler sonrası açılan Tübitak, DPT gibi kurumlara ilişkin sorularına ise "darbecilerin yardımcıları ve heveslileri vardır bunlar da siyasal bilgiler fakültesi içindedir" şeklinde cevap veriyor. Demirel sorulara dersini çok iyi çalışmış bir siyasetçi titizliği ile cevap vermiş, kendince belgeler çıkarmış. 28 Şubat'ın darbe olduğunu ise asla kabul etmemiş. Benim 28 Şubat'a dair en çok önemsediğim söz ise başörtülülerin mağduriyetine ilişkin sözleri oldu. O dönemde yaptığı "Başörtülüler Suudi Arabistan'a gitsin" açıklamasına ilişkin soruya ise yanlış anlaşıldığını söyleyerek cevap vermiş: "Benim sözlerim yanlış anlaşıldı. Türkiye'de hukuken başörtülü okumak yasak. Kanun vardı, anayasa mahkemesi kararı vardı. Başörtülü kızlar da kendilerince formüller üretmişlerdi. Başlarına peruk takıyorlardı. Ben de böyle zorlanacaklarına okumak istiyorlarsa 'Suudi Arabistan'a ya da Avusturya gitsinler' dedim". Bunu okurken insanın aklına bir sürü soru geliyor. Allah'tan bu komisyonun başkanı Nimet Baş, insan hakları konusunda hassasiyeti olan bir kadın ve bu cevaba sessiz kalmıyor: "Komisyonun tek kadın üyesi ve uzun sure başörtülülerin haklarını savunmuş birisi olarak sözlerinize bir yorum getirmek istiyorum. Özal'ın döneminde de aynı kanunlar vardı ama bir sorun yoktu, şimdi de sorun yok. Kanunlar bunu uygulayanların niyetlerine göre de yorumlanabilir. Siz bir Cumhurbaşkanı olarak 'ben sorunu çözmek için ne yapabilirim?' diye sormadınız. Bu ülkenin kız çocuklarının eğitim haklarını almalarından yana demokratik bir tutum alabilirdiniz, almadınız. Kanun böyle ama 'gönlüm onların okula gitmesini istiyor' diyebilirdiniz. Bunu demediğiniz gibi paternalist bir tutum takındınız. 'Suudi Arabistan'a gitsinler' dediniz. Bu paternalist bir yaklaşımı, kendini otoriter bir baba gibi gören bir anlayışı ortaya koyuyor. Başörtülü kızlara, çözüm bulmak bir yana, üzüldüğünüzü dahi söylemediniz. Otoriter bir baba gibi 'işinize gelmiyorsa kapı dışarı' dediniz". Demirel tam da bunu yaptı. Karşımıza hangi belgeyi çıkarırsa çıkarsın, bu gerçek hiç değişmeyecek. Bu cevaptaki Avusturya meselesi o zaman haberlere yansımış mıydı, hatırlamıyorum. Ancak bu sözün bu ülkenin başörtülü kadınlarını ne kadar derinden üzdüğünü ve etkilediğini çok iyi biliyorum. Demirel'in bu sözü hala savunması, fikrini hiç değiştirmediğini ortaya koyuyor. 2010 yılında YÖK'ün üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmayı amaçlayan çalışmalarına ilişkin yorumlarında da bu uygulamanın Türkiye'yi kaosa sürükleyeceğini iddia etmişti. 1928 doğumlu Demirel cephesinde bir değişim beklemek de pek anlamlı değil galiba. Komisyon başkanı Nimet Baş'ın sözlerinde vurguladığı paternalist devlet anlayışının sadece başörtüsü değil, tüm alanlarda izlerinin silinmesi uzun zaman alacağa benziyor. Zor Seçim Allah kimseyi zor seçimlerde bırakmasın. Ancak hepimiz insanız ve "kınadıklarınızı yaşamadan ölmezsiniz" hadisinde anlatıldığı gibi hayatın içinde kendimizde olmasa d,a çocuklarımız için mutlaka zor seçimler ile karşı karşıya geleceğiz. Çünkü dünya bir imtihan yeri ve hiç bir şey bizim planlarımız çerçevesinde gitmiyor. Kürtaj kararı da bu zor seçimlerden birisidir. "Bedenimiz bizimdir" diyen için