Güçlü ordu, güçlü devlet
1076 Okunma, 0 Yorum
Toktamış Ateş - Bugün
Osman Eskicioğlu

19.09.2009

Bizim silahlı kuvvetler; her yıl 30 Ağustos yakınlarında bir slogan ortaya atar. Benim bu sloganlara şahsen hiçbir itirazım olmaz. Çoğunun altına memnuniyetle imzamı atarım.

Fakat sanıyorum bir kez; "Emre itaat namusumuzdur" gibisinden saçma bir slogan üretmişlerdi ve buna karşı çıkmıştım. Eğer emir "yanlışsa" ne olacak?

Neyse bu yıllarca önceydi. Bu sene güzel bir sloganla kışlalarını ve ilan tahtalarını süslediler: "Güçlü Ordu, Güçlü Devlet..."

Bizim kadrolu (!) Cumhuriyet düşmanlarından bazıları bu güzel slogana karşı çıkmakta gecikmediler. Böyle bir yaklaşımın orduya devlet arasında bir "yaklaşım" doğurduğunu falan ileri sürenler oldu. Oysaki bu slogan, doğru bir slogandı ve bu duyguyu yıllarca önce okuduğum bir yazıyla yakalamıştım.

 x x x

İsviçre, Avrupa'nın göbeğinde; toprak büyüklüğü ve nüfus açısından orta büyüklükte bir devlettir. Çok ilginç bir tarihi vardır ama bu konuda bir şeyler yazmaya niyetim yok. Fakat şu kadarının vurgulanması gerekir ki; bu ilginç tarihsel gelişme sonrasında İsviçre üç resmi dili ve bir de bölgesel diyalekti olan ilginç bir ülke olarak 19. yüzyıldan sonra tarihteki yerini almış.

İsviçre'nin resmi dilleri; Fransızca, Almanca ve ufak bir bölge açısından İtalyanca'dır. Ve böyle üç dilli bir devlet olarak; dengeli bir cumhuriyet biçiminde yaşamını sürdürür. Belirli açılardan Avrupa'nın en zengin ülkesidir.

İsviçre; Avrupa'nın belki de dünyanın "para kasası"dır. Dünyanın zenginliklerinin önemli bir bölümü mevduat olarak İsviçre bankalarında yatarken diğer bazı servetler de çok güvenli olduğu iddia edilen banka kasalarında saklanır.

İsviçre özellikle 20. yüzyıldaki tutum ve politikalarıyla "tarafsız" ve "objektif" bir ülke görüntüsü sergilemiştir. Geçtiğimiz yüzyılın başında Türkiye'nin barış anlaşması müzakerelerinin ve anlaşmanın imzalanmasının İsviçre'nin Lozan kentinde gerçekleşmesi elbette nedensiz değildi. Aynı biçimde Lozan'da, belli nedenlerle kabul ettiğimiz "Boğazlar statüsünün" değişimi için çağırdığımız ülkeleri Montrö'de toplamamızın nedeni vardı. Düşünün ki tüm tarihimiz boyunca kapalı olan ve denetimimizde geçişlere izin verilen İstanbul ve Çanakkale boğazlarını " açık statüye" getirmiş ve bunun denetiminin uluslararası bir komisyon tarafından gerçekleştirilmesine rıza göstermek zorunda kalmıştık.

2. Dünya Savaşı sonlarında ABD, Hiroşima ve Nagazaki'ye nükleer bomba attığı zaman Japon hükümetinin İsviçre'ye başvurması ve teslim koşulları için aracılığını istemesi de İsviçre'nin verdiği tarafsızlık imajını gösteren bir başka ilginç örnektir.

Fakat aynı İsviçre'nin Ermeni soykırım iddialarına körü körüne inanması ve pek uygulama olanağı olmasa bile "Ermeni soykırımı yoktur" diyenleri mahkûm edecek bir yasa çıkartması ne on yıllarca uyguladığı, tarafsız ve mantıklı politikalarla bağdaşabilir ne de insan haklarıyla. Bizim ünlü "Lozan heyeti" pek çok açılardan ters düştüğüm isimleri kapsıyor olsa bile yaptıkları eylemin çok haklı ve doğru bir eylem olduğunu düşünüyorum.

Fakat bugünkü konum, bunlarda değil. Konuya bir yanından yaklaşınca daktilomun tuşları başını alıp gidiyor...

