O şarkının iktidarı
1013 Okunma, 6 Yorum
Ahmet Taşgetiren - Bugün
Zübeyir Erol

Bu, seçimden önceki son yazım.

Üçüncü bir AK Parti iktidarı kesin gibi gözüküyor. Bu "üçüncü iktidar" dönemine ilişkin, içeride-dışarıda geliştirilen en net itiraz, "sivil otokrasi"ye gidileceği yönünde. Bunun için dışarıdan, The Economist, New York Times, Financial Times ve son olarak The Independant, Türkiyeli seçmene, muhalefeti güçlendirme çağrıları yapıyorlar.

Bu çağrıların belirli odakların Türkiye değerlendirmesinin yansıması olduğu kuşkusuz.

Bunlar seçmen üzerinde etkili olur, muhalefete destek artar mı?

Hiç sanmıyorum. Hatta bu çağrılar tam tersine, tıpkı Kenan Evren'in Turgut Sunalp'a destek çağrısı gibi ters teper ve Erdoğan'ı güçlendirir.

Onun için Erdoğan, düşmanlarının bile katkısı ile seçimden güçlenerek çıkar.

Bu gücün, milletvekili boyutu ne olur?

Karşıtların korkusu, 367 sayısının üstüne çıkıp, Anayasa'yı tek başına değiştirme imkânına kavuşması.

Başbakan son açıklamalarında "367'yi bulursak, anayasa değişikliğini halkoyuna sunmamız gerekmez" diyerek, korku odaklarına "Bak gördünüz mü" deme fırsatı verdi. Başbakan 367'den sonra halkoyuna gitmeyi, "Bundan kendimize güvenmiyoruz sonucu çıkar" diye gerekçelendirdi.

Bu mantık yanlış değil. Meclis'ten, diyelim tüm partilerin uzlaşması, yani 550 milletvekilinin oyuyla geçen bir Anayasa'yı da halkoyuna sunmak gerekir mi, tabii ki gerekmez.

Ama öyle bir anayasayı bile halkoyuna sunsanız, bir şey kaybedilir mi, bence kaybedilmez. Hatta anayasanın meşruiyeti açısından çift dikiş olur.

Ben, formel meşruiyet kıstaslarına rağmen, Başbakan'ın, tüm bu sivil otokrasi iddialarını dikkate alarak, en azından Mimar Sinan'ın "minareyi düzeltmesi" gibi psikolojik anlamda bazı şeylere dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bunun için, AK Parti'nin olay olan şarkısının çok net bir ipucu verdiği söylenebilir.

Aslında şarkı, parti propagandasını aşan bir olay ya da toplumdaki tüm renkleri kucaklayan bir siyasetin yansıması.

Ben, bu güfte ve besteyi, bir siyasi partiye getirisi yönünden ele alıyor değilim.

Ben, bu güfte ve bestenin toplumda oluşturduğu karşılığın çok önemli olduğunu belirtmek istiyorum.

Bu güfte ve bestede, has bahçe gibi bir yurtta, aynı bağın gülü olmanın altı çiziliyor.

Bir Allah'ın kulu olmanın altı çiziliyor.

Aynı sazın teli, aynı dağın yeli, aynı sudan içmiş olmanın...

Şarkılarda, türkülerde buluşmanın.

Aynı duaya amin demenin...

Davul sesiyle coşan yüreklere sahip olmanın...

Miting meydanlarında siyasi parti sözcüleri birbirine demediğini bırakmıyor.

İnsanların oyları, kin, öfke, nefret üzerinden etkilenmek isteniyor.

Yürekleri "öteki"ne öfke duyar hale getir, oyu kap, stratejisi egemen.

Hiç iyiliği yok mu ötekinin?

Ötekine bir tanecik bile iyilik izafe edince, insanların zihnindeki konsantrasyonun bozulacağı farz ediliyor.

Reklam stratejileri, kin üreterek kamplaşma esasına göre işliyor.

Onları ne kadar benimsiyoruz bilmem. Onlar gerçekten de seçmen davranışlarını etkilemede biricik yol mudur, bilmem.

Ama "Aynı bağın gülüyüz" sözlerine eşlik eden melodiyi dinlediğimde, benim içimde çok insani duygular filizleniyor.

Keşke AK Parti, bütün seçim stratejisini, bu beste ve güfteye yansıyan duygu ve düşünce zeminine oturtsaydı.

Keşke ısrarla bunu yapsaydı ve diğer partileri, buna zorlasaydı.

Bir iktidar partisinden beklenen de gerçekte budur.

Hele, Kürt sorunu vs. gibi yoğun sancı potansiyelleri taşıyan bir ülkede yaşarken ve bunları aşabilme çabası gösterirken...

Ben şahsen, seçim günü akşamı, sonuçlar açıklandığında çok vurgulu biçimde kürsüye bu mesajın taşınmasını temenni ederim.

Türkiye'nin bu gönül sesine çok ama çok büyük ihtiyacı var. Ve aslında Tayyip Erdoğan, bana göre tam bunun insanı.

Ustalık dönemi deniyor ya... Bunu, toplumun her rengi ile bir noktada buluşan bir "halk lideri" hüviyetiyle sağlamak... Üçüncü dönemin sınavı bu.

 

Yorum: Aynı Dağın Dikeniyiz

 

Günümüzde şarkı sözü cinsinden romantik temennilerle siyaset yapılmıyor. Yapılması da mümkün değil. Çünkü bugünkü siyaset çatışmayla besleniyor. Çatışmayla beslenmesi tarafların kendilerine güvenmemesi ve memleket yararına yapılması gerekenleri göz ardı etmek zorunda kalmalarından ileri geliyor.