de, "bedenim benim değildir" diyen için de... Bu meseleye ilişkin büyük konuşmalar kabilinden yapılan açıklamaları söz konusu dahi etmiyorum. Büyük lokma ye, büyük konuşma sözünün hayata dair önemli bir derinliği olduğuna inanırım. Ancak bu meselenin bu camia arasında "yaşama hakkı" sloganı ile tartışılmaya başlamasının çok yakından bildiğim hikayesini anlatmak istiyorum. Bu kesimin bu konuya ilgisi 1997'de ki Habitat için Türkiye'ye gelen Katolik dernekleri ve Mormonlar gibi gurupların kürtaja karşı kampanyaları ile başladı. Aralarında çok sayıda sağlık çalışanı olan Hayat Vakfı kadınları bu kampanyaya öncülük etti. Katolik derneklerinden videolar, metinler alındı. Kadın sağlıkçılar bu çerçevede bilimsel veriler, tıp alanındaki yeni keşifleri de dikkate alarak inançlarımızı da yansıtan bir bilgilendirme kampanyası yaptılar. Bu mesele 2000'li yıllarda aramızda çokça tartışıldı ve bitti. Hayreddin Karaman gibi din âlimlerinden tıp biliminin son bulguları sunularak fikirler alındı. Amaçları, gelişen tıp bilimi çerçevesinde yapılan tespitlerle anne karnındaki ceninin de insan vasfını kazanmasa da, bir canlı olduğu, çok erken zamanlarda bile hissettiğini anlatmak ve yaşama hakkının korunması konusunda bilinç yükseltmesi sağlamaktı. Doğum kontrolünün önemini anlatmak, kürtajın bir doğum kontrolü gibi kullanılmasının önüne geçmekti. Birçoğu kadın sağlıkçı olduğu için kürtajın yasaklanmasının sonuçlarını çok iyi biliyorlardı. Son iki haftadır yapılan tartışmalarda çok rahatsız olduklarını gözlemliyorum. Ancak hiç bir zaman "kürtaj cinayettir", "kürtaj yasaklansın" demediklerini söylüyorlar. Bu konuya ilişkin Kur'an ve sünnette bir hüküm yok. limlerin fetvaları var. Ancak onların fetva verdikleri dönemin tıbbi bilgileri ve koşulları düşünüldüğünde, o fetvaların bugüne referans olup olmayacağı konusu ayrı bir tartışma konusunu oluşturuyor. Kuran'ın onlarca ayetle haram kıldığı konularda sesini çıkaramayan erkeklerin kadınlar söz konusu olduğunda yükselen sesleri de ayrıca dikkat çekici. Kısaca muhafazakâr kadınlar asla "bedenimiz bizimdir" demediler ve demeyecekler de. Feminizmin Hıristiyan inancının kadın algısına karşı başlattıkları özgürlük mücadelesine özgü bu sloganı elbette kullanamazlar. Bu onların inançlarına da, değerlerine de aykırı. Ancak kürtaj meselesindeki erkek dilinin hoyratlığı, cahilliği, tartışmalarının kapasitesini görmek, 2000'lerin başlarında dindar kadınların tartışıp idrak etiği meseledeki yeni uyanış ve idrakleri bu kesimin erkek zihniyetinin mıhlanmışlığı konusunda bir hayal kırıklığı ortaya çıkarıyor.





Sayı: 155 | Tarih: 3.06.2012
Ahmet Hakan
İslam’da kürtaj
Kürtaj cinayettir
3845 Okunma
60 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Yusuf Kaplan
Yeni dünya dini:"Bizantinizim"veTürkiye'nin zor r
Zokayı yutan 3 aktör kim?
1319 Okunma
Ali Bülent Dilek
Ahmet Altan
Kadın Düşmanlığı
Yorum Yok
1253 Okunma
Vahap Alma
Mahir Kaynak
Bu hafta yazısı yok.
HÜSNÜ MÜBAREK
1205 Okunma
8 Yorum
Süleyman Karagülle
Mehmet Şevket Eygi
Zina, Kürtaj, Fuhşiyat...
Yorumsuz
1175 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Ruşen Çakır
Tasma, pranga ve kelepçe
NİYET VE ÜSLUP
1153 Okunma
Tayibet Erzen


© 2024 - Akevler