Bugün değinmek istediğim konu İsviçre örneğinden yola çıkarak "Güçlü Ordu, Güçlü Devlet" sloganının gerçekliğini bu örnek çerçevesinde ortaya koymak.

 x x x

İsviçre'nin Avrupa'nın para kasası olduğu varsayımından hareketle dünya üzerindeki güçlü devletlerin bu tarafsızlığa dokunmak istemedikleri düşünülür. Gerçekten 1. Dünya Savaşı, Avrupa'nın önemli bölgelerine yayılmakla birlikte İsviçre'ye dokunmamıştır. Aynı biçimde 2. Dünya Savaşı'nda Hitler, Avrupa'nın hemen tümüne saldırmakla birlikte İsviçre'ye dokunmamıştır. Bunun nedenini pek çok başkaları gibi Nazi ileri gelenlerinin, İsviçre bankalarındaki paraları ve bu bankaların kasalarına yerleştirdikleri değerli mallar olduğunu düşünürdüm.

Gerçekten böyle yaygın bir kanaat vardır. Bu servetlere bekçilik etmenin İsviçre'ye bir "dokunulmazlık" kazandırdığı düşünülür. Oysaki gerçek hiç de öyle değilmiş.

x x x

Pek yakın olmasa da son zamanlarda yapılan bazı araştırmalarda Hitler'in İsviçre'de de gözü olduğunu fakat askeri olarak bunun hiç de kolay olmayacağını (hatta kimilerine göre, olanaksız olduğunu) hesaplayınca, bundan vazgeçtiğini okuyoruz.

Bunun bir nedeni İsviçre'nin coğrafi konumu imiş. Gerçekten son derece dağlık bir ülke olan İsviçre'nin dağları aşan yollarında Almanya'nın zırhlı birliklerinin (panzerler), pek etkisi olmayacağı gibi İsviçre ordusunun bu dağlardaki kimi geçitleri tutmasıyla yerlerinden kıpırdamamaları da olasıymış. Aynı nedenle hava kuvvetleri de etkisiz kalıyormuş.

Fakat bir diğer neden o günlerde (ve artarak bugünlerde) İsviçre'nin çok güçlü bir ordusunun varlığı imiş. Gerçekten o gün ve bugün çok etkin bir biçimde uygulanan "milis seferberliğiyle" İsviçre çok kısa bir zamanda çok güçlü bir orduyu savaşa sokabiliyormuş.

Ve ilginç bir nokta olarak; bugün, İsviçre Hava Kuvvetleri, Kıta Avrupa'sının en vurucu hava kuvvetleriymiş. Pilotlarının çoğu İsviçreli olmasa da... (Bu arada çok sayıda Türk savaş pilotu da İsviçre Hava Kuvvetleri'nde uçmaktaymışlar.)

Demek ki; güçlü ordu ve güçlü devlet birbirlerini tetikliyor...

GÜÇLÜ ORDU GÜÇLÜ DEVLET DEĞİL SADECE GÜÇLÜ DEVLET!

“Güçlü ordu güçlü devlet” denildiği zaman bizce bundan ordu güçlü olduğu zaman devlet de güçlü olur anlamı çıkar. Bu düşünce ve bu anlayış yine bize göre yanlıştır ve eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu gibi eskilere ait olan, modern ve çağdaşlıkla ilgisi bulunmayan düşünce ve fikirleri dolanımdan kaldırmak gerekir. Eskiler “teşbihte hata olmaz” (benzetmede yanlış yapılmaz) derlerdi. Biz de şimdi benzetmede bir sürç-i lisan ettikse af ola diyelim.