 

Başbakan da gayet iyi biliyor yapması gerekenleri… Ama yaparsa orada kalamayacağını da biliyor. Bundan ötürü kendine Kılıçdaroğlu’nu hedef seçiyor ve futbol kulübü başkanı gibi ağız dalaşına giriyor. Yapacak başka bir şeyi yok. Çünkü ülke inşaat ve yol yapmakla idare edilmez. Türkiye’nin temel sorunları (işsizlik, dış borç, yargı, medya) dağ gibi duruyor. Bu sorunlara elini atacak olursa başına gelecek bellidir. Bu korku ondaki özgüveni bitiriyor ve kendine adeta bir eğlence bulup onunla oyalanıyor. Aynı zamanda son derece agresif davranıyor. Böyle davranması yapması gerekenlerle yapmak zorunda kaldıkları arasındaki çelişkinin sonucudur.

 

Şimdi siz inanıyor musunuz ki Başbakan gerçekten ustalık dönemini icra edecek. Keşke öyle olsa… Keşke ben de buna inanabilsem… Eminim hayattan daha çok zevk alırdım.

 

Başbakan Erdoğan, Erbakan Hoca gibi cesur davranamadığı için şuan iktidardadır. Korkakça davrandığı için de agresiftir. Agresif insan “Aynı bağın gülüyüz” diyemez. Dese dese “Aynı dağın dikeniyiz” der.   

 

 

Zübeyir Erol


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
13.06.2011
11:58

SEÇİM SONRASI YAZDIĞIM İLK DEĞERLENDİRME AŞAĞIDADIR...

Seçimden önce, seçimden sonra…

Reşat Nuri EROL Son iki-üç ayda

“seçim”

değil de sanki “üçlü bir kavga” yaşadık… AKP Genel Başkanı ve Başbakan R. T. Erdoğan, CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu, MHP Genel Başkanı D. Bahçeli… Mahalle kavgasında söylenmeyecek sözler bile işittik; aşağılıktan başlatıp şerefsizliğe varana kadar sarf edilen sözler ve iğrenç kasetler!.. Bu sözleri iktidar ve muhalefetiyle bizi yönetenler ve bundan sonra yönetecekler söyledi!.. Millî ve ahlâkî olmayan “medya” da bu duruma olanca varlığı ve gizli göreviyle çanak tuttu; bu arada diğer partiler ve liderleri yokmuş gibi davrandı!.. Bu vesileyle siyasi partiler ile başkanlarından medyaya kadar geniş bir yelpazede “siyasette de ahlâk meselesi sorunu” ve bu sorunun acı gerçekleri ile bir kere daha yüzleştik… Evet, her şeyde ve her alanda olduğu gibi siyasette de ahlâk… Seçimden sadece bir hafta önce (05.06.2011), Hayrettin Karaman Hoca “Siyaset ve ahlak” başlıklı bir yazı yazdı ve daha başında dedi ki: “Yalan söylemek, iftira etmek, iki yüzlülük, aldatmak, yapamayacağını vaad etmek, ehil olmadığı halde bir işe talip olmak, insana, hayvana, bitkiye ve eşyaya zarar vermek, insanları korkutmak, huzurlarını bozmak, şahsi menfaati ve hırsına ülkenin ve milletin menfaatini feda etmek, halka ve ülkeye zarar verecek bir günaha, kusura, suça göz yummak ve bunları -gerekiyorsa açıklamak veya ıslah etmek yerine- şantaj aracı olarak kullanmak bütün dinlerde ve ahlak sistemlerinde kusurdur, ahlaksızlıktır, değersizliktir. Oldukça uzun tutulan ve insanı bıktıran seçim propaganda süresi içinde siyasilerin çoğunda, yukarıda sıraladığım ahlaki kusurların tamamını gördük, duyduk, üzüldük ve iğrendik…/ Tabii bu ahlak dışı davranışlar bütün tabakalarıyla halkı da olumsuz etkiliyor; farklı partilere mensup insanımız birbirine düşüyor, sevgi ve dayanışmanın yerini nefret ve ayrılık alıyor..”. Yazı şöyle bitiyor: “Güzel ahlak dünyada ne kadar hakim ise huzur ve mutluluk da o kadar vardır. Bugün insanların çoğu huzursuz, mutsuz, sıkıntılı, buhranlı olduğuna göre ahlakımız da o kadar eksik demektir. Her şeyi bir yana bırakıp bir ahlak eğitimi seferberliği ilan etmemiz gerekiyor. Dünyalık peşinde çok yarıştık, şimdi zaman, ahlak ve fazilet yarışı zamanıdır.” Aynen katılıyorum; her şeyden önce ahlâk ve fazilet…

Millî Görüşçüler kırk yıl önce yola çıkarken dedi ki: Önce Ahlâk ve Maneviyat…

Seçimden önce bunlar oldu ve bu konuda yapılması gerekenler bir kere daha ayan beyan ortaya çıktı… Seçimden sonra olması ve yapılması gerekenler de apaçık ortada… Yeni anayasa ve yargı reformu ihtiyacı; sosyal adalet eksikliği, toplumsal çözülme ve dağılan aileler; çöken eğitim sistemi, yetersiz siyasi rejim ve krizlerle ayakta kalmaya çabalayan ekonomi… Ve daha başka nice çözüm bekleyen sorunlar, sorunlar… Bu vesileyle birkaç yıl önce yaptığımız

“YÜZ SORUN - YÜZ ÇÖZÜM”

çalışmamızı bir kere daha hatırladım; çözülmedikçe sorunlar hep var olmaya devam ediyor… Geçen gün hatırlattığım ana sorunlar neydi? 1- Dış ve iç borçlar... 2- İşsizlik… 3- Köylerin boşalması, tarım ve hayvancılığın çökmesi... 4- Yargının çalışmaması, adalet mekanizmasının çökmesi, kanunların yetersizliği... 5- Millî medyanın olmaması... 6- Terör, PKK, Kürt meselesi… 7- Anayasa meselesi ve acil yargı reformu ihtiyacı… 8- Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve daha nice sorunlar; ÇÖZÜM bekleyen 100 SORUN!!! Siyasilerimiz, siyasetçilerimiz, partilerimiz, liderleriz önce kendilerini düzelterek yola çıktıktan sonra; sıra yukarıda sadece bir kısmını andığım Türkiye’nin sorunların çözümüne gelecek mi, gelebilecek mi?.. Yoksa, eski tas eski hamam, mecliste bildik havalarda aynı şarkı ve türküleri söylemeye, bir seçim sonrası dönemi yani dört-beş yılı daha öylesine tüketmeye devam mı edecekler?.. Bir önceki dönemde yaptıkları ve yazımın başında hatırlattığım seçim döneminde söyledikleri, bundan sonra yapa/maya/caklarının garantisi mi olacak?!. Her önemli ana sorun için ve tek tek bütün sorunlar için “Yüksek Kurullar” kurulmalı… Artık “yeni düzen” için bir an önce harekete geçilmeli…

Bu arada bizim camiamız için hatırlatıyorum; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” asla gündemden düşmemeli, gerekli ilmi çalışmalar ve hazırlıklar yapılmalı…

Reşat Nuri Erol
14.06.2011
12:40

... VE SEÇİM SONRASI İKİNCİ DEĞERLENDİRME YAZIM...

Ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikaları

Reşat Nuri EROL Yazacaklarım sadece bugün var olan siyasetçi ve yöneticiler için değil, aynı zamanda yakın ve uzak gelecekte var olacak “siyasetçiler ve yöneticiler” içindir. “Yeni” kelimesi bu seçim döneminde çok kullanılır oldu; yeni dünya düzeni, yeni anayasa, yeni sorunlar ve çözümler, yeni CHP vs…

Ama “yeni bir düzen” veya “yeni dünya düzeni” derken, “adil bir düzen” yani “Adil (Ekonomik) Düzen” ihtiyacını bizim dışımızda hatırlatan ve gündeme getiren yok…

Eski düzen, eski zalim düzen, “faizli küresel sömürü düzeni vahşi kapitalizm” var olmaya devam edecekse, aynı tasla aynı hamamda güya yıkanacak ve çağdaş kirlerden (yani krizlerden) güya temizleneceksek, bu kaşarlanmış “eski zalim düzen”de “yeni” yaftasıyla yapacağınız herhangi bir değişiklik ne kadar etkili olabilir ki?.. Dünyada yaşıyorsanız, değişen hayatla birlikte sürekli yeni sorunlarla karşılaşmanız gayet normaldir ve bu sorunlardan korkulmamalıdır. Korkulması gereken yegane şey sorunları çözme metotlarının bilinmemesi ve günümüzde olduğu gibi çözümsüzlüğe mahkum olmaktır. Mesela, mevcut iktidar adında “adalet” ve “kalkınma” kelimeleri bulunmasına rağmen; dokuz yıldan beri “başörtüsü, Kur’an eğitimi, imam-hatipler, katsayı” gibi çok ama çoook önemli adaletsizlikleri giderme konusunda zerre kadar atıp atmayıp o alanlardaki zulümlerin daha da kemikleşip kanıksanmasına sebep oluyorken, varsa yoksa “kalkınma, kalkınma” diyor; bana göre “faizli kapitalist zalim düzen”de onu da beceremiyor. Mesela; cari açık, enflasyon, işsizlik, patlayan ithalat, giderek artan borçlar, gelir dağılımı adaletsizliği ve her gün, her ay, her yıl faizlere giden milyar dolarlar… Sadece bu saydıklarım bile ne demek istediğimi anlatmaya yeterli değil midir; Batı dünyası bu kalkınma modeliyle batıyorken, batmakta olan topyekün Batı’yı veya AB’yi, ABD’yi, yani Yunanistan’ı örnek almak, hangi akla hizmettir?!. Gömlek olmayınca bu kadar oluyor veya “kalkınma” diye millete bunlar yutturulabiliyor; topyekün batışı yani “ölümü gösterip” krizlerle ve faizli zalim düzen sömürü düzeniyle “sıtmaya razı etme” politikaları!!! Bu tesbiti sadece ben değil, Ali Bulaç da yapıyor, hem de AKP politikalarını destekleyen bir gazetede (Zaman, 11.06.2011): “AK Parti, siyasetin merkezine doğru yönelirken yazık ki diğer sağ partiler gibi 'kalkınmacı' bir kimliğe bürünüyor... Gündeme gelen bilumum projeler kalkınmacı, fazlasıyla iri, maddi cesameti daha çok büyütücü, büyük ve en büyük özelliklere sahipler. Dahası 'çılgın' sıfatını almayı hak edecek kadar da şaşkınlık vericidirler. Refah, milli gelir artışı, üretim vb. sorunlar tabii ki önemli, ama çok daha derinde bu toplum bir arada yaşama iradesini kaybetmekle karşı karşıya. Adalet, aile ve ahlaki hayatı mümkün kılma çabası neredeyse birkaç kaygılı entelektüelin fantezisi gibi algılanır oldu... Bu toplumun acil olarak ahlaki ve sosyal olarak takviye edilmeye ihtiyacı var.../ Bizi heyecanlandıracak, birbirimize yakınlaştıracak, yeni sinerji katacak bir muhayyile.../ Ortadoğu'ya Batı'yı tekrar eden, cesamete ve adaletsizliğe dayalı kalkınmacı programlar, geç kalmış milliyetçilikler, artan yoksul nüfusu, duyarsızlaşan zengin zümreleri ve "daha büyük Türkiye" idealiyle yol gösteremeyiz, onları da kendimizle beraber BATIRIRIZ...”