Benzetme dedik ya kol ile vücudu ordu ile devlete veya ordu ile devleti kol ile vücuda benzetebiliriz. Buna göre bu sloganı bu kelimelere aktardığımız zaman güçlü kol güçlü beden, anlaşılmaz mı? Bundan da kol güçlü olursa beden de güçlü olur, anlamı çıkmaz mı? Oysa güçlü beden güçlü kol sözü, daha doğru değil midir? Kol mu vücuda bağlı, yoksa vücut mu kola bağlıdır, diye sorduğumuz zaman sanıyorum bunun hakikati daha açık bir şekilde ortaya çıkar ve mesele daha iyi anlaşılır. Eğer siz, devleti ordudan ibaret görüyorsanız veya devlet eşittir ordu, diyorsanız, bizim buna bir diyeceğimiz yoktur.   Ancak bizim düşüncemiz asla böyle değildir. Ordu, kolluk veya güvenlik kuvvetleri ne derseniz deyin bu kurum, sadece korur, kollar ve bekçilik yapar. Yoksa bir fabrika gibi mal üretmez, üniversite gibi bilgi, siyasiler gibi politika üretmez; devleti yönetmeye kalkmaz ve dini hayatı yönlendirmeye çalışmaz. En önemlisi asker dediğin bekçi, halka ait olan giyim kuşam kılık ve kıyafet ile hiç mi, hiç uğraşmaz. Eğer bir ülkede ordu bunlarla meşgul ise, o ülkede henüz iş bölümü yapılamamış demektir. Yani o ülke, hala modernlikten uzak, orta çağı yaşayan, primitif ve ilkel bir ülke konumundadır.

Bugünkü ilim adamlarının, profesörlerin ve bilgi sahibiyim diyenlerin devleti tanıdıkları görüşünde değilim. Çünkü bu kişilerin bilgileri tam değil, eksiktir. Zira bilgilenmede, eğitim ve öğretimde bilgiler ayrıldı ve birbirinden bölündü. Sosyal bilimleri fen bilimlerinden, fen bilimlerini de sosyal bilimlerden ayırdılar, din ile bilimi de yine birbirinden kopardılar. Oysa birey-insan ve dolayısıyla toplum bir fizik ve metafizik bileşkesinden ibarettir. Bedeni ruhtan, ruhu da bedenden, bireyi toplumdan, toplumu bireyden, fizik ile metafiziği birbirinden ayırıp koparamazsınız. İşte ilimler özgürlüklerine kavuşup istiklallerini ilan edince ve birbirinden ayrılınca düşünce ve fikir hayatında da tam bir kopukluk meydana geldi ve artık insanlar da eşyayı ancak yüzdelerle bilir ve tanır hale geldiler. Yani bugün bu medeniyetin ve bu kültürün âlimleri, eşya hakkındaki bilgileri çeyrek veya % 40 olduğu için, eşyanın, devletin veya ordunun da ancak yüzde 20, 30 veya 40 nı bilip tanıyabilirler. Yüzde 20 veya 30 bilgi ile vücudun bütünü tanınamaz.

Evet, biz din ile bilimi, sosyal bilimlerle fen bilimlerini birleştirmeye çalıştığımız için ve düşünce hayatında da analoji metodunu takip ettiğimiz için gerçeklere yaklaştığımız hüsn-ü kuruntusundayız. Onun için de diyoruz ki, insan bünyesi veya devlet, fizikteki karışım değil, kimyadaki bileşimdir. Un helvası nasıl bir bileşim ise ve onun bileşenlerinin bir kuralı ve kanunu varsa toplum da öyledir. Bu bileşim matematik ile ifade edilecekse bu bir toplama işlemi değil, bir çarpım işlemidir. Buna göre her organın ve her uzvun işlevinde aynı zamanda fonksiyonel bir durumu vardır. O sebeple ordusu hasta olan devletin kendisi de hasta demektir. Fakat ordusu sağlam ve güçlü olan devletin kendisi de güçlü olamaz. Onun güçlü olması diğer organların durumuna bağlıdır.

Burada insan hayatında iki hal söz konusu olduğunu da söylemeliyim. Eşyanın tabiatına konmuş değişmez kanun ve kurallar vardır. İnsan sağlığı her zaman biteviye devam edip gitmez. O, bazen hasta olur.  Birey böyle olduğu gibi, bireylerden meydana gelen toplum da böyledir. Onun için toplum veya devlet hayatında hastalık-sağlık, normal ve anormal durum hep birbirini takip eder. Sağlıklı insanın hayatı ile hasta kişinin hayatı çok farklıdır. Normal devletin hareket ve davranışları da normal olur. Fakat hasta devletin davranışları da hasta olacağını hatırdan çıkarmamak gerekir. Bize göre milletin dinine, giyim kuşamına ve düşüncesine karışan ve bunlara yön vermeye kalkan devlet, mevlet, ordu mordu ne olursa olsun hasta olmuş ve onun için de böyle yapıyor demektir.