Bilenler biliyor, bilmeyenler için yazıyorum; tam 616 haftadan beri “Haftalık Tefsir Seminerleri ve Adil Düzen Dersleri” yapıyoruz… Bu haftaki “R. T. Erdoğan ne yapmalı?” yorumumuz/dersimiz şöyle başlıyor: “Erdoğan aldığı oya bakmaksızın son devresini “yeni düzen” için değerlendirmelidir. Yeni anayasa yapmak bir şey ifade etmez. Türkiye’de kaç defa anayasa değişti ama ülkede, yönetimde ve özellikle düzende hiçbir şey değişmedi. Mevcut olan bürokrasi ile herhangi bir yenilik yapılamaz, yenilik ancak yeni kadro ile yapılabilir.” Ve şöyle bitiyor: “R. T. Erdoğan’ın durumu çok kritiktir. Düşmeden uçarsa, Türkiye tarihinde Mustafa Kemal’den daha büyük bir yere yerleşecek, düşerse kendisini de ülkeyi de uçurumlara götürecektir. Bu durumda Türkiye ikinci istiklâl savaşını yapmak zorunda bırakılacaktır.”

(Daha fazlasını veya bu derslerin tamamını merak eden, cumartesi gecesi www.akevler.org sitemizden okuyabilir.)

Reşat Nuri Erol
16.06.2011
14:10

SEÇİMDEN SONRA ÜÇÜNCÜ YAZI...

Seçim sonuçları

(son değerlendirme)

Seçim sonuçları ile ilgili değerlendirmeleri uzatmak istemiyorum, bu yazı seçimle ilgili son yazı olsun! Dünkü yazımın sonunda yazdığım üzere, 616 haftadan beri hiç aksatmadan ilmî çalışmalar yapıyor, bu arada her hafta (iki konuda) güncel/aktüel değerlendirmeler yapıyoruz. Yazacaklarım, Üstadım ile gelecek hafta için yaptığımız “Seçim sonuçları” başlıklı çalışmamızdan derlenmiştir: Alınan oylar; AKP %50, CHP %26, MHP %13, Bağımsızlar %6, Saadet %1.3 ve diğerleri... AKP oyunu artırmış; ‘senden daha iyi yönetecek yoktur’ denmiştir... Bu durum AKP’nin siyasetine devam etmesini istemektir... Halkımız bu konuda büyük yanılgı içindedir. Yanılgının sebepleri:

1- Türkiye dışa borçlanmakta ve rahat yaşamakta, bu uygulama -Osmanlı gibi- Türkiye’yi iflasa ve çöküşe götürmektedir... 2- Köyler boşalmakta, tarım ve hayvancılık çökmektedir... 3- KİT’ler (şimdi de BİT’ler) satılmakta, ülkemiz yabancı tekel sömürü sermayesine esir edilmektedir... 4- İşsizlik artmakta, gelir dağılımı dengeli olmamakta, “ZULÜM” devam etmektedir... Bunların dışında; 1- Yargı sorunu çözülememiştir… 2- Anayasa sorunu çözülememiştir... 3- Terör/PKK/Kürt sorunu çözülememiştir... 4- Müdahaleler ve millî olmayan medya sorunları çözülememiştir…

Bu sorunlara rağmen halk %50 ile AKP’yi desteklemiştir!!! MHP şantajlara rağmen başarılı olmuştur... CHP ise bunu başaramadı, tam kuyuya düştü... CHP’deki “kaset” başarısı MHP’de de tutsaydı, yarın AKP’nin kapısını da nice “kasetlerle” ve daha başka şeylerle (mesela dosyalarla) çalacaklardı... İftiranın sınırı yoktur, her partide beğenmediğimiz veya çeşitli kusurları (kasetleri veya dosyaları) olan insanlar bulunur... CHP’ye verilen oy fazladır, bunun günahı S. Demirel’e aittir... Biz 1960’larda siyaset yapmaya başladığımız zamandan beri elinde dolaştırdığı tek silah Halk Partisi’nin iktidarı idi, biz bölücülükle itham ediliyorduk... Biz Halk Partisi ile koalisyon (CHP-MSP) yaptığımızda PTT şubeleri kuyruklarla dolmuştu, “CHP ile koalisyon yapmayın” diye; o zaman da bunu O organize etmişti... Şimdi ne oldu da kayıtsız şartsız CHP destekleniyor?!. Bunun hesabını bu millete vermiyor; “dün dündür, bugün bugündür” diyor?!. O’nun âhiretini merak ediyoruz... Bağımsızların (BDP) oyu %4 olması gerekirken onlar da %2 artırdılar ve %6 aldılar... Bu tablo bizi şu sonuçlara götürmektedir: 1- Anayasa ekseriyetini bulamayan AKP anayasanın değiştirilmesi ile ilgilenmeyecektir... 2- Anayasayı değiştirmek için AKP-Bağımsızlar koalisyonu olacak... 3- Veya AKP-MHP işbirliği olacak... 4- Yahut AKP-CHP işbirliği olacak...

5- Ya da bizim tavsiyemiz “millî mutabakat” olacak... Böylece bu mecliste herkese bir şans tanınmıştır...

AKP iktidar edilmiş ama anayasa yapma yetkisi verilmemiştir; diğer partinin iştiraki ile anayasa değişebilir…

Anayasanın değişmesi bir şey ifade etmez; nasıl bir anayasa olacağı önemlidir: “Batı’nın Türkiye’yi yıkmak için empoze edeceği bir anayasa” mı, yoksa “Adil (Ekonomik) Düzen Anayasası” mı?..

FT, seçim zaferini yazdı, cari açıkla moral bozdu! İngiliz ekonomi gazetesi Financial Times’ın ‘Türkiye’nin Ekonomisindeki Isı Yükseliyor’ başyazısında, Türkiye’deki cari işlemler açığının, ‘Yunanistan ve Portekiz’deki krizlere katkıda bulunan düzeylere yakın’ olduğuna dikkat çeken gazete, “Sıcak para Türkiye’ye sonsuza dek akmayacak ve riskler katlanacak” uyarısı yaptı... Financial Times, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı bekleyen birçok önemli dosyanın bulunduğunu da vurguladı... Gazete, en zorlu meydan okumalardan birinin de ekonomi ile ilgili olduğunu öne sürerken, hızlı büyümenin cari açığı ve faizli kredileri büyüttüğünü, enflasyonu körüklediğini belirtti...

ERBAKAN Hocamızın bir değerlendirmesi ile bitirelim: “Bakınız… İster gecenizi gündüzünüze katıp bu hak dava için çalışın, ister yan gelip yatın; bu hak davanın başarısını ne bir gün öne alabilirsiniz ne de bir gün geciktirebilirsiniz... Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.” Necmettin Erbakan

(Hocamız, yıllar önce, Altınoluk’ta birkaç gündür “Adil Düzen Çalışmaları” yapıyorken, buna benzer şeyler söylemişti; belki o konuyu da ayrıca “müstakil bir yazı” olarak yazarım.)

Reşat Nuri Erol
16.06.2011
14:14

SEÇİM BİTTİ AMA HİÇBİR ŞEY BİTMEDİ!!!

‘Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!’

Evet,

“Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!”

, her şey seçim öncesinde olduğu üzere aynen devam ediyor; yine

“klasik, kanıksanmış ve çözümlenmemiş sorunlarımızla”

baş başa kaldık!.. Seçimden önce ve sonra yeterince “seçim” yazısı yazdım; bugünden itibaren -elbette her zaman olduğu üzere “çözümlerimizi” de içeren değerlendirmelerimizle birlikte,- “klasik ve kemikleşmiş sorunlarımızı” kaldığımız yerden yazmaya başlayalım… Yazımın başındaki “Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!” başlığını özenerek ve özellikle seçtim, sahibi -hem de yazı başlığı olarak- bu seçimde iktidarı görülmemiş derecede destekleyen Cemaat ve gazetesi Zaman yazarı İbrahim Öztürk’e ait… O yazıdan -benim de aynen katıldığım- sadece üç sonuç cümlesi aktaracağım:

1) “İlk olarak bu seçimlerde bütün partiler yeni bir anayasa yapılması gerektiğinde mutabık olmuşlardı...” 2) “İkinci mutabakat sözü ekonomide...” 3) “Türkiye’de aslında 2006 yılından beri ekonomide bir ‘konjonktür idaresi’ vardır; enflasyon-faiz-cari açık-borç vs. gibi verilerin takibine ve birtakım iktisat politikası kararlarıyla sorunun çözümden ziyade ötelenmesine dayalı bir yol takip ediliyor...”

Evet, mutabakatlar belli: Yeni Anayasa ve ekonomik sorunlar; enflasyon-faiz-cari açık-borç vs. Bunu AKP’yi canhıraş bir şekilde destekleyenler de açıkça itiraf edip yazdıklarına göre; “tesbit ve teşhiste” kısmen de olsa anlaşıyoruz demektir… Peki, “tedavi ve çözümler” ne olacak, o konuda niye anlaşamıyoruz;

kırk yıldır dile getirdiğimiz “çare ve çözümlerimizle” neden ilgilenilmiyor, dünyadaki herkesle “diyalog” hâlinde olanlar, Millî Görüşçülerle ve Adil Ekonomik Düzencilerle neden diyalog kurmuyorlar, NEDEN?!.

Artık açıkça hatırlatmakta, yazmakta ve sormakta yarar var: DSP ve Bülent Ecevit’i bile AKP’den önce açıkça destekleyen Cemaat, kırk yıldan beri Millî Görüş partilerine en küçük bir ilgiyi ve desteği bile esirgedi; 1970’lerden itibaren -bu konuda çok “özel” bilgilere sahibim,- tarafımızdan ve aracılığımızla uzatılan “diyalog” ellerini ve tekliflerimizi de hep geri çevirdi!.. Halbuki 1961 yılından itibaren, 1965 yılında Fethullah Gülen Hoca’nın İzmir’e gelmesinden sonra da 1967’ye kadar üç yıl boyunca her hafta birlikte çalışmıştık;

buna rağmen, başından yani 1970’ten itibaren Millî Görüş Hareketi ile Adil Düzen Çalışmalarına karşı gösterilen “özel ve özenli ilgisizlik ve diyalogsuzluk” NEDENDİR?!.