Bizim anlayışımıza göre devlet veya toplum dini, ilmi, içtimai, (idari-siyasi-askeri), iktisadi ve ailevi yönleri ve alanları bulunan vücut gibi organik bir uzviyettir. Onun için bize göre güçlü devlet, dini ve dini hayatı güçlü olan, bilimsel hayatı, sosyal ve ekonomik hayatı güçlü olan ve sağlam güçlü bir aileye dayanan devlet demektir. Bu alanlardan birisi zayıf veya hasta olursa o toplum ve devlet de zayıf ve hasta demektir.

Şu halde bizim anladığımız devlet, sadece din merkezli, ekonomi veya idare merkezli ya da asker ve ordu merkezli değildir. Belki bunların hepsinin bir toplamı olarak çok merkezli olup biri değerine tercih edilmediği gibi, bu alanların hiçbirisi daraltılıp genişletilemez.

İşte biz, bütün bu söylediklerimizden dolayı, hem Türkiye’ye ve hem de tüm dünya devletlerine şunu tavsiye ediyoruz. Batıda cereyan eden Rönesans, reform ve aydınlanma oluşumları devleti, aileyi dini ve ilmi, hatta ekonomiyi bulunduğu yerden ve bulunması lazım gelen yerden başka yerlere kaydırmıştır. Yani tek kelime ile söyleyecek olursak bozmuştur. Onun için devletin ve toplumun yeniden yapılanması gerekir. Bu kurumları yeniden yerli yerine oturttuğumuz zaman ve hele en büyük darbeyi yemiş olan dini elinden tutup yeniden kendi koltuğuna geçirdiğimizde, her kurum görevini tam yapar hale gelecektir. İşte bize göre güçlü devlet demek, dini, ilmi, içtimai (idari, siyasi, askeri) iktisadi ve ailevi kurumlarıyla hep birlikte güçlü olan ve bütün organlarıyla tam kapasite ile çalışan devlet demektir. Yoksa ordusu güçlü olan devlet güçlüdür bilgisi tarihin karanlıklarında kalmıştır.   

 

Osman Eskicioğlu






Sayı: 15 | Tarih: 20.09.2009
Hayrettin Karaman
İslam'da barış ve din hürriyeti
1548 Okunma
Hilmi Altın
Mehmet Niyazi
Devlet ve adalet
1479 Okunma
Abdurrahman Erol
Mehmet Şevket Eygi
Râbıta
1198 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Hakan Albayrak
Er-bakan ve açılım
1167 Okunma
Veysel İpekçi
Cengiz Çandar
Nusaybin'den Nisibis'e...
1103 Okunma
Ekrem Fildişi
Ahmet Taşgetiren
Dilipak açılımı
1100 Okunma
Zübeyir Erol
Mahir Kaynak
Açı­lım ve iç po­li­ti­ka
1089 Okunma
Süleyman Karagülle
Toktamış Ateş
Güçlü ordu, güçlü devlet
1076 Okunma
Osman Eskicioğlu
Yılmaz Özdil
Nerde o eski bayramlar...
1057 Okunma
Leyla Okta
Ahmet Altan
Devlet Babanın Sonbaharı
1057 Okunma
Özer Ataç
Mümtazer Türköne
Başbakan’ın ödeyeceği bedel
1052 Okunma
Arif Ersoy
Nazlı Ilıcak
Menderes'i anıyoruz
1049 Okunma
Fatma Karuç
Ruşen Çakır
Açılım önce Erdoğan’ı açtı
1012 Okunma
Tayibet Erzen
Ahmet Hakan
Bir ‘devşirme’den eski dostlara sorular
997 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Can Ataklı
Başbakan rakibine dava açmaz
996 Okunma
Mesut Karaaytu
Fehmi Koru
Bu kadar fanatizm ayıptır
985 Okunma
Ahmet Kirtekin
Reşat Nuri Erol
Ramazan, sel ve ekonomi
982 Okunma
Ilker Ardic
Oktay Ekşi
Sırasıyla
970 Okunma
Vahap Alma
Zülfü Livaneli
Sizin çocuğunuz boğaz kesse onu kurtarır mıydınız?
969 Okunma
Ali Bülent Dilek
Bekir Berat Özipek
Yargı reformuyla ilgili beş yanlış
956 Okunma
Bünyamin Demir
Fikret Bila
Baykal: "Mektup gelsin, değerlendiririz"
931 Okunma
Harun Özdemir