Görelim bakalım, dünya çapındaki bu sözde “diyalogcu(!)lardan” bir yiğit çıkıp da bu sorularıma cevap verebilecek mi?.. Hocaefendi dahil herkes bu sorularımın muhatabıdır…

Madem ki söz Cemaat’ten açıldı, madem ki bizim kırk yıllık “Kur’an ve İlim” merkezli çalışmalarımız ile bu köşedeki hatırlatmalarımız ve “özellikle çözümlerimiz” dikkate alınmıyor; o halde yine onların gazetesinden bir yazarın en taze hatırlatmalarıyla devam edelim… Çok değil, sadece üç gün önce (14.06.2011) Zaman gazetesinden Kadir Dikbaş’ın “Gündem, cari açık ve enflasyon” başlıklı yazısında hatırlattıklarına kısaca göz atalım: “Ekonomideki genel dengeler olumlu olmakla birlikte, risk taşıyan bazı noktalar söz konusu. Bunlar, öncelikle cari işlemler açığı ve enflasyondaki yükseliş… Gerek yabancı kredi kuruluşları, gerekse içerideki uzmanların dikkat çektikleri en önemli risk de bu. Merkez Bankası'nın cari işlemlere ilişkin açıklaması, bu kez tam seçimin ertesi gününe denk geldi. Dün açıklanan verilere göre, Türkiye'nin cari işlemler hesabı açığı, yılın ilk 4 ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 113,82 artarak, 29 milyar 642 milyon dolara çıktı. Sadece nisan ayındaki açık ise yüzde 76,99'luk artışla 7 milyar 680 milyon dolar oldu.../ Açığın yüksek olmasındaki temel sebep, dış ticaret açığındaki artış. Hatırlanacağı gibi, dış ticarette İTHALAT ihracatın açık ara önünde ve ondan daha hızlı koşuyor.../ Cari açık frenlenmediği takdirde, yıl sonunda rekor bir rakamla karşılaşmamız sürpriz olmaz. O yüzden, seçim sonrası ekonomide el atılacak en önemli konunun cari işlemler açığı olduğu görülüyor.../ Bir diğer önemli konu da, ENFLASYONun yükseliş eğilimine girmiş olması. Talepteki canlılık ve emtia fiyatlarındaki yükseliş, iki ay önce yüzde 4'ün de aşağısına inmiş olan yıllık enflasyonu yeniden yüzde 7'nin üzerine çıkardı...” Evet,

“Seçim bitti, hiçbir şey bitmedi!”; bütün önemli sorunlar “çözümsüz” olarak 9 yıldır var olmaya devam ediyor!!!

Reşat Nuri Erol
18.06.2011
09:43

BUGÜNKÜ YAZIMDA, YER DARLIĞI SEBEBİYLE OLSA GEREK, SON "HATIRLATMA" CÜMLESİ KONMADAN ÇIKMIŞ; O HATIRLATMA İLE BİRLİKTE DİKKATLERİNİZE SUNUYORUM:

‘Yeni ANAYASA’YI kim yapabilir?!.

Rivayetler muhtelif… Kimilerine göre; seçimi büyük farkla kazanan AKP, millete vereceği en önemli şeyin “Yeni Anayasa” olduğunu söylüyor... CHP de “Yeni Anayasa” diyor... BDP zaten istiyor... Başka çaresi yok, MHP de mecburen isteyecek… İstek aynı; herkes “Yeni Anayasa” istiyor ama niyetler farklı!.. Türkiye, 12 Haziran seçimlerini geride bıraktı, ortaya çıkan manzara şu: Her iki seçmenden biri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin icraatlarına ve vaatlerine onay vererek yeniden iktidara getirdi. Millet iradesi, AK Parti’nin oylarını üçüncü dönemde de artırıp rekor kırmasını sağlamış olmakla birlikte, tek başına anayasa değişikliğine ise onay vermemiş, bu noktada “uzlaşma” istediğini ortaya koymuş... “Yeni Anayasa” ile ilgili genel bakış böyle. Bir de özel görüş ve bakışlar var. “Erdoğan'a ilahi işaret!.. 326!.. Dört eksik.. AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın, aklından geçen Anayasa'yı bildiği gibi yapmasına yetecek sayıdan 4 eksik.. 330 olsaydı, Anayasa kimseye sormadan yapılır, referanduma sunmak için yeterli 330 oyu alır, halk oylamasından da kolayca geçerdi. Sandıktan 326 milletvekili çıktı…” (Hıncal Uluç, Sabah, 14.6.2011) “Beklenen ve tedirgin eden sonuçlar… Üçüncü dönem iktidarda olmasına rağmen hala lider partisi görünümde olan AKP sanılanın aksine anayasayı tek başına değiştirmeye yetecek milletvekili sayısını elde etmek hedefinde değildi. Çünkü hem Kürt sorununun geldiği aşama hem ulus-devletin yani müesses nizamın kırmızı çizgilerinin tartışmaya açılacağı temel değişikliklerin doğuracağı sonuçları AKP tek başına göğüslemek istemeyecektir. İktidar muhtemel sonuçları bakımından son derece riskli buldukları kimi temel değişiklikler konusunda tek başına sorumluluk almak istemeyecektir…/ Zira gerek Avrupa Birliği süreciyle gerekse uygulanan küresel sermayeye uyumlu politikalarla bir bakıma kendine sıkıca bağladığı düşünülen Türkiye'nin bölgede kendi başına buyruk olma riskini minimize etme kaygısı ideolojik gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor...” (Akif Emre,Yeni Şafak, 14.6.2011) “AK Parti, girdiği ilk seçimde (03.11.2002) anayasayı değiştirebilirdi. Yapamadı, geriye dönüp de hayıflanmanın bir faydası yok. 2007 seçimlerinden sonra referanduma gidebilirdi, 12 Eylül 2010 "kısmi anayasa değişikliği"yle bunu yaptı. Bugün ne kendi başına anayasa değişikliği yapabilir ne referanduma gidebilir. Buna mukabil seçmenin toplam oylarının yüzde 50'sini de torbasına indirmiş bulunuyor.../ Erdoğan'ın balkon konuşması önemliydi. Tek başlarına yeni bir anayasa yapamayacaklarını belirtip iki aktöre işaret etti: İlki siyasi partiler, diğeri sivil toplum kuruluşları. Bu konu önemlidir, ben bu çözümde siyasi partiler ayağının yanlış kurulduğunu düşünüyorum, ele almaya çalışacağım. Bu iş bir başka bahara kalabilir...” (Ali Bulaç, Zaman, 16.6.2011) “Yeni Anayasa” ile ilgili genel ve özel görüşler böyle… Gelelim bizim görüş ve çözüm önerilerimize: Anayasa nasıl değişebilir, “Yeni Anayasa” için neler yapılmalıdır? 1) “Yeni Anayasa İlim Heyeti” oluşturulmalıdır. Bu ilim heyetini siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde oluşturmalı, her yüzde beş oy için bir ilim adamı seçilmelidir. Partiler oylarını birleştirebilmelidir. 2) Bu ilim adamlarının her birine gerekli araştırmaları yapmaları, halkla danışabilmeleri için bir fon verilmelidir. Birer milyon lira verseniz 20 milyon lira eder. Bizce asgari 10’ar milyon verilmelidir. 3) İlim adamları anayasayı ayrı ayrı hazırlayıp getirdikten sonra tartışma dönemine geçilmelidir. Bunun için önce ikili on grup oluşturulmalı, bunlar tartışarak ve uzlaşarak 20 anayasaya 10 anayasaya indirmelidir. Anlaşamadıkları hususlarda hakemlere gitmelidirler. Sonra 5’e inmeli. Sonra da 2’ye inmeli. Sonunda hakemlerin hakemliğinde bir anayasa oluşmalıdır. 4) Bu çalışmaların tamamı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gitmeli ve Anayasa Komisyonu’nda tartışılmalıdır. 5) Büyük Millet Meclisi’nce onaylandıktan sonra halka sunulmalıdır. Halkın yüzde 93’ü kabul ederse yürürlüğe girmeli, etmezse 82 Anayasası kalmalıdır...

Önemli Hatırlatma

: Bu arada -bildiğimiz kadarıyla- yeryüzünde yalnız Akevler “Yeni Anayasa” getirebilir; kırk yıldan ve özellikle son on yıldan beri yoğun olarak bu konuda bizden başka çalışan yoktur, dolayısıyla başka bilen de yoktur...

(Daha fazlası ve detayları binlerce sayfalık çalışmalarımızda…)

Reşat Nuri Erol
18.06.2011
10:17

- Bir zamanlar şöyle bir rivayet vardı: Tayyip bey her sabah bütün gazetelerden önce Milli Gazete'ye bakıyor...

- Evet, rivayet doğruymuş, Milli Gazete'yi ve dolayısıyla benim de yazılarımı okuyormuş k; yıllar önce, birlikte olduğumuz bir nikah merasiminde, Üstad Süleyman Karagülle'ye: "REŞAT'I SUSTURUN (YAZDIRMAYIN!!!" dedi...!!!

- Geçen yıl da İzmir'den dört arkadaşımız (Hira, Harun, Hilmi, Kazım) kendisiyle (Başbakanla) yaptıkları yaklaşık üç saatlik görüşmede, benim adım geçtikçe -burada tasvir edemeyeceğim şekilde- bana ne kadar kızdığını, ertesi gün anlattılar...

Bunları neden hatırlattım?

Aşağıdaki bir yazı vesilesiyle...

AK Parti’nin borçlu olduğu yazarlar

/Ünal Tanık/ Sizinle bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın çok önemli bir sırrını paylaşacağım. Bu iddiamda hiç abartı olmadığını yazıyı okumaya devam ettiğinizde göreceksiniz. Okunma: 1629Yorum Sayısı: 5 16.06.2011 12:21 Erdoğan’ın, muhalif medyayı kendisine sürekli methiyeler dizenlerden daha çok sevdiğine eminim. Aslında bu “karşılıklı” bir sevgi. Bakın “karşılıklı sevgi” derken, söz konusu muhaliflerinin de kendisini sevdiğini söylemiyorum. “Erdoğan” adını duymak bile onların ruh dengesini bozduğunu biliyorum. Erdoğan, muhalif gazetecilerin kendisine katkısının, yanında bulunanlardan daha çok olduğuna inanıyor. Yaşı müsait olanlarla biraz eskilere gidelim. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adaylığı günlerine… Yani 27 Mart 1994 Yerel Seçimler öncesine… Erdoğan, Refah Partisi’nden adaydı. Refah Partisi, henüz belediyelerde devrime yeni başlıyordu. RP, Erdoğan’ın estirdiği rüzgarla hem İstanbul’da hem de Türkiye’de iyi bir çıkış yapmaktaydı. Bu rüzgarı fark eden medya, topyekün hücuma geçmişti. Gazeteler her gün aleyhte bir haber yapıyordu. Erol Aksoy’un sahibi olduğu Show TV ise her gün özel bir Erdoğan dosyası yayınlıyordu. Tufan Türenç’in eşi Pınar Türenç, öyle aşağılayıcı haberler hazırlıyordu ki izleyenlerin ağızları açık kalıyordu. Oysa Erdoğan, il başkanlığı döneminden bu yana kamuoyu önünde olan bir isimdi. İstanbul’a talip olurken, gökten zembille inme durumunda değildi. Erdoğan’ı tanıyanlardan Türenç imzalı haberleri izleyenlerin tüyleri diken diken oluyordu. Tanımayanlar ise “böyle bir canavar”ın nasıl İstanbul’a talip olduğunu düşünerek merak etmeye başladılar. Yakaladıkları televizyon programında izlemeye başladılar. Pınar Türenç ve benzerlerinin çizmeye çalıştıkları Tayyip Erdoğan portresi ile gördükleri Erdoğan portresini kıyasladılar ve bir sonuca vardılar. Sonrasında kararlarını verdiler. ”Ben bu gördüğüm adamı gözüm tuttu” dediler ve İstanbul’u emanet ettiler. ERDOĞAN BU KEZ DE MEDYA MAĞDURLUĞUNDAN KAZANDI Yaptığı işleri görmezden gelmek isteyenler, Erdoğan’ın seçim zaferlerinin ardında hep bir mağduriyet aradılar. Ülkenin demokrasi çarkını işleterek yoluna devam etmesini hazmedemeyenler, her defasında bu malzemeyi bir şekilde vermiş oldular. AK Parti hükümetlerinin yaptıklarına gözlerini kapatanlar, halkın da bunları görmeyeceğini sandılar. Tabii bu güruh, son yıllarda olduğu gibi yine hüsran yaşadılar. AK Parti aleyhine toplumu şartlandıralım derken, yine 1994 tarzı bir medya tepkisine neden oldular. Peki başta yazdığım Erdoğan’ın medyun-ı şükran olduğu gazeteciler kimler dersiniz? Birkaçına gelin birlikte göz atalım. Ayşegül ARSLAN: CNN Türk’te yaptığı Medya Mahallesi programı ve davet ettiği konuklarıyla insanları çileden çıkardı. Arslan, bir gazeteciden çok militan ruhlu yeni yetme gibi her fırsatta “çakmaya” çalıştı. İzleyici, Medya Mahallesi’nden gösterilmek istenenlerle, gördükleri Türkiye’yi karşılaştırdılar. İnsanlar, “Senin gözün görmüyorsa ben ne yapayım” dedi. Uğur DÜNDAR: Star TV’nin her şeyi Uğur Dündar, Suret-i haktan görünmeye çalışarak tek başına muhalefet partilerinin yaptığı kadar muhalefet yaptı. Dikkatle izleyenler, ses tonlaması ve yüzüne taktığı mimiklerin aslında bir Matrix mucizesi olduğunu çok rahat görebildi. Dündar ise, yandaşlarından gelen “Bravo! En büyük Uğur” çığlıkları arasında altından halının kaydığını göremedi. Erdal SAĞLAM: Hürriyet’te yazdıkları ve CNN Türk’teki yorumlarıyla sürekli felaket tellallığı yaptı. Ülkenin felakete sürüklendiği 2001 öncesinde üçlü koalisyona methiyeler dizdiğini hatırlayanlar Erdal Sağlam’ın, 9 yıl boyunca “kriz geliyor” çağrıları yapmasının taşıdığı anlamı bulmakta zorlanmadılar. Nuray MERT: Nuray Mert, 28 Şubat’ta yaptığı demokrat çıkışlarının kendisine sağladığı kredinin onu hayatı boyunca taşıyacağını sandı. 27 Nisan e-muhtırası (Erdoğan’ın niçin muhtıra kabul etmediğinin kodlarını belki bir gün yazma imkanı bulabilirim) sonrasında cuntacı ruhu üç günde deşifre oldu. Gelecekten aldığı avans bile onun gerçek yüzünü gizleyemedi. Mert mi namert mi olduğu daha çok tartışılacak. Lakin o kendini hep yemeye devam edecek. Garip sesiyle feryat ettikçe de izleyenler, (Erdoğan'a kullanığı ifade) Erdoğan’a daha çok sarılacak. Mehmet Y. YILMAZ: Yıllardan bu yana kimi zaman Hürriyet’teki köşesinden, kimi zaman NTV’deki cemaat topluluğundan salvo atışlar yapıp durdu. Her attığının karavanaya gittiğini ve aslında hedefinde söylediğinden daha başka yerlerin oluğunu muhatapları çoktan çözmüştü. Mehmet Y. Yılmaz ise her defasında aynı heyecanla onikiden vurduğuna kendisi de inanarak atışlar yaptı. Aslında bu isimleri çoğaltmak mümkün. 3-4 değil 30-40 yapılabilir. Ama Erdoğan’ın en müteşekkir olduğu isimlerin bunlar olduğuna hiç şüphe yok.

Ünal TANIK

/ Rotahaber





Sayı: 104 | Tarih: 12.06.2011
Mahir Kaynak
Ne vaat etmeli?
Sermaye ile hesaplaşmak!
1685 Okunma
14 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Evren'i sorgulayan savcılara tek soru
Darbe
1060 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ahmet Taşgetiren
O şarkının iktidarı
Aynı Dağın Dikeniyiz
1013 Okunma
6 Yorum
Zübeyir Erol
Ruhat Mengi
‘Ekmeğin karneyle alındığı’ dönem de vardı!
Basında taraf
985 Okunma
1 Yorum
Vahap Alma
Mehmet Şevket Eygi
İyiliği Desteklemez, Kötülüğü Kösteklemezsek İşin
İşin başı televizyonlar
976 Okunma
1 Yorum
Emine Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
ilk notlar
seçimden sonra tufan mı?
958 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Ruşen Çakır
Ağrı’dan AKP’ye, Erdoğan’a ve Kürt sorununa bakış
Asıl Galip: Bağımsızlar!
951 Okunma
5 Yorum
Tayibet Erzen